İslamcıların İmtihan Çetelesi

İMTİHAN ÇETELESİ TUTMAK

İslamcıların parayla imtihanı , islamcıların güçle imtihanı , islamcıların devletle imtihanı , islamcıların demokrasiyle imtihanı , islamcıların milliyetçilikle imtihanı , islamcıların mezhepçilikle imtihanı , islamcıların popüler kültürle imtihanı derken bu imtihan listesi şunla imtihan bunla imtihan diye uzar gidiyor imtihan çetelesi tutmakla günümüz geçiyor.

Dünya imtihan dünyası , Müslümanlar muhakkak imtihan olunacaklar amenna ama o kısım maalesef anlatılırken hep işin ahlak boyutunda vaz’ü nasihat kısmında kalınıyor. Oradaki imtihan Allah muhafaza eylesin sağlıkla imtihan , geçim zorluğuyla imtihan , ailevi sorunlarla imtihan , kaza , bela ve musibetlerle imtihan , itibarla imtihan gibi genelde başa gelen olumsuz hususlarla izah ediliriyor.
İslamcılık nedir ? İslamcı kimdir ? o sahaya girersek hayli uzun izahlar gerekebilir ama İslamcılık , siyasi , fikri , ekonomik , sosyal ve kültürel alanlarda İslami olan bir sistemi savunmaktadır , İslamcıda bunu savunan kimsedir. İyi kötü 100 yıldan fazla süredir bu görüş çeşitli fikir farklılıklarına rağmen dinamizmini yitirmeden devam ediyor. İslamcılar adı altında koca bir grup oluşturup bir takım olumsuz davranışları İslamcıların imtihanı , bir takım yeni fikirleri de İslamcılığın yozlaşması vb diye piyasaya sürmenin artık bir düşünülüp , taşınılıp değerlendirilmesi gerekiyor.Bende şahsen İslamcıların imtihanı fikrine inanıyordum ama toplumsal anlamda değerlendirince , gözlemleyince esasında böyle olmadığını fark ettim. İslamcılar koca bir topluluk olmuş.

İslamcıların parayla imtihanı meselesi misal , adam dindarmış , davadan , mücadeleden , ahlaktan bahsetmiş yıllarca , öğrenciliğinde örnek ve önder olmuş vb sonradan zengin olmuş , şimdi lüks içinde yaşıyormuş , hovardalık yapıyormuş , yok ailesi öne sürdüğü değerleri hiçe sayıyormuş uygun yaşamıyormuş vb. İşte İslamcılarda parayı görmüş bu hale gelmiş şöyle böyle. Bu adamı ele alalım görende yüzlerce yıllık medreseli , tekkeli herkesin eğitimli olduğu rafine bir aileden geliyor. Sanki etrafında Mehmet Akifler , Said Halim Paşalar , Babanzadeler vardı da devamlı beraber gezer tozar yer içer , konuşur görüşürdü. Sanki bu adamın ailesinden miras cilt cilt derinlikli bir kütüphanesi vardı da , İslamcılığın fikir babasıydı. Bu insan belki Anadolu’nun saf ve temiz , dindar ailelerinden geldi ama malumunuz her ailenin zaafları mutlaka vardır , geçmişlerine dair hiç mi hovardalık hikayesi yok yani bu ailede illaki var. Türkiye’de islamcılar taşra kökenli 10 kuşaktır şehir merkezlerinde yaşamış kaç aile var , herkesin üç beş kuşak ötesine git , köye çıkacaksın , bu köy kültürünün hiç mi tezahürü yok , tabiî ki var. İslamcılık adı altına diyelim gençliğinde fikirler öne sürdü , ahlaktan , davadan bahsetti , bunu diyelim hangi süreçte , kaç yılda öğrendi veya becerdi , iki konuşma dinlemekle , üç kitap okumakla değerlendirdik bu insan hayatın zorluklarıyla hiç mi karşılaşmadı. İslamcı dediğimiz ortalama Anadolu insanına öyle bir misyon yükledik ki bu kişiler neredeyse Gazali şarihi , Cevdet Paşa uzmanı , İslami finansın mucidi filan gibi gördük herhalde. Hayır , bu kişiler senin benim gibi kişiler , dindarlar , İslam dini doğrultusunda bir yaşam sürmek istiyorlar ve bir dünya görüşleri var ama bu niyet , azim ve çaba bir ömür boyu her sahada ilerleyerek sürerse, derinlemesine ilerleyebilirse , hale ve davranışa kamil manada sirayet edebilirse , mücadeleci ruhu devam ettirebilirse bu kişi o ideallerdeki İslamcıdır falan denilebilir yoksa diğer türlüsü insafsız bir dışlamaya yol açıyor.

İslamcılar , Türkiye’nin kendini en geliştirmiş ve dinamik kesimini teşkil etse de oldukça homojen , bilgili , zaaflarından arınmış , donanımlı kocaman bir grup değil. Bu şudur ; kişinin fikri derinliği ve seviyesi bir kriter değildir , müslümanları sevmesi , bir arada olma isteği yeterlidir. Yaşam şekli belli kırmızı çizgiler (içki , kumar , faiz vb ) haricinde olmalıdır fakat herkes için zahidane bir hayat kriteri de arayamayız.İslamcılık ve islamcılar tanımını artık yaşandığı sosyal çevrenin tavanı ile tabanı arasında uyumlu bir yere oturtmalıyız. İdeal İslamcılık fikrini öne sürmekle , her olumsuzlukta hayalkırıklığı yaşarız. Şunu da ifade edeyim dini , islamı istismar eden , nemalanan kişi asla İslamcı değildir bu ayrımı çok iyi yapmalıyız.Zulmeden İslamcı olamaz , haksız ve adaletsizliği şiar edinen İslamcı olamaz.

İslamcılığı günlük gelişmelerden , dış konjoktürden , değişen dünyadan da ayıramayız. Ülkede terör saldırıları arttıkça tabiî ki İslamcılığın milliyetçilikle imtihanından söz edilebilir çünkü milli duygular illaki ön plana çıkacaktır. Bölgemiz ülkelerinde çeşitli iç karışıklıklar ve vahşetler görüldükçe işin içinde farklı mezhep olgusu da varsa tabii olarak İslamcıların mezhepçilikle de imtihanı yaşanacaktır. Orta yol ise şudur , bizi bağlayan bağ İslamdır sözünden ve düsturundan vazgeçmemektir.Bizi bağlayan bağlar ırklardır , mezheplerdir , vesairedir gibi bir söyleme evrilme durumu ise esas İslamcılıktan kopmadır.
Bugün İslamcıların daha fazla okumaya , eğitime , bilgiye , düşünmeye , analize ve kritiğe ihtiyacı var ve bunu yaşamına uyarlaması gerekiyor muhakkak ama şuur ve ruh olmadan da olmuyor. İslamcılık toplumsal olursa anlam ifade ediyor. İslamcıların ortak idealleri doğrultusunda bir arada bulunmaya birlikteliğe , heyecana ihtiyacı var.İslamcıların arasında iletişimin , irtibatın kesilememesine , karşılıklı sohbete , dostluğa , muhabbete ihtiyacı var. İHL’ler açılırken bu millete önder olmuş Celalettin Öktem’in azmine , heyecanına ihtiyaç var.İHL okulu açmak için bir mütevelli heyetinde toplanmış o inşaata temel atmış güzel insanların birlikteliği gibi bir birlikteliğe ihtiyacımız var. Müslümanların derdini , davasını anlatan bir dergi çıkaranların heyecanı gibi bir heyecana , o dergiyi en ücra köşeye imkansızlıklar içinde taşımaya gayret edenin gayreti gibi bir gayrete ihtiyacımız var. Ne olursa olsun , zaafları da olsa , yetişmiş insanımıza ve değerlerimize , onları yeniden dinlemeye ihtiyacımız var. İslamcılığı içe kapatmakla , ayrıştırmakla , çaresizlikle , boşvermişlikle , heyecansızlıkla donuklukla sürdüremeyiz.

Başkalarının imtihanını bırakalım , imtihanı kazanıp kaybedenin çetelesini tutmakla bir yere varamayacağımız aşikar. Ümitsizliğe de düşemeyiz .Müslüman asla ümitsiz olmaz , çalışır çabalar , bu konuda çok kafa yoran Akif ;
“ Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar “ diyor.

Küçükte olsa , basitte olsa ” Emri bil mar’uf , nehyi anil münker ” davasından vazgeçemeyiz. Faizsiz bir ekonomik düzeni savunmaktan vazgeçemiyiz.Ahlak ve maneviyatı öteleyemeyiz. Dünya müslümanlarının mağduriyetini dillendirmek üzerimize borçtur. Bir işin ucundan tutma vazifemiz vardır. İslamcılığı sadece siyaset olarak göremeyiz , siyasetse bile olsa yaşamımızdan ayrı değildir.

Bir öğrenci imtihanı kaybetti diye okul mu kapanıyor , dersler mi iptal oluyor. Yeni öğrenci hep geliyor. İmtihanlara takılıp kalmaktan ziyade dersi anlatmaya devam etmeliyiz. 11.02.2017

Mehmet Emin Başalp

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT

img_4866BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT

Bizim jenerasyonumuz ilkokul çağlarında Ömer Seyfettin hikayelerini çokça okurdu çünkü sebebi eğitimcilerimiz tarafından Ömer Seyfettin’in çocuk hikayesi kitabı yazan bir hikayeci olarak düşünülmesi ve öğrencilere tavsiye edilmesi idi.

Ömer Seyfettin’in oldukça etkileyici dili , çarpıcı sahneleri ve daha da önemlisi anlaşılır sade bir üslubu vardı. Hikayelerini çocuk aklıyla o zamanlar değerlendirmem mümkün değildi bir çok hikayesini okudum belki bir defa okumuş olmakla beraber hepsi hafızamdadır. Çünkü hikayeleri travmatik etkiler bırakıyordu. Misal And hikayesi köpek , kuduz gibi kelimeler geçtiğinde bu hikaye gözümde canlanır , Mustafa’nın trajik hikayesi insanın içini burkardı. Yine Kaşağı hikayesi de bende aynı etkiyi bırakmış çocukken boğazım şişse kuşpalazı olup öleceğimi düşünürdüm. Fakat yalan söylemenin de ne kadar kötü bir şey olduğunu bana bu hikaye öğretmiştir , hala bu hikayenin etkisi altında olduğumu söyleyebilirim. Bende hastalık korkusu vardır , bu hikayelerin etkisi vardır diye düşünüyorum.

Bir Çocuk Aleko ve konusu daha ağır Bomba hikayesini o yıllarda anlayamamış olmalıyızki bu hikayeleri yıllar sonra tahlil edebildim.

Beyaz Lale ve Yalnız Efe hikayelerini ise beğenmemiştim çünkü bize intiharın büyük bir günah olduğu ailemizce benimsetildiğinden oraya odaklanmıştım.

Diyet hikayesindede insanın kolunu kesmesinin ne kadar müthiş bir acı vereceği hep hafızamda yer aldı. Pembe İncili Kaftan’da elçilik dönüşü mağdur olmuş Muhsin Çelebi’ye üzülürdüm. Üç Nasihat hikayesinde bende derin iz bırakmış bir hikaye olup bilhassa bu üç nasihatten üçüncüsü olan karını kendi gitmediğin yere gönderme hususunu hala önemserim.

Velhasıl okuduğum hikayeleri çok hepsini değerlendiremeyiz. Nitekim ilkokulda beğenerek okuduğum Ömer Seyfettin kitaplarını , sonraki yıllarda korkunç ve çocukların psikolojisi bozan kitaplar olduğuna ve çocuklara asla okutulmamasına inandım bir dönem bu fikri çok savundum ama şimdilerde yumuşattım.

Hikayelerini sonra edebi ve tarihi açıdan da inceledim bu seferde Kızıl Elma Neresi gibi tarihi açıdan harika , Mermer Tezgah gibi edebi açıdan çok beğendiğim mükemmel ve okuması keyifli hikayeleri de vardı.

Sözü uzattık esas meseleye gelemedik , Ömer Seyfettin’in Başını Vermeyen Şehit hikayesi işte bizim gibi Anadolu’nun vatan , millet , tarih sevdalısı , dindar insanlarına hitap eden ölümsüz hikayesi. Çocukluğumda bir menkıbe gibi bu hikayeyi anlatırdım , Kuru Kadı gözümde abdest alırken canlanırdı.

Şehitlik bizim dinimizde büyük mertebe bu vatan nice şehitlerle fethedildi , savunuldu , şairin de dediği gibi ” şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda. ” Son günlerde ülkemizi yine içerde ve dışarda güç mücadeleler içinde görüyoruz. Belki yıllar sonra sınırlarımız dışında sıcak çatışma içindeyiz. Nice yiğitleri korkusuzca mücadele ederken görüyor ölüme gözünü kırpmadan atılmasına şahit oluyoruz. Al bayrağa sarılı tabutları gördükçe üzülüyoruz. Fakat o ruh kaybolmuş değil , bunu apaçık hissedebiliriz , bunca üzücü hadiseye rağmen diz çökmeyen , yılmayan , korkmayan , sinmeyen , tehditlere boyun eğmeyen hatta gülüp geçen bir ruh ancak bu tarihi tecrübelerden geçmiş ve bu şuuru hala yaşatan bir millette olabilir.

Gelelim hikayeye yıllar yılı savaş meydanlarında olmalarına rağmen hikaye kahramanlarından Deli Mehmet , Deli Hüsrev nişan , hil’at istemiyorlardı “fani vücuda kefen gerektir , hil’at nadanları sevindirir “diyorlardı ya bugünde inanın o ruh vardır günümüzde bu mücadeleyi 20-25 yaşındaki gençler taltif için yapmıyorlar veya sonunda şehadet var denilse bile tetiği çekip altının ortadından haini vuruyorlar.

Velhasıl cenk sırasında Deli Mehmed’in başını kesip götürürler fakat Deli Hüsrev bağrır ” Mehmedim canını verdin başını verme ” Mehmed’in cansız cesedi ayağa kalkar başını düşmandan alır ve oracığa uzanır bunu Deli Hüsrev ve Kuru Kadı görmüştür sadece.

Kuru Kadı bu olaydan etkilenir meczup hale gelir fakat Hüsrev hala eskisi gibidir , cenk akşamı dahi atını kaşağılar , türkü söyler neticede bu olaya niye şahit olduklarını Deli Hüsrev “bu şehitlik müjdesidir “diyerek Kuru Kadıya açıklamıştır. Yıllar sonra Zigetvar’ın Fethi sırasında Deli Hüsrev’in naaşı yanında ak sakallı , yeşil cübbeli ve sarıklı bir kişi daha bulunur ama kim olduğu bilinmez belki bu kişi Kuru Kadıydı şeklinde bir anlatımla hikaye biter.

Gerçekten bu hikayeyi şu günlerde yeniden düşündüm etrafımızda başını vermeyen şehitlerimiz var . Şehadet arzusu içinde gerektiğinde yaşlı haliyle cepheye koşacak Kuru Kadılar var. Ömer Seyfettin’e bir parça haksızlık ettiğimi de düşündüm , bu coğrafyada yaşayan bu milletin bunca çetin mücadelesi içinde çocukta olsa Başını Vermeyen Şehit gibi hikayeleri okuması lazım. Bizden olan , bizim dinimizden , irfanımızdan , tarihimizden süzülerek gelen hadiseler acıklıda olsa korkunçta olsa zarar vermiyor.Bu ruhu besliyor , yaşatıyor buna inanıyorum.

Oysa içimize giren nifak , kin , ihanet ve canilik ise dışarının zehirli dilleriyle geliyor ve içeriyi besliyor. Kendi milletine bomba yağdıran hainler , dindaşlarını tekfir edip silahla tarayan sözde müslümanlar , çoluk çocuk kadın demeden bomba patlatan teröristler Ömer Seyfettin okuyamazlar , onu hissedemezler.Bu ruhu bu kitaplarda hissedebilmek ise büyük bir şeref olsa gerek.

İşte bu şehadet arzusunu , vatan savunmasını Başını Vermeyen Şehit hikayesi kadar açık ifade edebilen , edebilecek kitapları , hikayeleri yeniden okuyalım , okutalım derim. 13.01.2017
Mehmet Emin Başalp

GUBUZLUK ÜSTÜNE – 3

GUBUZLUK ÜSTÜNE – 3

Meşhur fıkradır farklı varyasyonlar olsa da biz Tayyip Ağa varyasyonunu anlatalım.Tayyip Ağa’nın ahbaplarından biri Tayyip Ağa’nın dükkanına uğramış , hoş beşten sonra övünerek “ Tayyip Ağa bizim mahalleden bu sene 17 kişi Hicaz’a gitti , bugün geleceklermiş “ diyince Tayyip Ağa cevabı yapıştırmış “ Tüh hay oğlum ! , bizim mahalleden bir kişi hacca gitti geldi de onunla başa çıkamadık , siz ne yapacaksınız bakalım “ demiş. ( Eski Konya’dan İnsan Manzaraları Nükteleriyle Tayyip Ağa ve Diğerleri , kitabından ) Fıkranın bizim köyden üç hacı var diyen birine diğer köylünün Allah sabırlar versin biz birinin hakkından gelemiyoruz gibi varyasyonlarını da ailemizden duyardık.

Tayyip Ağa malum Konyalı hazır cevap birisi , toplumdaki aksaklıkları biraz ağır olsa da kendi üslubunca eleştiren , Konya şehir tarihi adına unutulmaması gereken önemli bir şahsiyet. Tamda bizim değineceğimiz mevzuyu , Tayyip Ağa hacca , umreye gidenin bugünler kadar yaygın olmadığı devirlerde bu işin gidişatını görmüş ve dindar gubuzluğunu gayet iyi anlatmıştır.

Gubuzluk maalesef kişinin dindarlığı ile veya ibadeti ile övünmesine gelince daha bir cazip daha bir yaygın hale geliyor çünkü ibadete riya girdikçe sevabı azalıyor malum.Şeytan’da biliyor Konyalıların gubuzluk huyunu dürtüp duruyor.

Konya dindar bir şehrimizdir, insanlarımız hayra hasenata , ibadete düşkündür.Ramazanın ramazan gibi , bayramın bayram gibi yaşandığı maneviyatı yüksek , insanların dini konularda hassas olduğu bir şehrimizdir ve bu özelliğini İnşaAllah devamlı korur.Bu hususta bir örnek vereceğim Konyalı olmayan çoğu kimse mehir diye bir şeyi Konya’da duyduklarını söylerler ki bu bile Konya’da dinin hayata etkisini anlatmaya yeter.

Lakin iş bu hac , umre ziyaretini anlatmaya gelince iş değişir , ülkemizde refahın artması ile de umreye devamlı giden kişi sayısı artmıştır.Allah herkese nasip etsin gidenlerde defalarca gitsinler bunlara sözümüz yok , ama yılda üç kez umreye gidene de her seferinde ziyarete gidip , umre anılarını dinlemekte garip oluyor. Çünkü muhabbetin , sohbetin içeriği aynı , bizim şirket şöyle iyiydi , böyle iyiydi , biz şu kadar dolara gittiydik , siz bu kadar dolara , bizimki en hesaplısıydı , yok biz Anjum’da kaldık , yok biz Zemzem Tower’da kaldık , Anjumun asansör sayısı , hurma pazarında kaliteli ve ucuz hurma , yok şu çarşı iyidir bu çarşı kötüdür. Ramazan umresi ise katıldıkları iftar sofraları ,Konyalıların açtıkları sofralar , bu sofraya soktukları kavurmalar falan filan Konyalılar yine , namaz , niyaz , boğaz kültürünü Mescid-i Haram’da da yaşatırlar. Mekke şehiri ile Medine şehrinin kıyaslanması , Hıra mağarasına tırmanma hikayeleri , yok maymunlar kadının çantasını çaldı , yok 70 yaşındaki teyze tırmanmaya kalkmış falan filan bitmez.Tavaf hikayeleri , hacer-i evsedi öpmek için taktikler , şu saatte sakin bu saatte sakin olup olmadığı analizi , yaptıkları tavaf sayısı ve kaç dakikada yaptıkları gibi hususlar. Yok Arapların acayip halleri , yok suudlular şöyle , İranlılar böyle , Endonezyalılar baş örtme şekli , falancalıların çıplak ayakla helaya girmesi . Anılar yaş ilerledikçe , seyahatin kalitesi arttıkça , ekonomik olarak üst sınıfta konaklanmışsa ekabirlik , gubuzluk daha bir artar. Bu hac ve umre ziyaretinin övünme yoluyla gubuzluğunu yapmak maalesef hayli yaygındır. Bazen tatlı tatlı dinlettirir ama belli zaman sonra artık yiter gayri gubuz gubuz anlatıyor dedirtirsen tehlike çanları çalmış demektir.

Yaptığı hayır işlerine ilişkin hususları veya hayır kuruluşlarını öve öve anlata anlata bitiremeyenler. Falanca hocanın sohbetine gittiklerini , şuraya giderim buraya giderim ukalalığını yapanlar.Filan tarihte kandil gecesinde şu kadar namaz kıldık bu kadar namaz kıldık , muzlu süt içtik muhabbeti.Camiler , teravihler , mukabeleler. Sayısız örneği çoktur . Bazılarının yaptığı hayır işlerini beğenmeyenler , yaptıkları mekanı beğenmeyenler gibi versiyonları da vardır.Bu gibilerde görsen en kamil insanlar onlardır oysa kamillikle , olgunlukla alakası yok bildiğin gubuzdurlar.Kamil insan yol gösterir , yordam gösterir , kendi işe el atar , yardımcı olur.Gubuz ise beğenmez , lafını söyleyip kenara çekilir.Ben dediydim zaten diye de söylenir zaman zaman.

Develili meşhur halk ozanı Aşık Seyrani bir şiirinde bu gibi insanları gayet güzel anlatır.

Alemi ta’n eder yanına varsan
Seni yanıltır bir mesele sorsan
Bir cim çıkmaz eğer karnını yarsan
Camiye gelir de erkan beğenmez.

( ta’n etmek , yermek , kötülemek )

Dini konularda ise gubuz gubuz yani asılsız astarsız , palavra konuşmak pek Konya’da yoktur , bu hususlarda konuşmak az buçuk biraz ilim irfan ister Konya gibi yerde dini konularla ilgili cahil cahil konuşmaya kalkarsan hemen cevabını alırsın , boş boğazlık yapan adam konumuna düşersin.

Gubuz hocaları , gubuz hacıları , gubuz dervişleri de başa gelen çekilir misali Konya’nın dini yaşantısının içinde yer alırlar. Biraz gubuzluğu azaltıp samimiyeti artırsalar çok daha faydalı olurlar.Yoksa gubuzlukları bu işin bereketini kaçıracak gibi duruyor. 30.12.2016

Mehmet Emin Başalp

HİCVEYLEYİN BİRAZ

HİCVEYLEYİN BİRAZ
Kültürümüzde hiciv yok olalı güya insana saygı arttı , fikre saygı arttı , ciddiyet arttı , kalite arttı , analiz arttı , düşünce arttı falan diye düşünenler varsa fena halde yanılıyorlar.Hiciv azalalı insanların fikri , işi olmadığından fazla değer kazanır oldu.Anlaşılmaz sözlerle sanki yıllarca kafa patlatmışlarda insanlığa en öz fikri sunmuş gibi kasınanlar , topluma ne verdiği , hizmet ettiği , icraatı belli olmadığı halde insanlara önderlik edenler, övülenler ! , mütevaziliklerinden yanlarına varılmayan koca koca ulemamız! , zevksiz sanatkarlarımız , doğuştan irfan sahibi sade vatandaşımız derken ortalıkta nakıs insan yok herkes kamil. Oysa kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz demişler.
İnsan değerlidir. Biz Şeyh Galib’in “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” düsturuyla insana yaklaşırız. İnsan kusurludur lakin ona da Koca Yunus’un “ Yaradılanı hoşgör / Yaradandan ötürü “ düsturuyla yaklaşırız. Amma insanın eseri tenkide muhtaçtır. Şimdi tenkit , eleştiri her neyse bu iş akademik , bilimsellik dille ancak eğitimde , öğretimde yapılır , her yere sirayet etmemeli.Öbür taraftan eleştiri diye hakaret oda seviyenin ne halde olduğunu gösterir. Boşboğazlık oda cehaletin göstergesidir. Eleştirmeyi geç , susmayı tercih eden , beceremeyen zevatta aptaldır herhalde. Hiciv , temeli olanın , bilgisi olanın , görgüsü olanın , kültürü olanın , zekası kıvrak olanın , düşünme yapısı geniş ölçekli olanın , mizah zekası olanın , pratik olanın , lafı gediğine koyanın , karşısındakinin foyasını dökenin yaptığı şeydir. Şimdilerde pek görülmüyor maalesef. Hicvedenler aykırı insan muamelesi görebilirler belki fakat bir işi , eseri sabote eden insan muamelesi yapılmaması gerekir.
Genel kanaat hicvin sadece idarecilere , siyasilere karşı olduğunu sanır. Hiciv idareciyi de , siyasetçiyi de , düşünürü de , hocayı da , dervişi de , gazeteciyi de , ustayı da , hastayı da , gelmişi de , geçmişi de , vatandaşı da daha önemlisi toplumu , herkesi , her olayı kapsar.
Meşhur Heccavlardan Küfri-i Bahayi bir şiirinde şöyle diyor
“Mesken oldı şimdi dervįşāna eşrāfuñ evi
Ber-ŧarafdur kūşe-i uzletde olmak münzevį
Oldı bunlar miĥnet-i śūrį belā-yı ma’nevį
Ķanda varsañ muķarrer nāy-zen bir Mevlevį
Ĥāśılı ehl-i dile cevr-i felek eksük degül
Ķanda varsañ bir dede bir dünbelek eksük degül “
Tekkelerde değil de , artık eşraf konaklarında gezen Mevlevi dervişlerini hicvetmiş gayet edip bir hiciv lakin şimdilerde bu tür bir hicvi bu ölçüler içinde yapabilir misin , sanmıyorum.Şimdilerde bir şeyi hicvetmeye kalkmanın sonucu taassup ile birlikte saldırganlığa maruz kalınmaktır. Maalesef hiciv zenginliği kalmadıkça da soğuk , sert , köşeli , buz gibi , zevksiz , anlaşılmaz bir eleştiri dili gelişmiştir.Şu günlerde ne eğitim alırsa alsın , ne titri olursa olsun insanı tanımayan , topluma aşina olmayan , kültür , görgü ve bilgileri sığ olanların , ilm-i irfandan da mahrum , fanusta yaşayanların görüşleri havalarda gezmekte olup insanlarda bunun ayağı niye yere basmıyor diyememektedir.

Bu mevzu gerçekten hayli uzun bir mevzu her detayından da bahsedemeyiz fakat hiciv dilini ilk sanatkarlar ve edebiyatçılar kaybettiler , ardından gazeteciler derken vatandaşta kaybetti. Hicveyleyelim biraz , ha gayret diyorum. Zararı olacağını düşünmüyorum. Sanırım son günlerde gördüğüm en parlak hiciv “ Görüyon değ mi Türk’ün aneliz gücünü “ idi. Biraz gayret ile olur bu , bu gayret kaliteyi artırır. Düşünmeye sevk eder insanı.
Hicve genellikle idarecilerin yahut ulemanın da müsamahasız olduğundan bahsedilir oysa hicvi sade vatandaş hele hele hiç kaldıramaz. Çünkü alışık değildir. Köyde hiciv olmaz , mahallede hiciv olmaz , kahvede hiciv olmaz , kaldıramazlar çünkü yakınlık derecesi hicve engeldir.Nitekim sivil organizasyonlarda da dostluk , birlik beraberlik düşüncesi yaygın olduğundan hicve kapalılık vardır. Bu sebeple olumlu , yapıcı eleştiri usulü türemiştir ama buda bir yere kadar olmalıdır bence.
Bilgi yoksunu bir çok kişinin bilgisiz , alakasız bir çok söylemine , analizine maruz kalırsınız fakat bilgisi olmadığını söyleyemezsiniz çünkü o bilgisi olmasa da o konunun uzmanı olduğu genel kabul görmüştür.Siz sadece şaşkınlıkla ve sabırla izleyebilirsiniz.Mesela hayatında makale yazmamış , bir ciddi dergide makalesi yayınlanmamış bir kişi kötüniyetli değil belki iyiniyetli bir çaba içerisindedir belki ama makale yazım işleri eğitimi falan verebilir. Hayatında kaç kitap okuduğu meçhul bir kişide kitap özetlemeyi kitap analizi zannedebilir.
Bilmem neyin kaçıncı yıl dönümünde alakalı , alakasız sergiler açılabilir. Üniversite gibi bilimin , eğitimin derecelendirildiği yerde herhangi bir vasfı ve ilmi değeri olmayan alelade konuşmacılar cirit atabilir. Bilmem neyin farkındalığı adlı programlara gelip hiçbir şey fark edemeyebilirsiniz çünkü bunlar yıllardır yapılagelen yahut sıradan işler ve programlardır.
Mesleki kuruluşlar , STK’larında nerede yemek yesek , nerede gezsek amacında bir faaliyet eksenleri vardır. Kahvaltılı buluşma asrın buluşudur onlara göre 🙂 Gençlik ile ilgili gençliğin kalitesini artırmak , gençliğin fikirlerine değer verilmesi gibi hususlar nadir görülür , gençleri vasat çalışmalarda dolgu malzemesi niyetine kullanmak esastır. Gençler fikir vermesin , gençler yararlanmasın , gençler olan bitene dahil olsunlar anlayışı yaygındır. Masa taşıyan genç en iyi gençtir 🙂 Topluma yönelik kuruluşlar , STK’lar da reklam peşindedir. Birde herkes vazifesinin dışında işlere girmiştir , doktor vaizlik peşinde , avukat uluslar arası ilişkiler uzmanı , tornacı ise tarihçilik yapıyor filan akıl alır şeyler değil ama yaşanan vakıa bu etrafa bir göz atın. İnsanlar tabiî ki ilgili alakalı olsunlar her hususta , çalışmada yapsınlar , eğitimde versinler ama bu kadar kendini ispatlamadan hemen ben oldum demesinler.
Bu hususların biraz tatlı , sert hicvedilmesi gerekiyor.Gelin bu hususları üslubunca hicvedebilelim. Belki muhataplar bundan rahatsız olmamayı , kendimiz eğer bir şeyin muhatabıysak rahatsız olmamayı öğrenebiliriz.26.12.2016

Mehmet Emin Başalp

SIĞINTILAR SAVAŞI

SIĞINTILAR SAVAŞI

Anadolu ve İran topraklarına hakim olan devletler arasında , ülke menfaatlerinin çatışması sebebiyle zaman savaşlar çıkmıştır. Bu devletler birbirlerine karşı zaman zaman askeri başarı kazansa da topraklarının tamamı  üzerinde bir hakimiyet kuramamışlardır. Bu ülkeler arasında doğrudan menfaat uyuşmazlığı yaşansa da genelde daha küçük güç odakları bu işleri tahrik etmiş , bu ülkelere karşılıklı sığınmış ve doğru ifade etmek gerekirse sığıntıların savaşları yaşanmıştır.Çok eskiye gitmemek üzere örnekler üzerinden tarihe bir bakalım.

Fatih Sultan Mehmet zamanında Tebriz merkezli  Türk ve Oğuz boyundan  Akkoyunlu Devleti arasında Doğu Anadolu toprakları için güç mücadelesi yaşanırken , Otlukbeli savaşına sebep , Karamanoğlu Beyliği için çekişen kardeşlerin arkalarına bu ülkeleri alması , bu ülkelere sığınması ve tahrik politikası gütmesidir.Osmanlı Devleti’nin Akkoyunlu Devletine karşı galip gelmesi Anadolu hakimiyetini güçlendirmiş fakat İran topraklarına doğru bir yayılım olmamıştır.

Yine İran topraklarına hakim olan Timur ile Osmanlı Devleti arasında nüfuz mücadelesi varken , Anadolu Beyliklerinden bir kısmı Timur’a sığınmış , bir kısmı Osmanlı Devleti’ne sığınmış ve tahrik politikası gütmüştür. Osmanlı Devletini fetret dönemine sokacak kadar ağır sonuçları olan savaşa rağmen Timurlular , Anadolu topraklarında kalıcı bir hakimiyet kuramamıştır.

Yavuz Sultan Selim Han zamanında ise İran’a hakim olan Savefiler arasında bu sefer nüfuz mücadelesi mezhep anlamında da hız kazanmış neticede Osmanlı lehine uzun yıllar belirleyici olan Çaldıran Savaşı’na sebep olan hususlarda  bizzat hanedan üyelerinin dahi karşılıklı sığındığı , bölgedeki bey ve valilerin kışkırtıcı tutumları ve tahrik politikaları etkili olmuştur.

Çaldıran Savaşı sonrasında ise bölgede toprak mücadelesi yaşanmış olsa da en son 1639 tarihli Kasr-ı Şirin antlaşması ile sınır ve nüfuz bölgesi düzenlenmiş ve çatışmasızlık ortamına girilmiştir.Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını düzenleyen en eski antlaşmanın Kasr-ı Şirin Antlaşması olması ise önemli bir husustur.

Bu süreç içerisinde Anadolu ve Acem ülkeleri arasında kültür iletişimi devam etmiştir.Osmanlı’da bu topraklara karşı devlet mücadele içindeyken başta devlet kademesinde  Farsça kullanımı ve öğrenimi yaygın bir dil olmuştur.İran topraklarında ise Türk kökenli hanedanlar yüzyıllarca bu toprakları yönetmiştir.Fakat ne aynı milletten olmak ne aynı dili konuşmak sıcak bir dostluğun kurulmasına müsaade etmemiş , inanç farklılığı , mesafeli duruş yakınlığa engel teşkil etmiştir. Fakat her iki ülkede büyük devlet gibi düşünüp reel politikalar uyguladığında çatışmamış fakat kendi küçük menfaatleri zedelenen sığıntılar ise zaman zaman gerginleşen ortamda kıvılcımın yakılmasında rol oynamışlardır.

Bugün yine iran topraklarına hakim İran devleti ile Anadolu topraklarına hakim Türkiye Cumhuriyeti arasında menfaat çatışması ve nüfuz mücadelesi vardır.Fakat yine her iki ülkeye de sığınan sığıntılar , şimdilerde mezhepçi temelli gündemlerle tahrik politikası gütmekteler.

Irak’ta işgal sonrası iç çekişme yaşanmakta , Irak’ta menfaati zedelenen siyasetçi Sünni ise Türkiye’ye sığınmakta , Şii ise İran’a sığınmaktadır. Suriye’de Suriye muhalefeti Türkiye’ye sığınmakta , Suriye rejimi İran’a sığınmaktadır. Şöyle bir yanlış anlaşılma olmasın burada sığınma siyasiler arasında siyaseten sığınmadır.Yoksa zor durumda insanların sığınması , insan hakları ihlalleri , siyaseten hapis ve idamlar , sürgünler , katliamlar gibi sığınmayı meşru kılan ve insani yardım hususlarını kasdetmiyorum.İnsanların zulme karşı seslerini çıkarmaları da bir tahrik değil mazlumun feryadıdır.Bu hususta herhangi bir şüphe yoktur.

Bu siyasetçi sığıntılar yine tahrik politikalarıyla içerde kendilerine destekçi bulma konusunda yalnızda değillerdir. Nitekim Türkiye ve İran ne karşılıklı restleşmiş ne de askeri anlamda karşı karşıya gelmiş de değildir.Büyük devlet aklı , diplomasi tecrübesi , devlet geleneği , Ortadoğu’nun bin parçalı yapısından , Sun’i devletlerinden çok çok daha tecrübelidir. Lakin vatandaş bu sığıntıların sözleriyle konuşmaya başlarsa bu iç kamuoyunu ilgilendirmekle birlikte idareye de sirayet edebilir.Esas tehlikeli olan hususta budur.

Vatandaş bu sığıntıların sözlerinden niye bu kadar etkilenir birazda bu hususun üzerinde duralım.Coğrafya kaderdir.Milliyet kaderdir.İnançlarımız kaderdir. Tarih kaderdir. Bu hususları yok sayamayız. Şöyle bir örnek verelim. Bugün İran devleti dini lideri Türk asıllıdır , Türkçe’yi konuşabilmekte ve anlayabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti lideri de Türk asıllıdır , Türkçe konuşur ve anlar. Yine ekstrem bir örnek olsun diye veriyorum Moldovya’da bulunan Gagavuz Özerk Cumhuriyeti lideri de Türkçe konuşmaktadır. Her üçü de Oğuz lehçesi konuştuğundan bir birlerini rahat şekilde anlayacak pozisyondadırlar.Hal böyle iken her üçü açısından aynı millet ve aynı dili konuşmaları aynı dünya görüşünü paylaştıklarını ve aynı dünya görüşü üzerine birlikte mücadele verdiklerini söylememize engel olmaktadır. Nedir engeller coğrafya , tarih , din , inanç. Aynı milletten olmak bazen aynı yakınlığı vermez.

Türkiyeli bir Türk , İran Azerisi ve bir Gagavuz arasındaki yakınlıktan , Bir Türkiyeli Türk, Somalili , Pakistanlı ve bir Boşnak arasındaki yakınlık kat be kat fazladır . Bir Kırım Tatarı , bir Çerkez ve bir Türkiyeli neden bu ülkede daha kaynaşıktır. Kahire , Bağdat , Şam bize yakınken Tahran niye uzaktır. Bu hususlar bilinirse  bölgede sığıntıların tahrikleri niye etkili oluyor acaba diye çok düşünmeyiz.İnançlarımız çok çok çok önemlidir. İnanç yakınlığı başka bir yakınlıktır.

Ayrıca gerek İran toprakları gerek Anadolu toprakları farklı etnik , dini ve mezhepten insana ev sahipliği yaparken her iki ülkenin temel dinamiklerinde farklılık vardır.Anadolu farklılıklarıyla büyürken , İran kapanıklığı ile kendini koruyabilir.Nitekim Anadolu topraklarına milyonlarca mazlum insan göç ederken ,İran’a göç yaşanmaz.İran farklılığı ile yaşam alanı bulurken , Anadolu farklılıkları ile yaşam alanı bulur.İran küçüklüğünü korursa var olur ,Türkiye büyüklüğünü korursa var olur. Bu iki ülkede bu özelliklerinin farkındadır.İran’ı İran , Türkiye’yi Türkiye gibi düşünmek gerekir.Bu ülkeleri olduğundan farklı politikalar güdecekmiş gibi hayal edersek hayal kırıklığı yaşarız.İran’dan birlik ve beraberlik politikası beklenmemelidir ,İran’a bu misyon yüklenirse veya bu misyona inanırsa işte bugünkü durum ortaya çıkar , birlik ve beraberlik algısı nüfuzunu artıracak kendi ile benzer yandaşlar ile ittifak arayışına döner.İran sakin şekilde kendi çerçevesi içerisinde kalmalıdır.İran’a saldırmak , İran’a sırt çevirmek , İran’ı aşağılamak ise ümmete zarar verir.Türkiye ise birlik ve beraberlik politikası gütmelidir.Türkiye ise aksini yaparsa kendine ve ümmete zarar verir.Türkiye kucaklar , Türkiye yaşatır , Türkiye öncüdür.Türkiye küffara karşı mücadele içindedir.Bu realiteleri göz önüne alarak İran’ı değerlendirelim ve yaklaşalım.İran’ı olduğundan farklı göstermeye çalışmayalım veya inanmayalım.

Efendim halklar arasında bu çekişmeyi inancımız mı artırıyor.Hayır inancımız birlik ve beraberliği emrediyor.Müslümanlar tek millettir.İnancımız fitne ve fesadı da emretmemektedir.Fitne çıkarmayı öldürmekten daha kötü görmektedir. Dinimiz mazlumun yanında olmayı , Hak ve Adaletin emrinde olmayı , menfaatimizin vicdanımıza galip gelmemesini emretmektedir.  İtidalli olunursa , sorunlar çözülür. Olgunluk insanlık için geçerli ise milletler ve devletler içinde geçerlidir.

Bölgede sığıntılar yeniden fitne peşindeyse o zaman devlet aklı , tecrübesi ve büyük devlet olma bilinci bu iki ülke açısından çok daha önemlidir.Siyasiler , mütefekkirler , münevverler , gazeteci , yazarlar , çizerler ve başta ulema  büyük bir medeniyetin ve devletin bir ferdiymiş gibi konuşmalıdır.

Bu esnada da en önemli husus Hakk’ı incitmemektir.  En önemli husus adaleti incitmemektir. En önemli husus mazlumu  incitmemektir. En önemli husus zulme taraf olmaktan kaçınmaktır.  Çünkü bazen tek kişi olsan da mücadele gerekebilir.Çünkü Hak olan hususun mücadelesini yapmak ile sulhü bozmayı aynı kefeye koyarsak yanlış içinde de olabiliriz. O zaman Hak susmuş olup menfaatin ve yanlışın devamı sağlanır. Bangladeş’te siyasi idamlar yaşanırken burada feryad edip , İran’ın zulmüne susulursa olmaz.Suudi Arabistan’daki bir siyasi idama susulursa olmaz. O zaman adalet incinir.  Halepte zulüm varsa susmak olmaz , dahli olanı eleştirmek fitneye sebep olmak değildir.Usulünce , üslubunca konuları değerlendirmek zenginliktir. Duygularımız yokmuş gibi davranmayı bekleyemeyiz.Düğün evinde gelenler oynayacak , ölü evinde gelenler ağlayacaktır. Metanet, ve ölçülülük idarecileredir.Sonuç olarak akıl ve duygu dengesine hitap edilmelidir.Sadece bir tarafa değil. 19.12.2016

 

Mehmet Emin Başalp

 

 

ÜZÜCÜ GELİŞMELER VE BAĞZI YORUMLAR

 

Suriye’de yaşanan kanlı iç savaşın üzerinden yaklaşık 6 yıl geçti. Son günlerde Halep şehrinde rejim güçlerinin yaptığı mezalim ve Halep’ten görüntüler kan donduran cinsten. İnsanlığın ayaklar altına alındığı ,İslam dünyasının göbeğinde çocukların , kadınlarında içinde yer aldığı kanlı bir vahşetin yaşanması bütün Müslümanları derinden yaralıyor.

Maalesef dünya konjonktürünün yapısı , İslam ülkeleri arasındaki ihtilaflar , reelpolitik gelişmeler , bölge ülkelerinde yaşanan darbeler , darbe girişimleri , terör olayları , etnik ve mezhepçi yaklaşımlar başta olmak üzere Suriye’deki iç savaşa çözüm bulunamadı.Milyonlarca Suriyeli başka ülkelere göç etti , kamplarda ve zor şartlarda yaşamaya başladı.Binlerce mülteci kaçak göçmen taşıyan botlarında Avrupa’ya geçme hayali içinde açık denizlerde boğuldu. Harap olan şehirlerin , bozulan demografinin , ortaya çıkmış birbirinden tehlikeli onlarca terör örgütünün analizini dahi yapmak sayfalarca tutar.

Tüm bu üzücü gelişmeler yanında ise ülkemizde bilhassa sosyal medya ile de yayılan gerginlik artırıcı yorumlara ise dikkat çekmemiz gerekiyor   güya bu yorumları yapanlar gerginliği azaltıcı birleştirici olduklarını veya farkındalık oluşturduğunu veya tepkisini koyduğunu iddia etmekteler fakat aynı mevzuyu direnç haline getirdiklerinden oluşturdukları körlüğünde farkında değiller.

Suriye’de kim var kim yok. Kim müsebbibi , kim değil. Kim ne amaçlıyor ne planlıyor , basit ama karmaşık.

Suriye’de yaşanan bu gelişmelerin esas müsebbibi Ortadoğu’ya fiilen de müdahale eden , bölgedeki fitneyi her zaman kaşıyan , terör örgütlerini finanse eden batı ve batı kaynaklı yapılanmalardır.Suriye’deki gelişmelere ise dolaylı yönden katkı sağlamaktadırlar. Batı kaynaklı açıklamalar incelendiğinde sadece Suriye’nin kuzeyiyle ilgilendikleri ve Suriye Kürtleri ile ittifak kurma çabaları ise Türkler ile Araplar arasındaki komşuluğu kesmek ve bir takım enerji politikalarıdır. Batının ana gayesi Suriye’nin bölünmesidir. Suriye’nin bölünmesi eski bir batı planı olup 100 yıl kadar önce öngörüldüğü halde vazgeçilen plan ve haritaların yeniden güncellenmesidir.

Türkiye’de Suriye gündemli batı kaynaklı görüş ayrılıkları ve gerginleştirici yorumlar batı tarzı yaşamı benimseyenler ile bölücülük yanlıları tarafından benimsenmektedir.

Türkiye’nin İslam Dünyası ile ilgilenmesinin batı ile ilişkileri kopardığından , Türkiye’nin ortadoğulu bir ülke gibi davrandığından  bahsetmektedirler.

Türkiye’nin mültecilere ev sahipliği yapmasından rahatsız olmakta ve aşağılayıcı ve sadece sorunları gören bir üslup kullanmalarından ötürü direnç oluşturup mülteciler konusunda sağlıklı değerlendirmeler yapılmasına engel  olmaktadırlar.

Türkiye’deki bölücü terörü göz ardı edip , sadece ortadoğu kaynaklı terörü görüp ayrıca destek verildiği şeklindeki  görüşe sahip olanların ise ihanet içerisinde oldukları açıktır.

Batının amacının bölünme olduğunu , Türkiye’nin de bölünmesini amaçladığı için  hem terör örgütü hem de siyasi uzantısı partinin gerek batıdan aldığı destek gerek Suriye’deki yandaşları ile irtibatı , terör eylemleri yapması , ülkemizde artık gerginleştirici yorum vb olmaktan dahi çıkmış ülkemizde ciddi bir terör sorununun ve terör yandaşlığı sorunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.Bölücü terör örgütü Suriye’deki gelişmeler neticesi yeniden batının taşeronluğuna soyunmuş ve cinayetler işlemeye devam etmektedir.

Suriye’deki bir diğer müdahil büyük güç Rusya’dır.Rusya’nın Suriye’de eskiden beri süregelen nüfuzunu kaybetmeme amacıyla rejime her türlü askeri desteği de vermek suretiyle katılmıştır.Suriye’deki Türkmen direnişini ciddi şekilde gerileten Rusya yaşanan insanlık dramının da  başlıca dış müsebbiplerindendir. Rusya’nın batı ülkelerine göre bölge ülkeleriyle devletler düzeyinde ekonomik ve siyasi ilişkilerinin pozisyonu Rusya’ya gerektiği tepkinin gösterilememesine yol açmıştır.Çin vb ülkelerde bu kapsamda değerlendirilebilir.

Türkiye’de Suriye gündemli Rusya kaynaklı görüş ayrılıkları ve yorumlar ise Suriye muhalefeti kaynaklı , Türkmenler kaynaklı ve reelpolitik gelişmeler kaynaklı yaşanmaktadır.

Rusya ,  Türkiye’nin doğalgaz başta olmak üzere ciddi enerji ilişkileri , nükleer santral yapımı , turizm ve Türkiye’nin ihracat kalemleri açısından bölgede önemli bir ekonomik aktör durumundadır. Türkiye ile Rusya arasında gergin ilişkilerin her iki ülkeye de fayda sağlamadığı fark edilmiştir.

Rusya’nın Suriye’de toplu ölümlere sebebiyet verecek şekilde rejim yanlısı askeri desteği , Türkmen bölgesinin rejim kontrolüne geçmesindeki rolü , rejime açık desteği ve ömrünü uzatması , Suriye muhalefetine  destek veren Türkiye’yi ve esedden nefret eden halkımızı vicdanen rahatsız etmektedir.

Türkiye’de çok sayıda batı taraftarı olup  rus yanlıları önemsiz orandadır. Türkiye’de İran’dan nefret edenler çok sayıda olup Rusya’dan nefret edenlerde hayli azdır. Rusya’nın kamuoyundaki bu algısı sebebiylede Suriye gündemli görüş ayrılıkları ve yorumlarda önemli yer teşkil etmemektedir. Konjoktürel tepkilerde yer almaktadır.

Suriye’de müdahil hem bir bölge ülkesi hem de İslam Ülkesi olan İran ise sadece Suriye değil bütün Ortadoğu da dengeleri alt üst etmiş şekildedir. İran’ın ekonomik , askeri ve siyasi yönden belirleyici bir siyasi aktör olması mümkün değildir fakat mensubu olduğu şii mezhebi nedeniyle diğer ülkelerde yer alan şii azınlıklarla yakın ilişki kurma ve bu gerginlik vasıtasıyla  kimi ülkelerde çıkan çatışmalar yoluyla nüfuzunu genişletme çabası içerisindedir.

İslam dünyasında mezhep çatışması riski var mıdır ? Teorik olarak şiilerin İslam Dünyasında % 15 ‘lik bir paya sahip oldukları ve iran dışında çoğunluk sağladıkları önemli bir ülke olmaması sebebiyle böyle bir riskin varlığından kolay kolay bahsedilemez.Fakat Ortadoğu haritası ve ülkelerdeki fay hatları ise uygun ortam bulduğunda bu çatışma riskine fırsat verilmesi ihtimali bulunmaktadır. Fakat bir diğer husus ise şudur ? Geleneksel Sünni çoğunluk ile Şiilik çatışması varmış gibi göstermek bir algı  olup gerçekliği bulunmamaktadır.

Bir takım gazetecilerin İran’da da Sünnilerin yani daeş vb kestiği insan görüntüleri var diye empati değerlendirmesi yapılması lazım şeklinde yorumlar. İyi de sormak lazım daeş Sünni midir , harici midir. Haricidir , hariciler kimdir neye düşmandırlar tarihte kimleri şehid ettiler vb bir bakın . daeş gibi bir örgüt din dışı bir örgüttür İslam ile falan alakası da olamaz fakat harici zihniyetteki saldırgan ve tekfirci anlayışa Şiilik – Sünnilik gerilimi derseniz , kusura bakmayın Müçtehid imamlarımıza , Ehl-i Sünnet İnancımıza , ecdadımıza ve daha doğrusu İslam’a büyük ve mesnetsiz şekilde  haksızlık etmiş oluruz.  Sünni olup bu görüşe meyledenler var mıdır  ,  aynı algı sebebiyle meyledenler vardır ama asla genel nitelik kazanması mümkün değildir.

Gelelim Suriye’deki Nusayri azınlık şiimidir ? Normalde klasik Şiilik ile ilgisi bulunmayan bu inanç mensuplarının konjoktürel anlamda İran ile ittifak halinde olması ve iran asıllı silahlı kuvvetlerin Suriye’de bulunması sadece İran’ın Şiilik motivasyonunu artırmasına katkı sağlamaktadır.Yine Suriye’de Lübnan Hizbullah’nın esed rejimi tarafından savaşması da aynı motivasyonun artmasını sağlamaktadır.

İran yanında Şiiliğin ana merkezini oluşturan Irak’ta güç dengesinin Şii Araplar tarafına geçmesi Irak’ın Araplardan ziyade iran ile yakınlaşması mezhep temelli yakınlıktır. Yemen’de yaşanan iç karışıklıkta taraflardan birinin İran destekli olması mezhep temellidir. Suriye rejiminin iran desteğini alması mezhep temellidir.Hizbullah’ın esed rejimine destek vermesi mezhep temellidir. Bazı körfez ülkelerinde ve Suudi Arabistan’da da mezhep temelli bazı gerginliklerin yaşanması mezhepsel fayların harekette olduğunu göstermektedir.

Burada kimsenin dini inancı üzerinden baskıya , zulme maruz kalması savunulamaz.İslam dünyasında az çok taraftar bulmuş Şiiler yüzyıllardır bu coğrafyada yaşamaktadır. Şiiler ile yüzyıllardır Hac vazifeSİ dahi beraber şekilde yerine getirilmiş olup İslam dünyasının dışında değerlendirilmemişlerdir.Hal böyle iken iran tarafından mezhepsel gücü siyasi nüfuz alanının genişletilmesi amacıyla mezhepçi bir siyaset yürütülmesi ise tenkit edilmesi gereken bir husustur. İran’ın mezhepçi politikasının genel anlamda bir mezhep gerginliğine yol açacağı kaygısıyla iran hakkında eleştiri yapılmaması ve yapılan eleştiriye tahammülsüzlük insafsızlık olur.

Karısını sabah akşam döven bir adamın , devamlı içki içip kötü bir yaşantı içinde yaşayıp hayatı ailesine zehir ediyorsa sadece karısına sabret evliliğini bozma diye nasihat edilip kocaya aman adamı sinirlendirirsek evliliği bozar diye nasihat edilmezse adalet , hakkaniyet olur mu ? Herkesin usulünce anladığı bir dil vardır bu dili kullanarak menfi duruma müdahale edilmesi şarttır. Karısının suçu varsa karısına nasihat edilir onunda anladığı dilden. Hem suçlu hem güçlü olursa vicdanlar yaralanır.Vicdanların kabul etmediği bir hususun gerçekleşme ihtimali yoktur.

İran’a mezhepçi demek bunu yaymak Müslümanlar arasında çatışma riskini artırır , batının fitne operasyonlarına geliriz , kan dökülür , tuzağa düşeriz şeklinde yorumlarda vardır.Ben bu yorumlara haksızsınız , ne alakası var demiyorum. Elbette İslam dünyasında ortaçağ avrupası gibi bütün insanlığın gözü önünde sırf inanç farklılığından insanlar birbirini öldürmesini , yaşanan karışıklıklardan İslam düşmanlarının keyfe gelmesinden rahatsızlık duymalıyız böyle bir şeye mani olmalıyız ama insafla , tarafsızlıkla. Eleştiri tek taraflı yapılırsa , haksız şekilde yapılırsa bu fitneyi önlemez , artırır. Tespiti doğru yapmak lazımdır.Hiç bir ülke ve toplum geçmişiyle ve geleceğiyle karalanmaz. İran bugün mezhepçi yaklaşımı varsa ilerde olmayabilir , şimdi mezhepçi politikası olmayan bir ülke mezhepçi politikalar yapabilir . Bunlar varsa bu hata ve kusuru usulünce ifade etmek lazımdır. İranı sert şekilde eleştirenler ifrada kaçtığı gibi bu eleştiriyi eleştirenlerde ifrada kaçmış haldedir.İran eleştirdiğin kadar amerikayı , rusyayı eleştirmiyorsunuz diyenler iranı da bir kez bile eleştirmeyerek inandırıcılıklarını yitirmektedirler.

Şiilik ile iran özdeşliği de ayrı bir problemdir.Eğer bir şii – Sünni gerilimi tehlikesi varsa Şiilik üzerinden değil iran üzerinden yorum yapıldığında insanlar devamlı neden iran deme ihtiyacı hisseder.İran bir komşu devlet olarak siyasi anlamda bir işbirliği ve çatışmamazlık ortamının izahı yapılabilir ve makul karşılanır.Fakat iran dostluğunu şii inancını ve akidesinin makullüğü üzerinden yapmaya kalkışmak ise bu meselenin halledilmemesidir.İnanç hususu matematiksel bir durum değildir. Herkesi kendi inancında değerlendirmek ve değerlerini hafife alma gafletine düşülmemesi gerekir.Şiilik , Sünnilik yokmuş gibi davranamayız , varlar ve var olmaya devam edecekler sadece bir birimizin huzurunu bozmamayı öğrenmeliyiz.

İnsanlar yaşadıkları toplumun , geçmişlerinin , tarihlerinin ve inançlarının değerlendirmesini yapıp bin düşünüp bir konuşup üslubunu iyi seçmelidirler.İyi niyetli ve vahdet temelli yorum ve konuşmalarda eğer iran algısı yükseltilirse tepkiselliği artırmaktan başka hiçbir işe yaramaz.Sosyal medyada vb mecralarda aşırı ve anlamsız iran övgüsü iran nefretini artırmaktan başka bir işe yaramaz. Meseleyi iran dışında , Şiilik dışında değerlendirip aman bu kelimeleri ağzımıza alır , olumsuz yorumda bulunursak bu algıya hizmet ederiz kaygısı aksi kanaatlere hizmet etmektedir.Birlik ve vahdet vurgusu yapılacaksa usulünce ve üslubunca yapılmalıdır.medeniyetin dışarıdan gelen güçlerle devrilmesi , yok olması acı tecrübelerdir. Yeni gelen hakim gücün inancının farklılığı her zaman çok acı sonuçlara yol açan kırılmalar doğurur.

Bir diğer hususta Türkiye için Şiilik – Sünnilik ayrımı bir anlam ifade etmezken kendi içimizde fikirsel ayrışmaya hizmet etmekten başka bir tartışma yaşanmamaktadır. Hangi zamanda hangi mekanda hangi mecrada hangi konunun hangi dozajda konuşulması bilinmemektedir .Halepte insanlık dramı yaşanırken insanların vicdanı parçalanırken iran temelli dış politik analiz yapmanın zamanı ve zemini değildir.Müfrit diye bir kelime vardır bazı görüşlerin müfrit destekçileri vardır bu tip netameli konularda bu tür müfrit kişilerin görüşlerine yer verilmemelidir.Çünkü bu kişiler uzun zamandır tepki biriktirmiş kişilerdir , isimleri insanları irite etmektedir.

Sonuç olarak İslam dünyası birlik yaşayamaz gibi bir inanç içinde olamayız. İnançlar üzerinden çatışma zemini kuramayız.Tarafgirlik yaparsak haksızlıklarına artmasına yol açarız.Usul ve üslup endişesi yaşamazsak gereriz. Vicdanlara hitap etmezsek inandırıcı olamayız.

İslam dünyasının gözü önünde Suriye’de yaşanan dram bizleri derinden yaralamakta ve üzmektedir.Bir an önce eli kanlı zalim rejimden kurtulmaları , mülteci olanların vatanlarına dönmeleri , geçmiş husumetlerin devam ettirilmeyip huzur içerisinde bir yaşama kavuşmaları hepimizin temennisidir.

Batılı , doğulu bilumum güç ve devletin insan yaşamını mahveden , mezalimlere kapı açan politikalarını reddetmek zorundayız. İslam Medeniyeti dört bir taraftan saldırı altında olup içeriden , dışarıdan her gün medeniyetini canıyla , kanıyla yaşatma savaşı vermektedir. Bu medeniyetinin çöküşten kurtulması huzur ve sükunetin yeniden sağlanıp birlik ve beraberliğimizin tesisidir. Yoksa daha çok mahvolmuş şehirler ,  harabe binalar , boğulan çocuklar , göç eden insanlar görürüz. İslam kardeşliğini , kardeşliği bozanların faaliyetlerine son verilmesi ve son verme çağrılarıyla hakkaniyetle , adaletle , inandırıcılıkla ve başta iyiniyetle tesis edebiliriz. 16.12.2016

 

Mehmet Emin Başalp

 

 

 

Avustralyada Bir Silleli

Avustralyada Bir Silleli img_3568 img_3569

Fethi Gemuhluoğlu ” Dostluk Üzerine ” adlı irticalen yaptığı konuşmasında şöyle diyor ve meseleyi özetliyordu. ” Her şey gönülde cereyan ediyor. Ve insanlar, biz zannediyoruz ki, hâl-i cimâ’dan doğuruyorlar. İnsanlar hâl-i cimâ’dan doğmuyorlar. İnsanları gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gönül çocuklarının çoğu onun için “yol evlâdı” oluyor, “bel evlâdı” olmuyor. Tasavvufta, yol oğlu olmak, bel oğlu olmaktan; yol evlâdı olmak, bel evlâdı olmaktan onun için mukaddemdir. ” Evet bizi bir araya getiren , muhabbet kesbeden meselenin özü , esası buydu.

Mustafa Feyzi Tosun nam-ı diğer Tosun , Mustafa abi bizim sevdiğimiz bir dosttu , kendisi Avustralya’ya hicret edeli oluşturduğu boşluk bizi bu yazıyı yazmaya sevketti. Hicret diyorum zira Mustafa abi ekonomik kaygılarla gitmedi , hizmeti öncelikleyenlerdendi , ilk hicretide değildi , gideceğinide biliyorduk , gitmesine hem kendi adına hemde Avustralyalı müslümanlar adına sevindik ama ayrılık insanları zaman zaman hüzünlendiriyor.İnşaAllah oralarda da güzel hizmetlerde bulunur. Bu uzak diyarlarda Merhum Prof.Dr.Mahmud Esad Coşan Hocaefendi’nin başlattığı tebliğ ve irşad çalışmalarında öncü ve yardımcı olur.

Mustafa Abiyi ortaokul yıllarından MSR Anadolu İHL’den Tosun namıyla duyardık lakin tanışma fırsatımız olmamıştı. Lisede aynı okulda olunca bizden bir dönem üstte olsada aynı arkadaş grubuna dahil olmuştuk.

Mustafa abi aksiyon demektir , muhabbet demektir , heyecan demektir , ideal demektir bu huyları aradan zaman geçsede değişmedi.Sözüne sadık ve samimiydi , becerikliydi , elinden çok iş gelirdi , pratikti gerçi bazen aniden parlayıverirdi ama çabuk geçerdi. Mustafa abi dostluğu , kardeşliği ön planda tutar önem verir , pekiştirirdi. Bu kolay bir haslet değildir , dost kazanmaya devam , dostlarla devamlılık.Mustafa abi masabaşı iş gibi işlerde çalışabilecek biri değildi , sahada olmalıydı. Hareketlilik doğasında vardı gerçi aksiyon mu Mustafa abiyi buluyordu yoksa Mustafa abimi aksiyonu oda pek belli değildi.Türkiye’de bulunduğu dönemde kısa süre çalışmış olduğu işte dahi bir gün bakıyorduk Hindistan’dayım , bir gün Güney Afrikadayım diyordu. Bizler evden işe , işten eve giderken 🙂

Mustafa abi ile lise yıllarından sonra üniversiteyi kazanıp şehir dışına gidince uzunca bir süre yaz tatillerinde karşılaşabildik bu sürede pek derinlemesine muhabbet edememiştik ama muhabbet meclislerinin baş köşesinde yer alır , eşi , dostu toplamaya gayret gösterirdi. Düğününe katılmış hemen akabinde de Avustralya’ya gitmişti. O süre zarfında da irtibatımız olmadı , gittiği Avustralya’dan sanırım 2011 yılında askerlik için dönmüştü. Bir gün camide uzaktan gördüm , dönmüştü , şaşırmıştık. Bu arada bende askere gittim o benden sonra gitmiş bir süre daha görüşemedik ama daha sonra bir grup arkadaşla pazartesi günleri mutad oturmamız olurdu , muhabbete çıkışlarda da devam etmeye başladık. Muhabbet muhabbeti açıyordu , haftada bir buluşurken , iki , iki buluşurken üç buluşuyorduk , küçük bir arkadaş halkasındaki muhabbet çelikleşiyor müthiş keyif veriyordu. Belki aynı mevzu bir kaç kez başa sarsada keyifliydi. Mustafa abinin keyfi yerinde oldu mu Avustralya maceralarını anlattımı da büyük keyif alıyorduk.

Gel zaman git zaman aklımızda düşünceler vardı , gençler ile ilgili bir şeyler yapalım. Oluru alıp bir bu muhabbet ekibinin de yer aldığı bir ekip kurduk ama ne ekip , efsane bir ekip. Bir sene gibi bir zaman zarfında daha sık buluştuk bir çok proje ve faaliyet ürettik , gah zorlandık gah neşelendik. Her şeyin nihayeti var bu çalışmamızda sonlanmıştı , bu arada Mustafa Abi’nin Avustralya’ya geri dönme çabalarıda hız kazanmış ve bir gün aniden gidivermişti. Gittiğinde tam kavrayamasak da zaman geçtikçe eksikliğini hissediyorduk , Allah’tan Whatsapp varda yazılı bari muhabbet edebiliyoruz.

Tahir Büyükkörükçü Hoca vaazlarından hatırlarsınız o duygulandığı kendine has ses tonu ve vurgusuyla Kapu Camii kürsüsünden şöyle seslenmişti ” Dünya ayrılıklar dünyası , neş’eside , süruruda , vuslatıda kısa sürer” evet dünya hayatı kısadır , ayrılıklar vardır. Gerçi yazı biraz fazla hüzünlü oldu gibi ama daha devam eden hayatımızda Allah daha neler gösterir bilinmez , hayatlar nerede tekrar nasıl kesişir bilinmez.

Neyse ayrılık hüznünü bir yere bırakalım Mustafa Abi ile ilgili bir kaç anımıza değinelim. Mustafa abi ile yolculuklar hayli keyifli idi. Nevşehir Kozaklıda o acayip otelde hayli eğlenmiştik , Denizliye düğüne gitmiş pek çok dostla bir araya gelmiştik kim bilir belki bir daha ne zaman toplanılabilir.İstanbul yolculuğumuzda olmuştu.Bizim köyde gerçekleştirdiğimiz pikniğide unutamıyorum , iyiki yapmışız , piknikten , yemekten aldığımız zevk yanında esas muhabbet , maneviyat şahaneydi. Lakin benim hep anlatıldıkça katılamadığım için hayıflandığım yaz kampları maceraları idi , ortaokul yıllarında en hareketli çağlarını yaşayan gençlerin çevirdikleri türlü fırlamalıklar , Mustafa Abide başrolde olanlardandır.

Haa tabi bu arada bizde bir grup arkadaşla tatile gittik Kemer’e , hava bozuk ve soğuk , deniz dalgalı ” ben okyanusta yüzmüş adamım ” diyip denize atlayan Mustafa abi , dalgalardan kıyıya gelemiyordu. Sanırım can simidini iskeleden ben atmış olsaydım ( ki engellediler ) sanırım bu yazıyı o zamanlar çok daha hüzünlü şekilde yazabilirdik :))

Mustafa Abi denildimi birde Konya’nın düğün öncesi damat eğlencesi çetnevir gelir. Katıldığı çetnevirlerde Mustafa abi idareyi mutlaka ele alırdı , oynattığı oyunlar , vurduğu kemerler , şimdi gülümseten hatıralar.Allah’tan Avustralyaya gitmeden benim düğüne katıldı ama ben ne gerek var çetnevire demiştim , keşke yapsaydık hatıra olurmuş.

Velhasıl Kapu Camiinde sabah namazından sonra yağ somunu yediğimiz , akabinde Medrese’de muhabbet ettiğimiz bu mekanlara yeniden gittikçe nedense hep Mustafa Abiyi hatırlatıyoruz.Demekki iz bırakmış.

Tabi bunu anmadanda olmaz Mustafa Abi Silleliydi.Silleliyim derdi , Sille Türküleri gibiydi.

Hatıralardan dem vurduk , anlatılacak olan bitmez yazı uzar. Mesele dostluk , kardeşlik , ihvanlık. Hem bu dünyada hem ahirette dostluk Baki kalsın. 17.11.2016

Mehmet Emin Başalp

Gubuzluk Üstüne – 1

image

GUBUZLUK ÜSTÜNE – 1

Gubuzluk üstüne literatürde pek bir şey bulunmayınca gubuzluğun ne olduğu kimin gubuz olduğu veya olmadığı şeklinde biraz mizahi biraz hiciv biraz edebi becerebildiğimiz kadar bir şeyler karalayacağız.Gubuz Konya’ya has bir tabir , Konya’da anlam buluyor , gubuzluk burada yaşanıyor , şekilleniyor.Gubuzluğu en ince detaylarına kadar anlatmaya çalışacağız çünkü tarifi zor , benzer nitelemelerden , kelimelerden farkı var. Artık dilimiz döndüğünce izah etmeye çalışacağız.

Gubuz zor beğenir mi ? Evet gubuz bir insansanız zor beğeneceksiniz ama bunun sizin özel yaşamınızdaki kişisel beğenilerinizle bir alakası yoktur , alışverişe gittiniz ayakkabı beğenemiyorsunuz , yok okuduğunuz şiiri beğenemiyorsunuz falan bunlar seçici veya mükemmeliyetçi dediğimiz insanlardan olduğunuzu gösterebilir ama gubuz değilsinizdir.Gubuz olmak için başkalarına ait şeyleri beğenmeyeceksiniz.Burada da herhangi bir kriter olmayıp kriter beğenmemektir.Konyamızda “ her şeye kesir kusur bulup durma “ falan diye bir deyim vardır sanırım bunun aslıda kesir ve küsur ama küsur kusura dönüp bir şeyin esasında kusuru olmadığı halde zorlamayla kusur bulma çabası anlamını ifade eder.Gubuzda bu şekilde kusuru olmayan şeylere kusur bulup beğenmez fakat burada yine bir nüans var gubuzun geçerli ve kendince mantıklı bir kusur bulması gerekir.Duvar boyasında maviyi beğenmemesi mavi rengi beğenmediğinden değil evi karanlık gösterdiğinden falan olması gerekir. Kimi zaman bir evi küçük olmakla beğenmeyeceksin , yeteri kadar büyükse ısınmayacağından dolayı beğenmeyeceksin , şuradaysa oradan dolmuş geçmediğinden , o taraftaysa çöp koktuğundan , kenardaysa kenar mahalle olduğundan , merkezdeyse trafik sıkışık olduğundan , yandaysa çingene mahallesine yakın , yeni yerleşim yerlerindeyse uzak , ev onuncu kattaysa yüksek , ikinci kattaysa yol gürültüsünden durulmaz , bahçeliyse bahçe bakımı pek zordur , daireyse bahçesiz evde daralırsın , efendim şundan bundan şehrin herhangi bir bölgesinde herhangi bir nitelikte bir evi beğenmemek için olabildiğince zorlamadan dahi fazlaca kusur ve bahane bulabilirsiniz sizde her ne kadar ideal bir evde yaşamıyor olsanız da gubuzsanız ve gubuzluk yapacaksanız bunları yapmak mecburiyetindesiniz.

Gubuz abartır mı ? abartır abartması gerekir , gubuz zor beğenir dedik ama bunu bazı şekillerde ifade etmesi gerekir ya bunu çok konuşarak ve vurgulayarak yapacak bu çok konuşan gubuz türüdür.Ev örneğinden evi beğenmemek için kusurları hakkında duyduğu duymadığı , bildiği bilmediği ne kadar bahane varsa üst perdeden sıralayacak yoksa şehrin dışında bir eve gidip sohbet arasında buralarda biraz uzak falan gibi üç beş kelimeyle geçiştirmeyle , etki bırakmayan ifadelerle gubuzluk olmaz abartmak , uzatmak ve muhatabın canını sıkmak lazım. Bu abartının birde aksi durumu var buda az konuşan gubuz türüdür bu sözlerini değil tepkisini abartır yine ev örneğinden şehrin dışında bir eve ziyarete gitti , bu konulara sohbet sırasında girmedi ama giderken yüzünü ekşitti biz bir daha buralara falan gelemeyiz , uzak , ne demeye oturdunuz falan diyip canınızı sıkıp koyup gitmiştir.

Şimdi yeni sorular daha çıktı gubuz çok mu konuşur ? gubuz az mı konuşur ? Gubuz mübalağa mı eder ? Mübalağa ederse palavra atar mı ?

Mübalağadan başlayalım mübalağa bir edebi sanattır esasında , ilgi çekmek anlamı pekiştirmek için kullanılır ama edebiyat dışında abartı anlamına gelir mübalağa her alanda olabilir ve için işine mizahi boyutta girdiği için herhangi bir ölçüsü de yoktur ama gubuzluğun abartısı başkalarını beğenmeme , kendini övme alanında olacağı için mutlaka ama mutlaka ölçülü olmalıdır.Gubuzun komik/gülünç duruma düşmemesi gerekir.Onun için muhabbet ortamındaki , neşeli ortamdaki mübalağanın gubuzlukla ilgisi olmadığı gibi desteksiz mübalağada da bulursan attığın ortaya çıkar kaale alınmasın oysa gubuzluğun önemli bir şartıda kaale alınacak , muhatabında etki bırakacak olmandır.

Ölçülü mübalağayı bir örnekle açıklayalım , kurban ; kurban fiyatı , kurban fiyatına göre çıkan et miktarı falan az çok belirlidir ama gubuzun kurbanı standart dışıdır. Şimdi danayı 1.000 TL ye aldık , 7 hisse hepimize 30 kilo et düştü dersek çok fena atarsın kimse kaale falan almaz bu gubuzlukta olmaz palavracılık olur. Öncelikle danayı biz bir arkadaş grubumuz var yıllardır aynı ekip aynı yerde keseriz , aynı yerden alırız diyeceksin bu palavra olsa da sonrası için temel atmadır.Aldığımız yer hayvana çok güzel bakıyor bu et fazla çıkacak , yağsız çıkacak ya ona temel , yıllardır aynı yerden alıyoruz sahibi ile ahbap olduk buda fiyat ucuz olacak ya ona temel , arkadaş grubumuz çok iyi buda işler erkenden bitti ya ona temel.Hal böyle olunca dananın fiyatı çok hesaplı , hisse miktarı da fazlaca , bunlar kırpılmış ,eklenmiş , gerçek hadisenin dönüştürülmüş hali olsa da insanlar sizi takdir etmek durumunda kalacak sizde gubuzluğunuzu yapacaksınızdır.Bu sırada gubuzluğunuzu karşınızdakine hissetirdiyseniz , arkanızdan gubuz herif de dedirttiyseniz bundan içten içe keyif alacaksınızdır.

Mevzu uzun bir yerlerden başlamalıydık devam edeceğiz. 03.11.2016

BİR FİLM DÜŞLÜYORUM

Çoğu kimsenin belki aklına gelmiştir , düşünmüştür fakat hem senaryosunu yazmak , hem bu karakterleri hiç sırıtmayacak şekilde canlandırabilecek oyuncu bulmak , Konya’nın o kendine has konuşma ağzını , esprilerini yakalayabilmek ve  yaptırabilmek , kostümler , çekimin yapılacağı mekanlar derken  gerçekten kaliteli bir film çekilecekse hayli titiz bir çalışmaya , senariste , yönetmene ve bütçeye ihtiyaç olduğu açık , büyük iş aslında ama insan düşlüyor işte.

Bu film öyle bir filmdir ki karakterlerin kimi önce yaşamış , kimi sonra yaşamış olabilir , kimi belki hiç karşı karşıya gelmemiş de olabilir fakat burada gençliği mi gelir , yaşlılığımı gelir yan yana gelecekler.Kimi karakterlerin belki yıllar sonra yaşadığı bazı olaylar , ilginç olaylar , komik olaylar buraya adapte edilebilir.Kimi karakterlerin gerçek kimlikleriyle değil üç – beş karakterin birleşiminden esinlenme karakterlerde olabilir. Belki o ara şehri gezmeye gelen bir kişinin gözünden de anlatılabilir bu film , teknik çok ama bu film  her şeyiyle Konya olur , Konya’nın kadim kültürünün enfes bir manzarası olur.

Devir zorunlu olarak devri- Hamid , Konya Valisi Avlonyalı Ferid Paşa , Abdülvahid Çelebi’de Çelebilik makamında.Hem çelebinin Abdülhamid Han’a muhalif hallerinden hem hiciv hem mizah ayrıca Ferid Paşa ile çekişmelerinden de hayli malzeme çıkar.Asitane’de bir sema ayini şerifi canlandırılır ki , izleyenler o güne gider , şimdiki merasim gibi falan zannetmesinler.Bu öyle bir sahne olmalıdır ki , kült haline gelmelidir.Ayrıca Mevlevi adap ve erkanı da bu filmde çok güzel bir şekilde gösterilebilir.

Konya’nın malum o senelerde su sorunu vardır , Ferid Paşa’nın Konya’ya su getirme çabaları , bu sırada taşraya yaptığı geziler , çaresizlikler , imkansızlıklar yanında başarılar , akıl vermeler , uyanıklıklarda çok güzel işlenebilir.Ferid Paşa çevresinde çok insan konuşturulur , olaylar halledilir veya yansıtılır.

Ferid Paşa filmde olurda Cambaz Deli Osman Ağa olmaz mı , Deli Osman Ağa’nın o zamanlar menzil denilen at arabacılarının merkezinde akşam dostlarıyla yaptığı yarenlikler canlandırması hayli zor ama müthiş bir sahne olurdu.Onun burada ehlikeyf yaşamından örnekler verirken tabi sansürlememek de lazım bu sahneleri , küfürde olur , argoda olur , içkide olur.Ama ya hayırseverliği onunda mutlaka ve mutlaka bu filmde  işlenmesi lazım , ehh bu Cambaz Deli Osman Ağa , vali Ferid Paşa’nın huzuruna atla çıkmıştır.Konya Valiliği merdivenlerinden atla çıkan bir adamın çekildiği sahnelerde olacak bu filmde.

Bu filmde  Aşık Şem’i de olsun ,aşıklar kahvesi de olsun.O kahve ortamı o kültür bütünüyle yansıtılsın.Şiir olsun , hat olsun , keçecilik olsun , Hattat Mahbub Efendi’de olsun. Efendim o büyük  çarşı yangını öncedir ama bu filmde yaşansın  Kapu Camii’ni yeniden inşa ediverilsin.Kapu Camii’nde sonraki yıllarda imamlık yapmıştır ama imamı Hacı Haydar Efendi olsun.Vaizi Bülbül Hoca olsun.Hacıveyiszde Hoca medresede genç bir hoca olsun , İbrahim Hakkı Konyalı bir talebe olsun.Ahmet Ziya Efendi’ler  tasavvufu bir anlatsın da  film nasıl çekilir görülsün.

Konya’nın oturak alemi de olsun bu filmde , kabadayılarda olsun , aşıklarda olsun , türküde olsun , sazda olsun , kaşık şıkırtıları da olsun.Meram bağlarında gezilsin.Bayramlaşmalarda olsun , kurbanlarda olsun , düğünlerde olsun , göçlerde olsun.Kara Trende olsun , faytonda , atta .Gayrimüslimlerde olsun , meczuplarda olsun , toprak damlı evlerden , mezarlıklardan görsel bir zenginliği olsun.

Meşhur Tayyip Ağamızda olsun , o yine mizahını konuştursun , hazır cevaplılığıyla millete laf yetiştirsin , arada bir küfürde savursun.Hacı Battal , Sıçanlı Ahmet Efendi çok yesinler sahnelerde onların yanında konu yemekten açılsın , o halis Konya yemekleri yenilsin ,  yapılsın  bu filmde.Patlıcan ortanın kokusu  duyulsun filmde.

Daha kimler kimler olmasınki , kimi bir sahnede görünüp gitsin figüran gibi olsun önemli değil  , insanlar renkli , neşeli olsun.  Konya yolları tozlu olsun. Alaaddin’den Mevlana’ya gidilsin , bedestende dolaşılsın olsa olsa bir cadde de İstasyon Caddesi olsun.Konya havalarıyla , mizahla , yaşantısıyla ne hoş bir film olur değil mi ?

Filmin bir başrole ihtiyacı yok , oladabilir , sanki yüzyıldan fazla öncesinin Konyasına gidip şöyle bir bakmış ve geri dönmüşüz gibi birkaç gün veya haftanın yaşandığı , belki bir iç sesin zaman zaman konuştuğu bir film.Belgesel ve sanat filmi sıkıcılığında değil , Süt Kardeşler filmi kadar akıcı bir film olmalı , zor ama böyle bir film neden olmasın bence düşlemesi bile güzel.28.09.2016