Bismillahirrahmanirrahim.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
Onun kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimize salât olsun, selam olsun…
İSLAM’DA BİLGİ VE BİLGİNİN TAŞIYICILARI
Ahmet BAŞ
“Yaratan Rabbi’nin adıyla oku. İnsanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! O, sonsuz kerem
sahibi Rabbindir. Kalem ile öğretendir. O insana bilmediği şeyleri öğretti.” (Alak 1-5)
“Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra o isimlerin işaret ettiği şeyleri meleklere
gösterip, “Haydi iddianızda doğruysanız bana şunları isimleriyle haber verin” buyurdu.
Dediler ki: “Ey Rabbimiz, seni tenzih ederiz, bizim senin bize bildirdiğinden başka bir şey
bilmemiz mümkün değil. Şüphesiz ki sen her şeyi bilensin, hikmet sahibisin.” (Bakara
31/32)
İslam’da bilgi Yunan mitolojisinde olduğu gibi Tanrı’dan çalınan ve kötü olan bir şey değil
aksine doğrudan Allah tarafından insanoğluna bahşedilen, iyi ve temiz bir mefhumdur.
İslam’da bilginin kaynağı Allah’tır ve insanoğlu ancak onun öğrettiği kadar onun
bilgisinden öğrenebilir. Bu sebeple İslam dünyasında bilgiye hep bir emanet gözüyle
bakılmış ve ona sahip olmak bir ayrıcalık olarak görülmüştür. Bu ayrıcalık sebebiyle İmam
Yusuf’a atfedilen şu olay çok çarpıcıdır: İmam Yusuf kendisine talebe olarak alacağı
gençlerle ders halkasını kurmazdan önce onlarla bir ev yaparmış. Ev yapımında çalışan
talebelerinden taş ve tuğla gibi inşaat malzemelerini getirmelerini ister ve onları farklı
yerlere göndererek uzaktan izlermiş. Eğer talebelerden birisi uzaktaki bir taşı getirmek
yerine hemen yanı başındaki komşunun duvarındaki taşlardan birisini alırsa onu ders
halkasına almaz ve babasına sen bu çocuğu her şey yap ama ilim yoluna verme dermiş.
İslam dünyasında bilginin işlenmesi ve halkın ihtiyaçlarına cevap vermesi İslam âlimleri
arasında çeşitli dönemlerde farklılıklar göstermiştir. Üç dönemde incelenebilecek
İslam’daki bilginin serüveni; Hz. Peygamber (S.A.V) sonrası dönemde, Hicri XI. asra kadar
geçen döneminde İbda, Hicri XI. asırdan XVII. asra kadar geçen dönemde İhya, XVII.
asırdan bugüne kadar geçen dönem de ise İnşa sürecini yaşamıştır. Bu dönemlerde
özellikle de Hicri 2-6’ncı yüzyıllar arası bilginin işlenmesi ve yeni bilgi dallarının oluşması
bakımından çok zengindir. Hadis, fıkıh, kelam, tefsir, belagat, astronomi, tıp, botanik, gibi
hem pozitif bilimler hem de ilahiyat alanında kapsamlı çalışmalar yapılmıştır. Bu noktada
önemli bir husus ise medreselerin kuruluş aşamasına kadar bütün ilimlerin
kurumsallaşmadan, maddi bir beklenti ya da siyasi bir kaygı gütmeden tamamen Allah’ın
rızasını aramak ve hikmete nail olmak için yapılmasıdır.
Bu süreçler içerisinde bilginin taşıyıcıları olan âlimler arasında da farklı görüşler,
mezhepler, ekoller ortaya çıkmıştır. Temelde bilginin kaynağı olarak öncelikle Kur’an-ı ve
sonrasında Sünneti ele alan âlimler bunların işlenmesi sırasında dirayet, rivayet, rey gibi
yöntemleri kullanmışlardır.
İslam dünyasında bilginin kaynağı tek olduğu için âlimler ona günümüzün kategorik ve
analitik eğitim anlayışı gibi parçacı yaklaşmamışlar ve her ilmi Allah’ın bilgisinden gelen
bir cüz olarak görmüşlerdir. Bu durum âlimlerin birden çok uzmanlık alanı ile meşgul
olmalarına ve bilgiyi bütüncül bir şekilde ele almalarına imkân vermiştir. Böylece ilim
yolcuları arasında muallim-talebe ilişkisi oluşmuştur. İnsanlar emanet olan bilgiyi
hocalarından devralmışlar ve kendilerinden sonrakilere aktarmışlardır. Selçuklular
döneminde kurumsallaştırılan medreseler ile birlikte bütüncül bilgi artık devlet eliyle
yapılan bir konuma gelmiştir. İslam’da bilgi, zincirin birbirine eklenen halkaları gibi
hocadan talebeye aktarılır ve talebe hocasından aldığı icazet ile bu bilgiyi kendisinden
sonrakilere taşırdı. Günümüz üniversitelerinde olduğu gibi insanlar kurumlardan
diploma alarak mezun olmazlar, hocasından icazet olarak okuduğu derslerden mezun
olurdu.
Sanayi devrimi sonrasında oluşan modern döneme kadar İslam uleması halkın
ihtiyaçlarına cevap verebilmek için Kur’an ve Sünnet kaynaklı bilgiyi üreterek karşılaşılan
yeni durumlara karşı yaptıkları içtihatlar ile toplumların ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir.
18’inci yüzyıl sonrasında ise bilginin taşıyıcıları olan ulema, çağın gereksinimleri ile ilgili
kendinden önceki dönemin âlimleri gibi bütüncül bir yöntem geliştirememiştir. İlk
dönemlerde kelam, hadis, fıkıh gibi dini ilimlerin yanında astronomi, tıp, matematik,
musiki gibi pozitif bilimlerle de ilgilenen âlimler yeni dönemde ortaya çıkan sosyoloji,
psikoloji, iktisat, fizik, kimya gibi bilimlerde halkın ihtiyaçlarına cevap verebilecek
sorulara yanıtlar üretemeyerek toplumun önderleri olma vasıflarını yitirmişlerdir. Bu
konuda verilebilecek en önemli örnek; 19’ncu yüzyıl şeyhülislamlarından Mehmet Arif
Efendi’nin siyaset ile ilgili kendisine sorulan bir mevzuda muhataplarına “Her şeyi bize
sormayın, biz de sizin ne yaptığınıza karışmayalım sözü” o dönemde ulemanın genel
görüntüsünü vermektedir.
Modern dönemde bilginin yapısının değişmesiyle birlikte bilginin öznesi ve taşıyıcısı olan
sınıfta değişmiştir. Önceleri hocaların ders halkalarından icazet alarak mezun olan
talebelerin yerini artık kurumsallaşmış olan üniversitelerden mezun olarak alınan
diplomalı aydın kesim almıştır. Çağının gerektirdiği pozitif ve sosyal bilimlerde en
modern bilgileri alan aydınlar halkın taleplerine yönelik çağının siyasileriyle birlikte
hareket ederek onların taleplerini meşrulaştırma faaliyetlerinde bulunan bürokratik
ulema sınıfının aksine muhataplarına karşı muhalif bir duruş sergilemiş ve halkı
yönlendirmişlerdir. Bu durum aydınların, ulemanın yerini almasına sebep olmuştur.
Fakat aydınlar da ulemanın sahip olduğu ilahiyat bilgisinden yoksun oldukları için
özellikle dini konularda halkı yeterince yönlendirememişlerdir. Bu durum aydınlar ile
sivil ulemanın, siyasete karşı birlikte hareket etmesine vesile olmuş ve tekkelerde
aydınlar ile ulemanın buluştukları mekânlara dönüşmüştür.
Modern dönemle birlikte eğitim sistemi de Osmanlıda Tanzimat ile birlikte ilahi özelliğini
derece derece kaybederek sekülerleşmiş ve laik bir hüviyete bürünmüştür. Seküler, laik
bir eğitim sisteminde, devlet ideolojisi merkezli bir eğitim anlayışıyla tedrisattan geçen
öğrenciler bu sürecin doğal bir sonucu olarak tek tipleşmekte ve hem pozitif bilimlerde
hem de ilahiyat alanında gerçek başarı sağlanamamaktadır.
Ülkemizde eğitim ve öğretim alanında günümüzde yapılması gereken en önemli değişim
bilginin temizlenmesi ve yeniden bilginin asıl kaynağıyla ünsiyet kuracak bir sistemin
geliştirilmesidir. Bugün insanlar bilgi sahibi olmak yerine malumat-furuş olmaktadırlar.
Çocukların eğitiminde, en temel eğitimin alındığı aile kurumundan başlayarak sistematik
bir dönüşümün sağlanması gerekmektedir. Bu dönüşümde bilginin temel kaynağı olan
Kur’an ve Sünnet referans kaynakları olmalı ve doğru bilgi ancak ehil kişilerden,
zamanında alınmalıdır.
Bu vesileyle, Lokman Suresi 27’nci ayette Rabbimizin belirttiği gibi; “Eğer yerdeki
ağaçların hepsi kalem, denizde mürekkep olsa hatta arkasından yedi deniz de bunlara
katılsa Allah’ın sözleri tükenmez. Gerçekten Allah çok güçlüdür, hikmet sahibidir.” Bu
yüzden şu gökkubbe altında söylenecek söz kalmadı, söylenenler hep birbirinin tekrarı
diyenler Allah’a (haşa) noksanlık yakıştırmaktadırlar. Yeryüzünde üretilecek bilgi
kıyamete kadar hiçbir zaman bitmeyecektir ve insan Allah ile ünsiyetini güçlendirdiği
oranda, Allah sonsuz bilgisinden insanoğluna hikmet vermeye devam edecektir.
Sözlerimi veciz bir beyit ile bitirmek istiyorum:
“Kalem altın, kelam inci, hemen derceyle derceyle,
Teraziye koyup satma, yeri geldikçe harceyle harceyle”