KRİTİK VE ANALİTİK DÜŞÜNMEDEN , NE ANLADIM

KRİTİK  VE ANALİTİK DÜŞÜNMEDEN NE ANLADIM

Kritik ve analitik düşünme yani eleştirel ve analizci bir düşünme yöntemi kişinin kendine , etrafa , geçmişe , geleceğe ve olaylara bakışında son derece önemli ve gereklidir bu konuda bir şüphe olduğunu düşünmüyorum. Evet insan düşünen bir varlık fakat düşünmesi , düşünme faaliyeti sonunda doğru çıkarımlara ulaşacağı anlamına gelmez.Düşünme faaliyetini en doğru şekilde yönlendirebilecek bir takım usul ve esaslara ihtiyacı vardır.Kritik ve analitik düşünmede bu düşünce sistemlerinin başlıcalarındandır.

Kritik ve analitik düşünmenin toplumda yaygınlaştırılması amaçlandığından epey bir zaman öncesinde de duyduğumu bu kavrama dair  okuduklarım oldu belki bu konuda birkaç seminer ve atölye çalışmasına da katıldım , sosyal medyadan vesaire takip ettim bir anlamda görüp gözettiklerimden ne anlamışım diye fikrimi beyan etmeye karar verdim pek tabiî ki bu yazımda bir kritiğe tabi tutulursa herhalde daha iyi anlaşılır veya anlarım diye düşünüyorum.

Kritik ve analitik düşünmeyi bir hayat felsefesi , temel bir çalışma alanı haline getiren kişi veya kişilerin en başta şahsi olarak beklentim tutarlılık olacaktır.  Zira kritik ve analitik düşünme yetisi , becerisi kazanmak bir tür meslek edinmek veya ders , seminer anlatımı gibi mekan ve zaman sınırlaması içeren bir uğraş değildir kanaatimce. Yani kritik ve analitik düşünme becerisine sahip kişi onu başta düşüncesine , hayatına , işine , diline , üslubuna yansıtmış olmalıdır. Daha iyi bir örnek olması bakımından sık rastlanan bir sorun vardır meslek olarak sporculuk , görürsünüz çoğu zaman  futbolculuk döneminde iyi bir sporcu olan, beslenmesine , sağlığına dikkat eden , kötü alışkanlıklardan uzak duran bir futbolcu   profosyonel sporculuğu bittiğinde çoğu zaman tam tersi bir yaşama sahip olabilmektedir. Bu esasında onun spor yapmadığını göstermektedir. İşte düşünmede  bir mekanda ve zamanda sınırlı olmayıp hayata aksetmelidir. Misal kritik ve analitik düşünme  konusunda  konuşurken kritik ve analitik düşünme metotları doğrultusunda beyanda bulunurken konu değişince o kritik ve analitik düşünmeye göre benim şahsi düşünceme göre ise şöyledir böyledir şeklinde günlük düşüncesini ifade eden kişiler kritik ve analitik düşünmeyi  bir ilgi alanı gibi gördüğü sonucu ortaya çıkar. Kritik ve analitik düşünmenin yaygınlaşamamasının en önemli sebebini ben bu olarak görüyorum , kritik analitik düşünmeyi hedef alan kişi başta bunu kabullenmeli ve tutarlı şekilde devam ettirmelidir.  Daha da açık ifade etmem gerekirse kritik ve analitik düşünme becerisine sahip kişinin hayatta tezat düşünceler ve davranışlar içerisinde olmaması gerekir , düşünce ve davranışlarında uyumu korumalıdır. Maalesef en fazla karşılaştığım husus kritik ve analitik düşünmenin çoğu kişi tarafından  salon ve seminer ortamlarına hapsedilip hayata aksetmediği , kritik ve analitik düşünmeyi anlatanların zaman zaman  herhangi bir fikir ve ideoloji tanıtıyormuşcasına kendilerini üçüncü kişi pozisyonuna koymalarıdır.  Oysa fikir beyan edilmeden üzerine sıkça düşünülmeli , zihinde şekillenmeli ve öyle söze çevrilmelidir.Kritik ve analitik düşünmeye ait birkaç yöntemi her olayda her kapıyı açan anahtar misali gibi kullanılması belli zaman sonra düşünme yetisini kısıtlar. Kritik ve analitik düşünen kişi analitik düzlemin genişliği gibi düşünce ve yöntemleri her daim genişletmelidir ki daha iyi görsün ve anlayabilsin. Özetlemem gerekirse kritik ve analitik düşünmeye odaklanmış kişi hem düşünebilmek hem de insanları bu düşünceyi ifade ediyorsa önce kabullenecek , tutarlı olacak , düşüncesini ve yöntemlerini genişletecek.

Kritik ve analitik düşünme olayların gerisinde olanı görebilme , manipülasyon ve yanıltmalara kapılmama , gelişmeleri anlamlandırabilme , doğru kıyaslar yapabilme , farkındalığını ve toplumun farkındalığını artırabilme , gündelik , anlık değişebilen popüler söylemlere kapılmadan olayları zihni bir muhakeme ve doğru yöntemlerle değerlendirebilmektir. Bu hususun ise geniş bir çalışma alanı oluşturduğu hususu tartışmasızdır. Esasında kritik ve analitik düşünmenin zevkli kısmını da burası oluşturmaktadır. Anlamlandırabildikçe ilgisi artacak ve daha fazla bu konuda düşüncesini temellendirebilecektir. Fakat yukarıda da belirttiğimiz üzere kişinin adeta analitik bir düzlemde düşüncesi ve yöntemlerini genişletmesi gibi kişinin daha fazladan donanımları da olmalıdır. Kişinin geniş bir bilgi ( malumat anlamında ) ve kültür derinliğine sahip olması da gerekir. Geniş bir bilgi hazinesi olmasını şu açıdan önemserim , dar bir bilgi birikimi ve araştırma geçmişi kişinin basit değerlendirmelerde bulunmasına yol açar. Bunu nasıl daha iyi izah edebiliriz kritik ve analitik düşünme yöntemlerinden biri sorgulamadır fakat iyi bir sorgulama yapmak için sorgulanan hususu da bilmek gerekebilir. Yoksa oldukça tezat sonuçlar çıkar , kitleler böyle davranır , şöyle davranır tamam bir takım usuller vardır ama bu yöntemleri kullanırken o kitleyi de iyice bir bilmek gerekir usuller ile vakıalar arası uyumu kişi ancak böyle sağlayabilir. İnsanların malumatfuruş olması da bir ideal değildir fakat gerçek bilgi ve rivayet ile nasihat temelli uydurulmuş metinlerin dahi farkına varamayan bir kişinin bilgi , malumat seviyesi sorgulanabilir.Sosyal olmayan , kapanık bir ortam ve düşüncede yaşayan kişilerin  sosyal olaylara bakışı bazen karikatürize olur.  Ayrıca kültür hadisesi de son derece önemli olup kültür derinliği olmayan bir kişinin başta toplum üzerine yaptığı analizlerde hatalı çıkarımlar yapabileceğini düşünürüm. Burada kültürden kastım  o ülkenin en nihayetinde müzik kültürünü , gündelik kültürünü , kavga kültürünü , aile kültürünü , düğün kültürünü ve hatta argo kültürü gibi çok değişik alanlarda az buçuk bilgisi olması gerektiğidir. Aksi halde biraz soyut düzlem de , kopuk analizler ortaya çıkar. Bu hususun bir yansıması olarak kritik ve analitik düşünme hususunda ortaya çıkan çıkarımlarda sertlik ve köşelilik , toplumun anlayacağı bir dili tutturamama veya kendini ifade edememe , kontrollü bir dil kullanma endişesi nedeniyle tutukluk , can alıcı noktaları belirtmekten ziyade yüzeysel bir sıradanlık kendini gösterir.Çünkü düşünce kendini ya sözle ya yazıyla ifade edilir.Bilgi birikimi , geniş kültür derinliği , sosyallikten kaynaklı pratiklik düşünceyi iyi ifade etmeye , dar malumat , kültürsüzlük , asosyallik ise donuk ifadelere sebebiyet verir düşüncesini ifade edemez veya karikatürize olur , yanlış anlaşılır.

Bu hataya sinema ve edebiyat eleştirmenleri de sıklıkla düşer , popüler filmler ve sanat filmleri ayrımından bahsediyorum.  Evet gerçekten çok iyi düşündüren sanat filmleri vardır belki bir defa izlenildiğinde anlaşılmayan ,  sıkıcı geçen ama bir sahnesiyle insanları kendine çekebilen ama saçma , absürt sanat filmleride vardır , gerçekten saçma bir filme sırf sanat filmlerine özgü bir dil ve yöntem kullandı diye  sanat filmi itiabrı gösterilemez. Aynen kritik ve analitik düşünmede de söz ve yöntemlerin kritik ve analitik düşünmeyi andırıyor olması  onun kritik ve analitik düşünme üretimi bir fikir olduğunu ortaya çıkarmaz. Popüler bir filmde kritik ve analitik düşünmeye has yöntemlerle düşündürebilir onlarda sırf popüler öğeler barındırıyor diye aşağılanmayı hak etmez. Kritik ve analitik düşünme üzerine görüş beyan edenlerle en fazla anlaşamadığım nokta bu olmuştur kritik ve analitik düşünmeyi belirli kalıp içinde , saksıda yetiştirmeye çalışmak diğer tüm fikir ve yöntemleri popülerlikle ithama gider. Oysa popüler öğeler bulundurması onun kritik ve analitik düşünmeden uzak olduğu anlamına gelmez.  Sadece bazı metinler ve kalıplar doğrultusunda soğuk ve soyut düzlemden ziyade canlı , gerçekleşmiş hadiselerden kritik ve analitik düşünmenin kendine temel bulmasını daha doğru olduğunu düşünürüm.

Kritik ve analitik düşünmede tedbirlilik ve şüphe herhalde önemli bir kıstastır. Fakat  bunların aşırısından kaynaklı komploculuk , gizemlilik ve aşırı güven gibi hadiselerde kişiyi yanlış oldukça yanlış yönlendirir.  Esasında bunun çözümü şudur kişinin fikrinde inatçı olmaması , kendini de eleştirebilmesi , kendini de alaya alması ( burada kastım kişin kendini de basit görüp fikri eğer geçerli değilse yanılmışım diyebilme erdemini göstermesi ) ve fanatikleşmemesidir. Kritik ve analitik düşünmede aşırı güven nasıl olur derseniz şüphesine aşırı güvendir bunun sonucu şüphelerini doğru olarak kabullenmeye gider. Oysa gerçek hayatta böyle bir şey olmaz. Bu konu esasında aşırı güvensizlik diye tarif edilir oysa ben bilerek aşırı güven diye nitelendirdim. Zira diğeri zaten sağlıklı bir düşünce ürünü değildir bir tür akıl rahatsızlığıdır. Orijinal bir tarif olduğunu düşünüyorum kritik ve analitik düşünenler ne der bilmiyorum. Komploculuğun ise sonu yoktur hayatta bir araya gelmemiş hatta aynı dönemde yaşamamış kişileri bile bir biriyle yedi yimidört istişare eden ve plan yapan kişiler haline getirebilirsiniz.Gizemlilik veya ketumlukta diyebiliriz buna kritik ve analitik düşünmede  “ lafın tamamı deliye /ahmağa söylenir “ şeklinde bir argüman geliştiriliyor.Buradan ben ne kastedildiğini anlıyorum , kastedilen oldukça açık bir konuyu anlamamanın ahmaklık olduğu  ,  sezme kapasitesinin eksikliğini  ve uzun izahlara ne gerek olduğu hususudur.Bu belli alanlarda geçerli olmakla beraber izaha muhtaç alanlarda sözü farklı anlama gelmeyecek şekilde izah kanaatimce nebevi bir usuldür.İmaya dayalı , mecaza dayalı , ketumluğa ve gizemliliğe dayalı bir üslup meseleyi izah etmeyerek nereye çekerseniz çekin demek gibi bir anlama gelir. Şöyle bir örnek verebiliriz Hz.Peygamber diyelim emanetle , görevle ilgili bir konuda en detaya girip sarih şekilde izah ediyor fakat veda haccında din tamama ermiştir ayeti celilesini söyleyince Hz.Ebubekir ağlamaya başlıyor ve peygamberlik görevinin tamamlandığını ve peygamber efendimizin vefatının yaklaştığını anlıyor.  İnsanların net şekilde anlaması gereken hususları açıkça izah kritik ve analitik düşünmenin bir amacı ve usulü olmalıdır. Sezerek anlaşılması gereken hususlar ise üslubunca ifade edilir. Ülkeye yaklaşmakta olan bir savaş var diyelim tutup bizi öldürecekler demek izah değildir bu ancak ahmak içindir pek tabiî ki bir sava varsa ölüm olacaktır. Konudan bağımsız olarak  her olay ,  mesele ve düşünce  izah edilir , izah edilemeyen hususlar belki dünyada gayba dair hususlardır. Burada şu yanlışa da düşülüyor izah uzun ve detaylı anlatım demek değildir izah , beliğ ve sarih ( açık ) bir anlatımdır.Meseleyi açmadan kapalı bir şekilde anlatım kritik analitik düşünen böyle düşünür biz o kadar derin anladık ki sizde zaten anladınız diyip kimin ne anladığının belirsiz bir hale gelmesi ile düşünme faaliyetini karmaşıklaştırma ve çetrefilleştirme kritik ve analitik düşünmeyi benimseyen kişilerin uzak durması gereken bir yöntemdir.

Şimdi birde bunun zıddına geçelim efendim yukarıda sözün tamamı deliye denilir gibi bir anlayış yanında  sunum ve anlatımda da mesaj göze sokulmaktadır. Bir karikatür efendim ilk resim bütün kayıkçılar nizami kürek çekiyor , ikinci resim birisi kürek çekiyor diğerleri oturuyor , evet ekip çalışması böyle olur gibi bir örnek tabii güzel bir hususa değiniliyor ama yine sinema örneğini vereceğim basit ve kalitesiz filmlerde mesaj nasıl göze sokulursa aynı o şekil göze sokulmaktadır  ekip çalışması herhalde daha etkili ve zeka pırıltısı olan bir anlatımla anlatılabilir. Kritik ve analitik düşünme sunum , atölye çalışması ve seminerlerinde basit bir dilin kullanıldığını düşünüyorum. Burada her şey detaylıca anlatılmaz , başlangıç ve farkındalık için kısa bir tanıtımdır ama oldukça basit karikatürler ve şunu yap bunu yapma gibi sunum cümleleri belli bir eğitim seviyesinin üstü katılımcılar için kritik ve analitik düşünmenin zevkini vermez. Şöyle örnek vereyim Fuzuli’nin dili ağdalı bir şiiri okuyana zevk vermez , anlamsız , basit takır tukur yazılmış , sırf şiir şeklinde diye bir bir şiirde bu ne böyle diye okuyucuya zevk vermez ama hem anlaşılır hem de anlam derinliği olan  veren bir şiir Yunus gibi , Niyazi Mısri gibi okunurda okunur.Kritik ve analitik düşünme seminer , sunum ve karikatürlerinin bu hale getirilmesini tavsiye ederim.

 

Kritik ve analitik düşünme becerileri yönünde çalışmalar yapılmasında kitap okumanın çok da önemli olduğunu düşünüyorum. Kitap derken özellikle düşünme üzerine yazılmış ihtisas kitapları değil emek , araştırma , tutarlılık ve kaynak sağlamlığına sahip eserlerin hepsi okunabilir ve faydalanılabilir.Kitaplar analiz edilirken de kitap analizi ile kitap özetinin de  farklı bir şey olduğunu herhalde anlatıcılar biliyordur diye düşünüyorum çoğu zaman ama iyi bir kitap analizi iyi bir çalışmanın ürünüdür.

Medya okuryazarlığı da kritik ve analitik düşünmede önemli bir yere sahip bir sahadır.Medya , iletişim , basın artık haber ileten kanalların topluma haber verirken  manipüle etmekten , ilgiyi çekmeye pek çok yöntemi kullandığı bir vakıadır.Onun için haberler salt göründüğü gibi okunup doğru kabul edilmemeli bir incelemeye tabi tutulmalıdır. Burada dikkat edilmesi gereken husus ise medyayı bilgi kaynağı olarak görmektir.Medyayı bilgi kaynağı olarak gören birinin kritik ve analitik düşünme becerisi kazanabileceğini düşünmüyorum.

Kritik ve analitik düşünme dünyayı yönlendiren sistemleri de inceler şimdi bu hususu belirtince sadece gizli , gizemli yapılanmalar değil devletlerden , devletlerüstü birliklerden , uluslarası şirket ve stk’lara kadar yapılar , kişiler vb de kast edilir. Zira dünya barış üzere , sükunet üzere yaşanılan bir yer değildir , dünya Allah’ın takdiri insanoğlu var olalı beri türlü güç savaşları üzerinden idare edile gelmiştir. Bunlar yeri gelmiş kanlı savaşlar olmuş artık yeri gelmiş ekonomik , kültürel , teknolojik mücadeleye dönüşmüştür.Ayrıca hepsinin de temeli olabilecek husus din ve inançtır belki de son yüzyıllarda düşüncede ( kominizm vb ) üzerinden de güç savaşı olmuştur. O zaman kendi inancı ve düşüncesini korumak zorunda olan bir birey veya topluluk kritik ve analitik düşünmeye mecburdur aksi halde kolay bir av , uysal bir koyun olmaya mahkumdur.

Kritik ve analitik düşünme konusu tabii hayli geniş , neyin sorgulanıp neyin sorgulanmayacağı hususu hassas bir konudur.Ahlakilik önemli bir konudur.Mantık önemli bir konudur. Sorgulama toplumların iyi yönlerini sorgulayıp sarsmak değildir. Kritik ve analitik düşünme bir uca savrulma hadisesi  değildir , aile düzeni eleştirmek ( sorgulamak ) olmasa da olur düşüncesini savunmak kritik ve analitik düşünme değildir. Bunlar en nihayetinde düşünce değildir zemini olmayan bir düşünce sağlıksızdır.

Şu örneği veririm hep  faşizm faşizm diye bazen çok yaygara koparılır  faşizm diye bir şey yoktur esasında , faşizm denilen şey otoriter yönetim anlayışıdır şekli sayısızdır ve esasında her idare bir ölçüde otoriterdir bunun ne tek adamlıkla ne tek partilikle bağı vardır , otoriterlik her türlü yönetim sistemiyle de pek ala sağlanır. Fakat faşizm itirazında bulunanların hiç biri otoriterliğin ne seviyesini , ne etkisini tespit etmeye  yahut sebebine  odaklanmaz , ahlaki bir şey söyleyene dinci faşist , milli bir hususu belirtsene ırkçı faşist , gelenek göreneği savunana baskıcı faşist , düzeni , intizamı savunana  faşist vb gibi saçma itirazlarda bulunur durur ve  bunun büyük bir sorgulama olduğunu iddia eder. Bunlar sorgulama değildir.Kritik ve analitik düşünme neyi sorgulayacağını bilecektir evvela.

Ahlakilik veya etik  de , kritik ve analitik düşünmede olmazsa olmazlardandır. Şöyle bir örnek verelim Japonya’ya atom bombası atan pilotlar görevlerini yapıp ülkelerini mi savunmuşlardır yoksa kitlesel ölümlere sebebiyet vererek büyük bir zalimliğe yardımcı mı olmuşlardır ? Kritik ve analitik düşünmeyi böyle keskin ayrılıklara dayalı örnekler üzerine kanaatimce bina edemeyiz.Kritik ve analitik düşünme  ahlakiliğe yönelme , ahlakiliği seçme iradesine teşvik  üzerine bina edilebilir. Yoksa hatalar değil hata eden kişiler üzerinden saplantılı bir yargı oluşturulabilir. Kritik ve analitik düşünme yargılamalar veya müdafaa üzerinden de değerlendirilemez.Çatışma eleştirmeyi değil taraf olmayı doğurur.

Kritik ve analitik düşünme mantık açısından da değerlendirilmeye muhtaçtır.Mantıklı olmadan subjektif verilere dayalı iddialar asla bu düşünme sistemin bir ürünü olamaz.Realist olunması duyguya ve inanca dayalı konular haricinde elzemdir.

Kritik ve analitik düşünme bir parça muhaliflik , bir parça kötümserlik barındırır fakat hiçbir zaman bunların değişmez birer kaide olduğu gibi salt bu yöntemlerle değerlendirme yapılması bir takım körlüklere , fikri sabitlere sebebiyet verebilir.Aşırı iyimserlik ve taraftarlıkta basiretsizliğin başıdır.

Kritik ve analitik düşünmeyi sağlıklı yollarla geliştirmeye çalışmak ve bu beceriyi kazanmak kişiye  fikri ve zihni yetenekler kazandıracağı açıktır.Daha disiplinli bir hayata daha titiz bir düşünceye sebebiyet verecektir. Yani kişi anlayacaktır , anlamak çok kolay bir şey değildir bir söylem olarak değil realite olarak anlamak zor bir faaliyettir. Anlayan kişi ayrıca zorlukta çekecektir. Fakat kişi anladığında duyduğu manevi haz veya vicdani huzuru zorluğa tercih edecektir.Bir çok kez söyledim  ilk şart olarak kritik ve analitik düşünmeyi kabullenmek gerekir , kritik ve analitik düşünmeyi söylem ve slogan haline getirip sadece ilgi seviyesinde alaka kişilerde iğreti duran bir uğraşıya dönüşür. Yaygınlaşmaz , etki doğurmaz.

Kritik ve analitik düşünmeyi öğrenme yönünde çabalayalım , öğrenmenin şekli yok , okuyarak , dinleyerek , çalışma yaparak , danışılarak vb bir çok yol ve yöntemle geliştirilebilir.Bir takım program ve faaliyetlere bağlı kalıp sadece kişinin kendini orada sınırlandırması da etkiyi azaltır. Oysa belki doğru yol ve yöntemle kişilerin kritik ve analitik düşünmenin önemini kavrayıp zevkini aldıklarında   toplumda  tahmin edilmeyen bir  hızda yayılabilir ve kritik ve analitik düşünebilen bireyler artar.gelin bu konuyu biraz merak edelim , araştıralım belki çok geniş bir dünyaya kapı aralayabiliriz. 07.03.2018

 

 

Mehmet Emin Başalp

�0

ÇOCUĞUN CİNSEL İSTİSMARI SUÇU – BAKIŞ

indir

 

ÇOCUĞUN CİNSEL İSTİSMARI SUÇU MESELESİ

Gündeme geldiği için yazma mecburiyeti hissettiğim ama yazarken ve bu konuları konuşurken son derece itinalı bir dilin kullanılması gerektiği bu  suç kapsamında gündemde yeni yasal düzenlemeler yapılması ihtimali belirmiştir.

Yazı iki kısımdan oluşacaktır , bu suç nedir ?  tarihi ve hukuki gelişimi nasıldır ? Yeni gelişmeler ışığında bilhassa ispat ve yargılama hususunda yeni düzenlemelerin suçu azaltabileceği , toplumu tatmin mi edeceği yoksa farklı sorunlara da yol açabileceği mi ? değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Çocuk olduğu için cinsel istismar kelimesi toplumda infial olmaması için kullanılmakta olup esasında çocuğa karşı zorla ( cebren ) cinsel ilişki ? ve fiileri kapsamakta olup genel anlamda eski ceza hukuku ayrımlarında müstakil bir suç olarak gelişmemiş ırza geçme suçu kapsamında kadimden beri bilinen ve cezalandıran oldukça çirkin bir suçtur.

İslam hukuku kapsamında ırza geçme suçunun vasfı konusunda değişik görüşler ve içtihatlar bulunmaktadır.Bu konular derinlemesine uzmanları tarafından değerlendirilmesi gerekmekte olup ırza geçme suçunda mağdurun yaşı hususu bir  cezalandırma kriteri değildir. Bu suçun zina kapsamında değerlendirilerek bu cezanın verilmesi gerektiği yönünde veya olmadığı yönünde de görüşler mevcuttur. Tarihi gelişimde ırza geçme suçu ,  zina suçunun ispat zorluğu , failin muhsan ( başından geçerli bir evlilik geçen kişi )  veya bekar oluşunun cezaya tesiri gibi nedenlerle genelde tazir cezaları kısmında yer almıştır.

( Şahsi yorumum İslam ceza hukuku doğrultusunda cebren cinsel ilişkinin zina ile birlikte değerlendirilmesinin mümkün olmadığı görüşüne katılıyorum.Zira İslam nesli korumayı temel amaçlarından kabul eden bir din olup karşılıklı rızaya dayalı cinsel ilişki olan zina toplumu ve aileyi ifsad edeceğinden şiddetli bir ceza ile cezalandırılmış fakat ispat ve muhakemesi zor şartlara bağlanmıştır , daha istisnai bir durum olan cebren cinsel ilişki ise daha kolay bir ispat ve cezalandırma sağlanması için tazir kısmında yer alması gerekir.Ayrıca bu suçun işlenişindeki ağırlık derecelerine göre kademelendirilmesi de böylece mümkün olabilir. )

Osmanlı Padişahlarının kanunnamelerinde zina ve ırza geçme gibi suçların cezalandırılmasına yönelik çeşitli hükümler vardır. Zina ile ilgili para cezaları olduğu gibi ırza geçme ile ilgili failin cinsel organının kesileceği gibi hükümler yer almış olsa da araştırmacılar bu hükmün uygulandığına dair herhangi bir kayıt olmadığını belirtiyorlar. Osmanlı sisteminde İslam Hukuku ve örfi hukukun birlikte uygulandığı hususu da göz ardı edilmemelidir.

1840 tarihli Ceza Kanunname-i Hümayun’un da bu konuda bir düzenleme yoktur.1851 tarihli Ceza Kanunu’nda bu konuda düzenleme yoktur. 1858 tarihli Fransız ceza kanunu örnek alınan ceza kanunda ise düzenleme vardır. “ Hetk-i ırz edenlerin mücazatı beyanındadır “ başlıklı kısımda özetle bir kadının ırzına geçenin muvakkat kürek cezası ile cezalandırılacağı , yakınlarından biri olursa ağırlaştırılacağı belirtilmiştir. Bu kanunda ilk defa ceza miktarı açısından 15 yaş altı ayrımına yer verilmiştir. 1914 ‘te fail ile mağdur evlenirse cezanın düşeceği eklenmiştir.

Özetlemek gerekirse bu kanunlarda çocuğun cinsel istismarı diyebileceğimiz bir düzenleme yoktur.Esasında dönem şartları itibariyle çocukluğun ne olduğu hususu , evlilik yaşları , yaş hususu gibi nitelendirmeler ayrıca değerlendirilmesi gereken konulardır. Bugünün bakış açısıyla değerlendirilmemesi gerekir.

Modern hukuka temel kabul edilen Roma Hukuku’nda durum ne idi bir bakmak gerekirse Roma hukukunda bir çocuk ayrımı yoktur. Bir dönem mal müsaderesi bir dönem ölüm gibi cezalar verilmiştir.

Cumhuriyet döneminde 1926 tarihli Ceza Kanunu’nda yine 1858 tarihli kanunun tesiriyle 15 yaş sınırı bulunmaktadır.Cezası 5 yıldan aşağı olmayan ağır hapis cezasıdır. Ayrıca cebir vb varsa ağırlaştırılmış hali vardır. Bu hususta maddede yaş küçüklüğü halinde cebrin zaten var olacağının kabulü hususu netlikte değildir fakat doğal olarak olması gerektiğidir. Ayrıca ırza tasaddi denilen daha az cezayı gerektiren ırza geçme denilemeyecek hareketler de daha hafif cezalandırılmıştır.

Daha sonra dünyada da Birleşmiş Milletler’den Avrupa Birliği’ne çok sayıda uluslar arası sözleşme kabul edilmiştir.Burada belirtmemiz gereken 18 yaş altının çocuk olarak kabulüdür.

Bu gelişmelerle birlikte cebren cinsel ilişki ile yaş küçüklüğünün olduğu fakat rızaen cinsel ilişkinin varlığı halinde de cezalandırılmasına yönelik hükümler yönünden düzenlemeler gelişmiştir.  Avrupa’da çeşitli yaşlar 14,15 ,16  gibi yaş üstü ve yaş altı cebren cinsel saldırı cezaları ayrımı yapılıp bu yaş sınırı altında cezalar ağırlaştırılmış ve fiilin niteliği hususu da ayrı bir değerlendirme konusu olmuştur.

Tüm bu gelişmeler kapsamında toplumda infiale neden olabilecek hadiseler yaşanması toplumsal duyarlılığı artırmıştır. Bu hadiseler yaşı son derece küçük çocuklara karşı cebren gerçekleştirilen cinsel saldırılardır. Tarihi gelişime bakarsak geçmişte insanların aklına gelmeyecek hususular , modern dünyanın da getirdiği ( pornografk çağ , bu husus göz ardı edilmemelidir ) hastalıklar , sapkınlıklar , psikolojik etkenler ve tesirler , uyuşturucu madde kullanımı ,geç evlilik , cinsel sorunlara karşı danışmanlık ve bilgi eksiliği gibi nedenlerle akla gelmeyecek çok kötü hadiseler yaşanmaktadır. Bu sebeple  kanuni düzenlemelerin içerikleri değişmektedir.

Mağdurun ve yakınlarının yaşadığı ağır travma da düşünüldüğünde tespitinden , cezalandırılmasına kadar son derece hassas bir süreçtir , bu konu sadece adli kurumları değil  her türlü psikolojik destek vb de gerektirdiği için çok ayaklı olmak zorundadır.

Meseleye yine hukuk yönünden bakmak gerekirse bu suçun en önemli konularından biri ispat hususudur ve işlenen fiilin niteliğine uygun ve caydırıcı cezanın verilmesine  ilişkin tartışmalardır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu kapsamında bu suç genel itibariyle 103.madde de düzenlenmiştir. Bu maddeye ilişkin tartışmalar cinsel istismara ilişkin davranışın niteliği üzerinedir , cinsel ilişki ? temas veya temas olmayan durumlarda aynı ceza mı verilecektir. Sarkıntılık nedir ? Yargıtay’ın vücut bütünlüğüne karşı teması aranması gerektiği yönünde kararları vardır , madde de  vücut bütünlüğü ihlal edildiğinde daha ağır bir ceza verilmesi de düzenlenmiştir.Ağırlaştırılmış hallerinden  hukuk tekniği açısından ( iştirak , içtima )  ifa şekillerine ilişkin bir çok düzenleme yer almaktadır.

 

 

Ne Yapılmalı ?

Bir hukukçu olarak , ceza hukukunda da fazla bilgisi ve uzmanlığı olmayan bir kişi olarak sadece tavsiye beyanında bu hususta birkaç kelam etmek istiyorum.

Ceza kanunundaki düzenlemenin kötü olduğunu düşünüyorum.Öncelikle bedensel ve ruhsal gelişimini gerçekleştirmeyen ve hatta 18 yaşından küçük tüm çocuklara karşı insanlık dışı hareket olarak dahi değerlendirilebilecek nitelik ve ağırlıkta cinsel amaçlı vücut dokunulmazlığını ihlal , cebir şiddet , zorlama , yaralama , ruh ve beden sağlığını bozma , eziyet , işkence vb hal ve hareketler ile cinsel saldırı gerçekleştiren kişiler en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.  Bu müebbet hapis cezasına kadar gidebilir mevcut kanuni düzenlemelerimize göre. Ayrıca ek tedbirler vb de düşünülmelidir. Bu suçun tanım hususunda ve başlığında da insanlık dışı işleniş biçimine ve amacına vurgu gerekmektedir.  Nitekim ülkemizde ne yazık ki son yıllarda bu hususta vahşi denilebilecek çok çok küçük yaşta çocuklara karşı bu hadiseler yaşanmıştır. En ağır şekilde cezalandırılmaları toplumsal bir beklentiye dönüşmüştür.

Cinsel saldırı fiili denilmeyecek   hareketlere ( çeşitli psikolojik vb kriterler de dikkate alınarak )   yaş ayrımı yapılması gerekir. Küçük yaşlar için daha ağır ceza verilmesi gerekmektedir. Bu hareketleri yukarıdaki fiillere dahil ederek toptan cinsel istismar olarak değerlendirmek orantısız bir cezaya yol açar. Ayrıca basit nitelikte cinsel istismar hadiselerinin büyütülmesi toplumda kaotik bir anlayışa ve karamsarlığa sebebiyet verir.Güven duygusu yok olmaya başlar.

Sarkıntılık denilen husus küçük yaşta çocuklara karşı   geçerli olabilecek bir fiil olmayıp 15 yaş üstü için değerlendirilmelidir.

15 yaş altı rızaen cinsel ilişki ile 15 yaş üstü rızaen cinsel ilişki hususu da ayrı bir maddede düzenlenip bu hususa karıştırılmamalıdır.

Neden net ayrımlar yapılması ihtiyacı vardır ? Toplumda infialler yaşanıyorsa  polis , savcı , hakim , avukat  , uzman , bilirkişi vb tesir altında kalmasını sağlayacak psikolojik etmenler vardır.

Esasında kanunun tam amacı şu olmalıdır mağduru ve toplumu bir nebze tatmin etmek , bu suçu azaltabilmek ve önlemek ,  faili cezalandırmak ama aynı zamanda failliğinde net tespitine imkan tanıyacak ve ayrıca mağduriyetlere sebebiyet vermeyecek düzenlemeler oluşturmak olmalıdır.

Bu suçun soruşturulmaya başlaması ile toplumsal olarak fail üzerinde de önemli  sonuçlar doğacaktır. Cinsel istismar konusunda fiilin niteliği ve failin kimliği hususunda netlik olmaması halinde   yaşanan en büyük zorluğun ispat olduğu hususu göz önüne alınırsa fail yönünden mağduriyet oluşturabilecek ağır düzenlemelerde yapılabilir. Bu suçun bir iftira mekanizması haline getirilmemesi de gerekmektedir.

Burada mağduru korumak ve bu suçu azaltmak amaçken faile odaklanmak eleştirilebilir. Fakat bu suçun  bir vahşet ve sapkınlığa dönüşen  cinsel saldırı fiillerin hafif dereceli fiillerle birlikte değerlendirilmesinin bazı sakıncaları vardır.

Ülkemizde çalışan kadınların sayısı artmakla birlikte evde veya kreşte çocuk bakımı artmıştır , çocuklar okullarına servisle gitmektedirler , okullarımızda milyonlarca çocuk vardır ,kimsesiz ve korunmaya alınmış  çocuklarla ilgili kurumlar vardır , yatılı okullar vardır , çocuklara ilişkin eğitim , spor vb veren kurs , klüp vs vardır.Yani milyonlarca çocuğun toplum içinde gözetim , eğitim ve gelişimi ile ilgilenen milyonlarca da kişi ve kurum vardır , burada çalışan kişileri de töhmet ve baskı altında tutacak düzenlemelerde yapılmamalıdır.

Bu hususlar son derece hassas şekilde soruşturulmalıdır. Basın son derece hassas bir dil kullanmalıdır.

Bu suçların önlenmesinde tedbir almak hususu daha önemlidir.Her tedbiri burada sayamayız. Bu uyuşturucu ile mücadeleden tutun genel eğitimlere kadar , güvenlik kamerasından tutun eğitim kurumlarının dizayn ve yöntemine kadar çok çeşitlilik içindedir.

Bu suç sadece ülkemizde değil dünyada da takip edilen bir suçtur , dünya gündeminde yer almış , sinemaya dahi konu olmuştur , çocuk ıslah evlerinden ,  Amerika kiliselerine vb  yaşanmış çok sayıda çocuk istismarı hadiseleri vardır . Toplumsal , sosyolojik , psikolojik , tıbbi bir çok analizde bulunmakta olup bu hususlar titiz , dikkatli , gözden kaçmayacak , amansız bir takiple ama büyütülmeden takip edilmelidir. Oscar ödüllü bir film olan “ Spotlight “ nasıl bu konuyu sinemaya aktarırken özenli bir dil kullandıysa bu örnek alınmalıdır. Filmlere , dizilere başından bu tür olaylar geçmiş karakterler konu edilerek dramatik reyting sömürülerine izin verilmemelidir.

Suç ve suçlulukta mücadelede bilimsellik , hukukilik ve yeni gelişmelerin temelinde anlayış ve soğukkanlılığı da ülkemizde geliştirmeliyiz.İdam cezası uygulanacaksa da aynı şekilde , başka cezada uygulanacaksa aynı şekilde olmalı fakat duyarlılık adı altında çeşitli toplumsal  kasıt ve projelere imkan vermemeliyiz.

Mağdur korunmalı fail en ağır cezayı almalı ama kadına şiddet hususunda duyarlılığın aile kurumuna verdiği zarar gibi bu hususta da toplumsal güvenin zedelenmesine , eğitim , öğretim , bakım , gözetim işlerinde çalışan kişilerin haksız ithamlarla karalanmasına veya hayatların kararmasına yol açacak düzenlemelere , ahlaki düzenlemelere adeta cephe almış seküler militanizme , örf , adet ve geleneklerimize aykırı hal ve tavırlara sebebiyet verecek yeni davranış kalıplarına yönelik söylem ve uygulamalardan uzak durulmalıdır.  İnsanları akrabalarından , komşularından , dostlarından koparacak mesafe koyacak bir toplum anlayışına itecek algılardan uzak durulmalıdır.Ülkemiz şartları iyi analiz edilmeli ona göre cezalar ve yöntemler geliştirilmeli ithal düzenlemelere karşı son derece dikkatli olmalıyız. 26.02.2018

 

Mehmet Emin Başalp

 

 

 

��X*��

MÜZİK ÜZERİNE – 1

MÜZİK ÜZERİNE – 1
Müzik üzerine derken , müzikal eserler , icraları ve icra edenler üzerine şahsi yorumlarımı içerir bir yazı dizisi yazmaya çalışacağım.Malum zevkler tartışılmaz ama yeni araştırmalarla sevk edebilir. İnsanların müzik zevkleri de zamanla değişmektedir.Şahsen rap müzikten hiç hazzetmezken bugün dinleyebiliyorum. Müziğin türleri var çok çeşitli o yönden değerlendirmeler yapacağız , çok sayıda sanatçımız var onları değerlendireceğiz , beğendiğimiz eserleri tanıtacağız vesaire keyifle okunan bir yazı dizisi olacağını düşünüyorum fakat hayli uzun olabilir detaylı şekilde yazacağız.

images
Yahya Kemal’in deyimiyle önce eski musikimizden başlayalım. Güfte şarkı sözlerine denir ama genelde klasik Türk musikisi için kullanılır. Güftesi en güzel musiki eserimiz hangisidir diye insan düşünebilir fikrim belki ileride değişebilir fakat bana göre en güzeli hakkında pek bilgi bulunmayan 1700’lü yıllarda vefat eden Aşık Ömer’e ait “ Ey Çerh-i Sitemger “ adlı Medeni Aziz Efendi tarafından da bestelenen , bestesi de mükemmel bir şarkıdır.

 
ey çerh-i sitemger dil-i nâlâna dokunma,
hicr âlemidir ettiğim efgâne dokunma,
ey tiğ-i elem yâreledin cismimi bâri,
cânânıma nezreylediğim cânâ dokunma.

 
“ Ey zalim felek , inleyen gönlüme dokunma , ayrılık alemidir ettiğim figanlara ( inlemelerime ) dokunma , ey elem kılıcı cismimi yaraladın da , sevdiğime adadığım cana bari dokunma “
İkinci kıtası da oldukça güzeldir.
ey bad-ı saba uğrar isen yare selam et
tel kırma sakın zülf-i perişana dokunma
ey bâde eğer yârim içerse seni bensiz
ver neşe fakat nerkis-i mestane dokunma

 
“ Ey sabah rüzgarı uğrar isen yare selam et , – rüzgara söylüyor – ( saç ) telini kırma sakın sevgilimin karışmış saçlarına dokunma , ey içki eğer yarim seni bensiz içerse neşe ver fakat baygın ( mest olmuş ) gözlerine dokunma “
Şimdi bu şarkıyı internet üzerinden kimden dinleyebilirsiniz kanaatimce iki iyi icrası var.En beğendiğim sanatçıların başında gelen Kani Karaca’dan dinlenebilir.Yine sonraki icra tarzını hiç tavsiye etmeyeceğim Zeki Müren’in ilk dönem icralarından olan hali de dinlenebilir.

 
Musikimizde güfteleri güzel başka şarkılar yok mu pek tabiî ki var lakin onları böyle detaylı inceleyemeyiz isimleri zikretmek suretiyle değineceğiz.
Güftesi divan şairlerinden Nedim’e ait olan “ Erişti nev-bahar eyyamı , açıldı gül-i gülşen “ diye başlayan şarkısı da oldukça güzeldir.Bu şarkıyı da ülkemizin en iyi kadın seslerinden olan Sabite Tur Gülerman yorumuyla dinlemenizi tavsiye ederim.
Yine güftesi zaten şarkı üstadı olan Nedim’e ait , bestesi de yine büyük bestekarlarımızdan Hacı Arif Bey’e ait “ Muntazır Teşrifine Hazır Kayık “ diye başlayan şarkısı da mükemmeldir.Bu şarkıyı da en iyi yorumlayan kanaatimce en iyi kadın seslerinin başında gelen Safiye Ayla’dan dinlemek gerekir.Sezen Aksu yorumunu da beğenenler var farklı bir tarzda ondan da dinlenebilir.

 
Şimdi şunu diyebilirsiniz bu şarkıların neredeyse sözlerini anlayamıyoruz vesaire klasik Türk musikisi budur , son dönemdeki bir takım fantezi denilen eserlerin ,arabesk eserlerin , meyhane şarkılarının , film müziklerinin bu türle alakası yoktur. Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar , feride , bir fincan kahve olsam gibi , bu türü ve sanatçıları da ilerleyen yazılarda değerlendireceğiz ama bu ayrımı bilmek lazım.

 
Sözleri güzel bir diğer şarkımız ise Mustafa Nafiz Irmak’a ait son derece gzüel bir bestesi de olan “ Sebep sensin gönülde ihtilale “ söleriyle başlayan şarkıdır.Bu şarkıda Alaaddin Yavaşça ve Meral Uğurlu’dan dinlenebilir.
Daha hızlı şekilde geçelim , “ Ateş-i Suzan-ı firkat yaktı cismü canımı “ Münir Nurettin Selçuk yorumuyla , Yahya kemal Beyatlı’nın “ Dönülmez Akşamın Ufkundayız “ şarkısı yine Münir Nurettin Selçuk yorumuyla dinlenmelidir. “ Dün gece ye’s ile kendimden geçtim “ Sabite Tur Gülerman yorumuyla dinlenmelidir bu şarkının bestekarı Subhi Ziya Özbekkan şair Ziya Paşa’nın oğludur bu arada , yine Münir Nurettin Selçuk’tan dinlenilmesi gereken “Hatırla maz’iyi mes’udu sen de ben gibi yan “ şarkısının sözleri de oldukça güzeldir.
Eski olmasına rağmen sözleri gayet anlaşılır olan , güftesi Keçecizade İzzet Molla’ya ait , bestesi Dede Efendi’ye , en iyi icralarından biri de gerçekten büyük bir sanatçı Bekir Sıdkı Sezgin’e ait “ zülfündedir benim baht-ı siyahım “ şarkısının sözleri de mükemmeldir.

 
Son olarak “Al sazını sen sevdiceğim şen hevesinle “ şarkısı da Necmi Rıza Ahıskan’dan dinlenmelidir. Bir çok yerde ifade ettim ama Türk sineması içinde ilk üçe , beşe , ona girebilecek en iyi filmlerden Atıf Yılmaz’ın yönettiği , Sadri Alışık’ın başrolünde olduğu oldukça ilginç detayların bulunduğu “Ahh Güzel İstanbul “ filminin girişinde de bu şarkı çalar. İyi filmlere ilişkin benim bir kriterimde filmin yeniden çekilip çekilemeyeceğidir nitekim o yıllardaki İstanbul kaybolduğu için Ahh Güzel İstanbul’da yeniden çekilmesi mümkün olmayan filmlerdendir. 09.01.2018
Devam edecek …
Mehmet Emin Başalp

BİZANS TARİHİ’Nİ BİLMEK GEREKİYOR

 

images


BİZANS TARİHİ’Nİ BİLMEK GEREKİYOR

Daha çok Bizans olarak bilinen Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul ve en önemli toprak parçasıda bugün bizimde yaşadığımız Anadolu’dur.

Bizans her ne kadar Roma devlet kültürünü devam ettirdiğini söylesede , daha erken devirlerde Grekleşmesi ( Rumlaşması ) ile doğulu özelliklere sahip Hristiyan bir devlettir.

Bizans devleti , Ortodoks mezhebinin oluşumu , din ve devlet ilişkileri bağlamında da incelenmesi gereken bir devlettir.Ortodoksluk’u Bizans devlet yapısı şekillendirmiş ve batının Bizans’a bakışı bugüne kadar yaşatmıştır.Osmanlı Ortodoksluğu niçin korumuş bunu bilmek için bu geçmişi bilmek şart.Bugün belki bu geçmişte yaşanan sıkı rekabet ve çekişme hissedilmemektedir.Oysa Katolik Hristiyanlık , Protestanlıklada şiddetle mücadele etmiştir.Dini çekişme Avrupanın yumuşak karnıdır.Bugün ise İslam dünyasının bu dertten muzdarip olması ise ibretliktir.

Papa’nın ortaçağ Avrupasında , hükümdarlara karşı yüksek otoritesine rağmen Bizans İmparatorları ” doğru inancın koruyucusu ” ünvanıyla bizzat dini anlamda da hem önder hem yönlendirici olmuşlardır.Bazı hükümdarların aldıkları dini eğitiminde etkisi ile bizzat dini tartışmalar içine girmeleri , toplanan kilise konsillerinde görüş beyan etmeleri , taraf olmaları , bazılarının dini içerikli metinler vb yazmaları , dindar hükümdarların din üzerindeki etkilerini inceleme açısından kayda değer örnekler olabilir diye düşünüyorum.

Bizans tarihini niye okumak lazım ?

Birincisi bu coğrafyaya hakim bir devletin tecrübesini görmek açısından elzemdir.

Bizans , Latin istilası sırasında bir dönem İstanbul’u kaybeder , İznik civarında hüküm sürer , bu küçük devlet güçlüdür ama dünya siyasetinde etkisizdir , İstanbul’u geri alınca denkleme yeniden girer. Bu Türkiye için İstanbul’un , boğazların önemini bir kez daha ortaya koyar. Sevr bizi orta Anadolu’ya mahkum ediyordu , yaşaması mümkün olmayan bir devlet tasarlıyordu.

Bizans’ın güvenliği için Balkanlar ve Ortadoğunun önemi müthiştir. Bizans buralardan gelen tehlikeleri bertaraf ettiğinde güçlü olmuş ,buralarda hakimiyeti olmadığında Anadolu güvenliği tehlikeye düşmüştür. Onun için Türkiye’nin Irak , Suriye , İran ile Balkanlar ve Karadeniz sınır güvenliği önemlidir buradaki bir zafiyet kesinlikle devletimizi beka sorunlarına iter.

Bir diğer husus vergi politikasıdır , yüksek vergi her zaman bu coğrafyada bir süre devlet hazinesini güçlendirsede kısa sürede ciddi bir ekonomik ve sosyal krize sebep olmuştur.Vergi politikası bu coğrafyanın ticaretten , sanayiden , turizmden evvel en hassas olması gereken mali politikası olmalıdır.

Bir önemli hususta Bizans güçlü iken küçük arazi sahiplerinin korunduğu ve köylerin güçlü olduğu dönemdir. Bu bize tarım ekonomisinin bu coğrafyada önemini ortaya koymaktadır , şehirlere yığılmış üretmeyen nüfus aynı şekilde Osmanlıyı’da gerileme dönemine sokmuştur.
Tımar sistemi esasında bir Bizans sistemidir ve Osmanlı bu sistemi devam ettirmiştir.Buda Anadolu’da sistemin sürekliliğini ve etkileşimi göstermek açısından önemlidir.

Bizans’ın kendi ordusunun zayıfladığı zamanlarda yabancı asker çağırdığı olmuştur.Bu her zaman devletin başını belaya sokmuştur.Aynı şekilde bu coğrafyaya yabancı asker , askeri üs ve yabancı silah sokulmamalıdır. Bu coğrafyada milli ordu güçlü olmalı , halk askerlikten soğumamalı ve milli silah üretimi ihmal edilmemelidir.

Bizans sarayı diplomasi konusunda uzmandır bazen cephede kaybettiği savaşı masada kazanmıştır , entrikaları ile ünlü bu saray zayıfladığı yüzyıllarda düşmanlarının zaaaflarını kullanarak yüzyıllarca varlığını devam ettirmiştir. Diplomasi bir devlet için olmazsa olmazdır.Bizans saray bürokrasisi de oldukça mükemmeldir zira iyi bir bürokrasi devlette devamlılığı sağlar kötü bürokrasi ise bir kamburdur.Bazen imparatorluğu ele geçiren kaba saba bir askeri bile saray bürokrasisi bir kaç yılda usta bir devlet adamı haline getirmiştir.Bu iyi müşavir , danışman ve memurun önemini gösterir.

Entrika denilince Bizans saray entrikası gibisi bulunmaz , tarihini okurken kitabı bırakamazssınız çünkü “ulan bu imparatorun başına ne gelecek acaba “demekten kendinizi alamazssınız. Bizans tek bir hanedan tarafından idare edilmemiştir çoğu zaman bir komutanın bir saray görevlisinin darbesi ile yönetim sık sık el değiştirmiş , bazı imparatorlar yatak odalarında en yakın arkadaş ve eşlerinin hançer darbeleriyle ölüp gitmişlerdir.Buda idareciler için bir ibret olup bazen en yakınızdan en ağır darbeyi alabileceğinizi gösterir.

Aristokrat , sanatçı ruhlu kendisini ilme vermiş imparatorlar genelde başarısız , otoriter ve iyi komutan olanlar başarılıdır. Bilgi , kültür ve sanat ne kadar önemli olsada devlet başkanlığı tüm mesaiyi bu yolda harcamaya müsait değildir bu coğrafyada iyi bir asker olmaz , cesaretli ve dirayetli olmazssanız devletin çöküşünü izlersiniz ancak.Güçlü liderlik bu coğrafyanın olmazsa olmazıdır.İlim , kültür ve sanat ise desteklenmelidir.

Bu coğrafyada her nedense iç çekişmelerde uzun yüzyıllara dayanan husumetler oluşturmaktadır.Duygusal yoğunluğu yüksek bir coğrafyadır.Bizans dini farklılıkları misal ikona taraftarları ile ikona karşıtları yüzyıllarca savaşmıştır. Yine Osmanlıda da Celali isyanlarının dini içeriği , mezhebi çekişme kaynaklı fay hattı bugün için bile yok olmamıştır.Oysa batı bu konuda bazen daha homojen özellikler gösterebilmektedir.

Bizans bilhassa mimarisi ile bizi son derece etkilemiştir. Hamam bir Bizans adetidir.Yine batının aksine doğu kiliselerinde fakir -fukara kollanmış bu imaret mimarisi Osmanlıda da devam etmiştir. Müzik , yeme – içme hatta tasavvufi etkilenmeler bile mevcuttur. Bizans’ta türbe geleneği vardır. Bizans’tan bize intikal eden İslami figürlerin eklendiği bir menakıb kültürü ile hurafe adetlerde intikal etmiştir.

Bizans Müslümanların Avrupa içlerine ilerlemesi hususunda büyük bir engel teşkil etmiştir. Bizans’a karşı fütühat hareketleri ile eski devirlerde elinde bulunan Mısır , Suriye , Filistin ve Irak İslam toprağı olmuş , Anadolu Türkler vasıtasıyla Müslüman yurdu olmuş , 1300’lerden sonra Balkanlarda ki fütühata rağmen , İslam Avrupa’da diğer memleketlerde olduğu gibi kalıcı olamamıştır. Bizans belası daha 8 ve 9. yüzyıllarda halledilebilmiş ve İslam fütuhatı Avrupa’ya geçmiş olsa çok daha ilkel şartlarda yaşayan Avrupa İslam karşısında direnemezdi. Oysa 1600’lerde kalbine dayandığımız batı ise güçlenme dönemine girmiştir.

Efendim Endülüs niye ilerleyemedi diyebilirsiniz , Endülüs daha erken yüzyıllarda İspanya’yı tamamen ele geçirip Fransa içlerine akın yaparken içten zayıflamış , bir birine düşmüş ve yozlaşmıştır.
Nitekim daha Emeviler döneminde İstanbul kuşatılırken daha sonra iç çekişme nedeniyle Bizans , Şam ve Kudüs’ü geri almıştır. Tabii Bizans güçlü bir devlettir , Sasaniler gibi bir anda yıkılamamıştır. Bunda da ordusunun büyük payı vardır.

Bizans tarihi okumak bize kıyas imkanı verir ve bir çok bölgemize ilişkin tespit yapmamıza yarar.Maalesef tarih müfredatımızda da gerektiği gibi anlatılmamaktadır. Bu hususta daha doyurucu analizler içeren metinler tarih derslerinde yer almalıdır.

Kronolojik savaş tarihleri sıralamasından ve anlamsız bilgilerden ziyade bölgenin siyasi tarihini , siyasi denklemi görmemizi sağlayacak tarihi bilgiler bilhassa lise tarih kitaplarında yer almalıdır. Güçlü bir Türkiye nasıl olur şuuru tarihi örneklerle zenginleştirilmelidir.

Bu hususta Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan Prof.Dr.Fikret Işıltan’ın Türkçe’ye çevirdiği George Ostrogorsky’nin Bizans Devleti Tarihi kitabını tavsiye ederim.

Not : Kitap ağır bir kitap olup tarih altyapısı istemektedir.Aksi halde popüler bir tarih kitabı akıcılığı ve sadeliğinde olmayıp uzundur.

Mehmet Emin Başalp

İslami Sosyal Çalışmalarda Özgünlük Sorunu – 4 ( Karmaşa )

 

İSLAMİ SOSYAL ÇALIŞMALARDA ÖZGÜNLÜK SORUNU – 4 ( KARMAŞA )
İslami sosyal çalışmalarda özgünlük sorunlarına devam ediyoruz bunlardan birisi de amaçlar ile kurumlar karmaşasıdır. Karmaşadan kastım belli bir düzen dahilinde gittiği sanılan şeylerin özünde bir karmaşa yattığı ve sonucunun nereye gittiğinin kestirilememesidir.Sonuç olarak ucube ve uyumsuz faaliyetler bütünü ortaya çıkmakta , kaliteli , özgün , kalıcı etkiler bırakmamaktadır. Bunun sebebi de hedeflerde çeşitliliğe giderken gerekli yapılanmanın sağlıklı şekilde yapılmaması ve eklemlenme suretiyle bu işlerin yapılabileceğinin sanılmasıdır. Karmaşa halinde özgün çalışmalar çıkmaz.Dünya düzen ve intizam üzerine kuruludur. İslami sosyal çalışmalarda da kurumlar sık sık değişirse , anlayışlar sık sık değişirse , hedefler sık sık değişirse çıkan sonuçta olabildiğince değişmektedir. Değişimler domino etkisiyle daha farklı sonuçlara evrilmektedir.Maalesef özgünlük kaybolmakta sonuçsuz , nefessiz , soluksuz çalışmalar ortaya çıkmaktadır. Bunun göstergesi de yıllardır sayısal anlamda hem gönüllü hem kurumsal anlamda artışlar olmasına rağmen özgünlüğün , özelliğin , kalıcılığın azalmasıdır.
Gençlikten başlayalım , malum eskiden talebe cemiyetleri ile bir takım faaliyetler yürütülmüştür. Gençlerin aktif olduğu , fikri derinliğin , heyecanın ve aksiyonun eksik olmadığı bu yapılanma biçimi çeşitli sebeplerle etkinliğini yitirmiştir. Fakat gençlerin etkinliği sanki kuruma bağlıymış gibi gençler İslami sosyal faaliyetlerin öncüsü ve öznesi iken bu konumlarını kaybetmişler ve çeşitli çalışmalarda obje haline gelmişlerdir.Bu büyük bir enerji , hareket ve heyecan kaybıdır.
Ülkemizde uzun yıllardır İslami sosyal çalışmalarda aktif , özgün ve etkili bir gençlik çalışması bulunmamaktadır. Bunun sebebi nedir ? ,sebebi gençlerin olması gereken pozisyonda ve kurumlarda uzun zamandır olmayışlarıdır. Bir kurumun adının da gençlik olması orayı bir gençlik çalışmasının merkezi haline getirmez hakeza yeniden talebe cemiyetleri ile de aktivasyonun sağlanması da mümkün değildir. O zaman ne yapmak gerekir , gençler sosyal çalışmaların yüzü olacak , dili olacak , eli olacak , kolu olacak , ayağı olacak. Gençlere yönelik faaliyet yapılmasının artık amaç olmaktan çıkması gerekmekte olup insanlığa yönelik faaliyetlerde gençler temsil pozisyonunda yer almalıdır. Bu anlayış değiştirilmelidir yoksa İslami sosyal çalışmalarda zamanla bir taban kalmayacağı gibi nasıl metruk binalarla dolu terk edilmiş köyler kasabalar varsa kurumlarda ileride bu hale gelebilir. Gençlik çalışmalarındaki teşkilatlanma ve anlayış hataları gençlik çalışmalarının özgünlüğünü ve etkisini kaybetmesine sebebiyet vermiştir. Gençler ile yaşlılar kurumlarda yer değiştirmiştir. Gençler edilgen ileri yaş grubu ise etken hale gelmiştir. Bu nedenle bir talebe cemiyeti etkisinde , gücünde , heyecanında , organizasyon becerisinde gençlik yapılanması kalmamıştır.
İslami sosyal çalışmalarda etkin iki kurum vardır , dernekler ve vakıflar. Eski adıyla cemiyet , yeni adıyla dernekler ne iş yapar. Dernek belirli bir amacı gerçekleştirmek için insanların bir araya gelip kurdukları hukuki bir yapıdır. Derneklerin çok sayıda amacı olabilir biz burada İslami sosyal çalışmalardan bahsettiğimiz için bunların görünümüne , gelişimine ve şu anki durumuna bakalım ayrıca gidişat nedir ona ilişkinde birkaç söz söyleyelim.Şimdi buradaki karmaşa had safhadadır.Dernek ile vakıf kurumları bir birine karışmıştır.Bu sebeplerle dernekler , vakıflar , partiler , eğitim kurumları özgünlüklerini yitirmektedir.Kurumlar hangi faaliyet için kurulduklarını ne yapmaları gerektiğini , özlerine inerek çözmek durumundadırlar. Basit bir anlayış farklılığı ile çok şey değişir.Bir yerde faaliyet artırmanın kaliteyi getirmesi mümkün olmayıp aksine karmaşayı getireceği açıktır.

İslami sosyal çalışmalarda kurulan derneklerin genel amacı yaygın halk eğitimidir. Terminoloji olarak irşad hizmetidir de diyebiliriz. İrşad nedir ? Müslümanlara dini vecibelerini hatırlatmak , bu vecibelerini ifaya davet etmek , bu vecibelerin yerine getirilmesi için uygun şartları sağlamak , İslami şuuru canlı tutmak vs şeklinde özetleyebiliriz.yani bu minvalde A’dan Z’ye her türlü çalışma bu kapsama girer.Artık bu yaygın halk eğitimini hangi amaçla ve araçla yapacakları o derneğin kapasitesine ve anlayışına kalmıştır. Şimdi bu çalışmalar lokal düzeyde kalsa herhangi bir sorun olmazdı lakin değişen dünyada iletişim artmış , sınırlar kalkmış , amaçlar hedefler çeşitlenmiş artık dernek anlayışını dönüştürmek , geliştirmek gerektiği anlaşılmıştır. Bu değişim rüzgarları İslami sosyal organizasyonları da etkilemiştir. Kimi kendini yenileyebilmiş kimi ise yenileyememiş ve ilkel halde kalmıştır. Fakat esas sorun yenileyenlerin , değişenlerin gerçek bir değişim ve yenilik yaşayıp yaşayamadığıdır , yapısal sorunların varlığıdır. Meşhur fıkradır , devekuşuna yük taşı demişler ben kuşum demiş e o zaman uç demişler ben deveyim demiş. Yani deve misin ? kuş musun ? İslami sosyal organizasyonlar devekuşuna dönüşmüştür. Bir çok kurum ucube bir yapıya dönüşmüştür. Özgün yapıların zıddı olarak ucube diyorum , acayip anlamında.
Nedir bu ucubelikler ? genel İslami şuur ve eğitim amacında olan kurumların fakir fukaraya yardım işine girmesi , il içinde , ülke çapında hatta uluslar arası çapta çalışmalar yapması. Bakınız bu işin doğrusu bunların vakıf hizmeti olmasıdır , vakıf hizmetleri tüm Müslümanlara herhangi bir şart öne sürmeksizin sürekli yapılır , vakfın kapısı kapalı olmaz. Bir aşevi açarsın fakir fukara yemeğini alır , bir kurban organizasyonu olur fakir fukaraya dağıtılır , kömür dağıtılır , öğrenciye burs dağıtılır vs. Bu gibi faaliyetlerin dernekler üzerinden yürütülmesi ve o dernek ile bağlantılı bir takım iç kriterler belirlenmesi , bu faaliyetlerin o derneğin organizasyonlara da eklemlenmesi , kullanılması çok etik değildir. Bu faaliyetin derneklere eklemlenmesi yerine vakıf çatısı altında devam etmesi gerekir. Vakıf ile derneğin farkı olmalıdır.
Vakıf kurmak gerekirken dernek kurulduğu gibi dernek kurmak gerektiğinde de vakıf kurulmaktadır. Dernekler bir takım fikir organizasyonları şeklinde teşekkül edebilir , filan düşünce derneği , filan amaçlar derneği vb gibi kişiler buralarda oturup kendi aralarında fikri mülahazalar , çalışmalar yapabilirler , bunları topluma iletebilirler. Toplumdaki aksaklıkların giderilmesi , şuurun artması vb amaçlanabilir.Lakin burada da bir ucube anlayış son yıllarda gelişmektedir. İslami anlamda da bu düşünce temelli vakıflar kurulmaktadır. Yasal olarak bir engel olmasa da bu tip konularda İslami anlamda vakıf kurulamaz. Bilmem ne politik , stratejik , araştırma , geliştirme amaçlı vakıflar kurmanın anlamı yoktur bunlar derneklerin amacıdır. Bu tür vakıflar yaygınlaşırsa İslami vakıf anlayışı zedelenir.
Ucubelikler bitmek bilmemektedir genel amaçlı eğitim çalışmaları düzenlemek amaçsa formel eğitim ile yaygın halk eğitimi de birbirine karıştırılmamalıdır. İlmin saygınlığı vardır , bir eğitim merkezi , bir araştırma merkezi bir kütüphane kurulduysa orada amaç eğitimdir , ilimdir. Odaklanılması gereken amacın dışına çıkılmamalıdır. Fakat görünüş öyle mi ; Eğitim merkezinin başındaki şahıslar görüyoruz son yıllarda konferans , konferans gezmekte , tv , tv dolaşmakta.Eğitim harici bir çok konuda görüş ifade etmeler. İlmi amaç gütmemektedirler bu son derece tehlikeli bir gidişat olmuş ülkemizde son yıllarda dini – fıkhi tartışmaların göbeğinde bu ucube anlayışın faaliyetleri sebebiyet vermektedir.
Efendim dernekler bir Kur’an Kursu’na yardım etmek , bir caminin yapım , bakım , onarımı , bir yurt vb inşası gibi sebeplerle de kurulabilir. Lakin buradaki acayiplikte bu dernekler teknik anlamda dernekler olup hedef bir kitlesi yoktur ama zaman şahit oluyoruz , çeşitli açıklamalar , planlar , projeler vs , soluksuz kalacağı açık olan yaygın anlamda faaliyetlere söz konusu yapıların girişimde bulunması amiyane tabirle işgüzarlıktır.
İslami sosyal çalışmalar parti çatısı altında da yürütülebilir. Parti de siyasi amaçlı dernek demektir aslında ama ayrı bir yapılanması vardır ve siyaset için özgülenmiştir. Kurması da o kadar zor değildir. Bu sefer dernek ile parti , vakıf ile parti bir birine karışmaktadır. Siyaset mi yapacaksın , siyasi söylemde bulunacaksan parti kuracaksın veya bir partiye gireceksin. Burada şöyle yanlış bir anlaşılma olmasın bir derneğin ve vakfın siyasi bir yorumlamada bulunmasını kastetmiyoruz. Bir eğitim derneği , eğitim politikaları hakkında yorum yapabilir , belli parti ve siyasetçileri de destekleyebilir vb siyaset ise devlet işlerini yürütme maksadıyla bu işlere talip olmadır , bir dernek veya vakıf hem kurumsal hem de idareci ve üyeleri ile devlet işlerini yürütmeye , düzenlemeye talip oluyorsa siyasi çalışmalarını bu kurumlar ile değil kurumdan bağımsız yapmalıdırlar. Daha açık ifade edeyim siyaset için İslami sosyal organizasyonlarda yer almak bir basamak olmamalıdır onun için mesleki kuruluşlar , işadamı , sanayici vb gibi kurumlar , kültür sanat vb ile kurumlarda yer alabilirsin ama yaygın İslami bir amacı olan kurum ise siyasi amaçta yer alamaz.O zaman yozlaşır , itibarı , heybeti gider.
İslami olan her şey yerli yerinde , kaliteli olmalıdır. Bir yayın yapılacaksa en iyi yayın , bir kitap çıkacaksa en iyi kitap çıkmalıdır. Derneklerin ve vakıfların kitap , dergi , yayın ,tv , radyo , internet sitesi vb gibi işlere girişecekse bu konuda uzmanlaşmış kurumlar kurması gerekmektedir. Falanca derneğin bir programda dağıtılmak üzere broşürden hallice bastırdığı kitapçığın vb dağıtılması gibi faaliyetler kaliteyi ve özgünlüğü düşürmekte , basitliğe ve ucuzluğa meydan vermektedir. İslami yayıncılık son yıllarda hem nitelik olarak gerilemiştir.Sebebi de bu hususa gereken önemin verilmemesi bunu yan bir uğraş gibi görmek ve uzmanlaşmış kuruluşlar kurmamaktır.
Dernekler ve vakıflar ticari kazanç elde edebilirler , ticari kazanç elde etmek için şirketleşebilirlerde bunlar son derece doğal ve makul çalışmalardır. Amma burada din satılmamalıdır.maalesef son yıllarda buradaki yozlaşma istismar maksatlı , dini , uhrevi anlamlar yüklenmiş bir takım malzemeleri pazarlamaya yönelik çalışmalardır.Bu tip çalışmalar güven sorununu devamında getirir.
Bir hususta son derece karmaşık ve uyumsuz çok sayıda amacın ve çalışmanın bir kurumda toplanmasıdır.Bir kişi hem gazeteci , hem doktor , hem avukat , hem çiftçi , hem imam , hem müteahhit hem akademisyen olmaz. Bir taraftan bakıyorsunuz sağlıktan bir çalışma öbür taraftan inşai faaliyetler , geziler , konferanslar derken medya çalışmaları vb bir karmaşa halinde her alanda parça parça faaliyetler devam etmektedir.Önemli olan Hadis-i Şerif’te de belirtildiği üzere çalışmaların az da olsa devamlı olması düsturudur. Bir sene çalış çabala bir faaliyet yap ama seneye yok niye enerji bitti , nefes bitti.Olmaz İslami anlayış bu değildir , faydası yoksa bir işten vazgeçilir yoksa bu düzensizliğin bir vebali olur.

images (8)Söz kıymetlidir , yazı kıymetlidir , eser kıymetlidir , fikir kıymetlidir. Eşref-i mahlukat olan insan kıymetlidir. Sosyal organizasyonlar insan öğüten bir karmaşa çarkı haline gelmemelidir. Bunların sebeplerinden biri de çalışmaları bir birine karıştırmaktır. Topluma hizmet edenlerin kafası , unorganizasyonu karışmamalı ki toplumunda kafası karışmasın , taliplisi çıksın , fayda üretilsin. Domatesi serada , saksıda yetiştirmeye çabalamayalım , bir bahçede yetiştirelim güzel , doğal , faydalı bir domates olsun , yetiştirende , alanda , satanda memnun olsun.24.08.2017
Mehmet Emin Başalp

İslami Sosyal Çalışmalarda Özgünlük Sorunu -3 ( Sünepelik )

IMG_0371

İSLAMİ SOSYAL ÇALIŞMALARDA ÖZGÜNLÜK SORUNLARI – 3 ( SÜNEPELİK )
Yazılarımızda İslami çalışmaların genel gidişatından ziyade tıkanma noktalarından biri olan özgün çalışmalar yürütemememin sebepleri üzerine fikir beyan ediyoruz.
Özgünlük neden önemli lütfen bir düşünelim. Özgün ve orijinal olmayan şeyin yerine sahte , yapay , kopya , taklit olanı gelir.Ondan sonra şikayetçiler başlıyor ağlama ; bu niye böyle , bu niye şöyle , bu gençlik niye heba oldu , Müslümanlar niye duyarsız , ahlakımız bozuldu , maddiyatçı olduk , mala mülke sefaya daldık falan filan diye.Çünkü senin etrafta gördüğün özgünlüğünü kaybetmiş organizasyonlar sahte ve yapay , onlardan sonuç çıkmaz içine aldığı insanı kamil hale getirmez , aleme nizam vermez , derde deva , sadra şifa olmaz.
Özgünlüğümüzü yeniden kazanmalıyız , özgünlüğümüzü kazanmak için özgürlüğümüz kadar mücadele etmeliyiz.
Daha önce İslami sosyal çalışmalarda yaşlı yönetiminden kaynaklı durağanlık ve jenerasyonlar arası kopukluktan bahsettik. Köylüleşme temayülü ile de insanlarla sağlıklı iletişim kurulacak diyaloğun ve metodun geliştirilemediği , ucuzluğun ve basitliğin , gösteriş meraklılığı ve sığ insanlar eliyle yayıldığını anlattık. Bu seferde İslami sosyal çalışmalarda özgünlüğe engel sebeplerden biri olan sünepeliğe değineceğiz.

 
İslami sosyal çalışmaları adeta bir kanser gibi saran sünepeliği ve ayrık otu gibi her yerde biten sünepelerin verdiği zararları anlatacağız.
Konuya bir romanla başlayacağım , çünkü konumuzu hayli ilgilendiren bir roman Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “ Saatleri Ayarlama Enstitüsü . “ Bu romanı tekrar tekrar okumada fayda var birde bu gözle okuyun diyorum , İslami sosyal çalışmalara doluşmuş niteliksiz kişileri , niteliksiz organizasyonları fark edeceksiniz.
Bu romanın baş kahramanlarından Hayri İrdal kendini nasıl tasvir ediyor “Ben insanların en naçizi ve manasızı, karımın, vaktiyle enstitümüzün kurulmasından evvel hakkımda kullandığı dille, en sünepesi……” Hayri İrdal kendinin sünepe olduğundan haberdar amma bu enstitü vasıtasıyla itibar , makam , mevki ve gelirde elde etmiştir. Sünepeler için bulunmaz fırsatlardır bunlar , kendi başına hiç olan , bir gölge olan insanlar ortaoyunumuzdaki üslupla “ evet efendim ,öyledir efendim , münasiptir efendim “ diye diye önemli kişi oluyor , idareci oluyor , ahkam kesiyor , çıkıyor kürsüye hitap ediyor , baş çekiyor , organizasyon kuruyor , analiz yapıyor , yazıyor , çiziyor. Gerisi de bu sünepeleşme akımına kapılıp susarsa işte ortaya özgün değil vasat altı işler çıkıyor. İnsanda yetişmiyor.
Bakınız bugün İslami sosyal çalışmalarda elinden iş , dilinden hikmet beklenecek , ufuk açacak kişilerden ziyade yönetilmeye muhtaç kişiler baş çekmektedir. Bu kişiler güdülmeye , birine yaslanmaya , şunu şöyle yap bunu böyle yap demeye muhtaç kişilerdir. Susar , çekinir , korkar , eleştiremez. Görgüsü , bilgisi , kültürü vasat altıdır. Bu kişiler insiyatif alamazlar , kendi fikirleri olmaz , kimin peşinden gideceğini kestiremez , iki lafı bir araya getiremezler . İç dünyalarında bir heyecanları , bir dünya tasavvurları yoktur , onları harekete geçirecek bir hayalleri , hedefleri , idealleri yoktur. Onlar İstanbul’un fethini düşünemezler onlar obada ki keçilerin , koyunların sütünün sağılması işinde titizlik gösterirler. Bu kişilerin içinde heyecan , şevk , gayret , dava şuuru yoktur çünkü öz ve cevher yoktur. Klişelerin sözcüsüdürler , tekrara düşerler. Her şeyi duruma göre meşrulaştırabilen , ilke ve ahlaki yapısı çelik gibi olmayıp lastik gibi olan omurgasız kişilerdir. Bu kişilerin herhangi bir haksızlık karşısında sesi çıkmaz , bu kişiler Müslümanlar için bir fedakarlıkta bulunmazlar ancak kendi görevleri neyse fedakarlıkları da o kadardır , görev biter iş biter. Kardeşlikleri zayıftır çünkü onu da vazife gibi görürler. Teşkilatçılık adı altında inşa edilen bürokraside emeklilik beklerler ve bu teşkilatlardan da sadra şifa icraatlar çıkmaz.

 

 
Bugün İslami sosyal çalışmaları organize eden binlerce kişi , katılımcı seviyesinde milyonlarca kişi varken ne bir Müslüman dava adamı yetişiyor ne de bu ruh artıyor. Görev alan binlerce kişinin Müslümanları miskinleştirmeye hakkı yok diye düşünüyorum. Miskinleşme derken fikri bir miskinlik ve onun sonucundan bahsediyorum ve icraatta da çekingenlik ile ortaya çıkan sünepelik özgün çalışmalar yapılmasına engel olmaktadır. Bu anlayış , bu atalet hızla yayılıyorken gidişatı durduracak kişiler değil , aksi gelişmeleri durduracak kimselerin varlığı da üzücüdür.

 
Bugün , bir Mehmet Akif , bir Babanzade Naim var mı fikir öne sürecek , bir Necip Fazıl var mı çile çekecek , bir Fethi Gemuhluoğlu var mı adında petrol geçen vakıftan muhabbet saçacak , bir Ali Ulvi Kurucu var mı , yazdığı şiirden peygamber sevgisi akacak , bir Cahit Zarifoğlu var mı , Müslümanların acısından kıvranacak daha çok isim sayılır bunlar zirve isimler fikir adamları yerel ölçekte de belki binlerce kişi vardır bir öğretmen , bir imam bir gönül insanı bir hayırsever bir bekçi bile Müslümanların davasını dava edinmişse , haktan , hakikatten başını kesseler ayrılmamışsa , yalandan , riyadan , gösterişten uzak kalmışsa , mert olmuşsa , adam olmuşsa , yoklukta , varlıkta nice fedakar , gayretkeş çalışmalar yapmışsa İslami sosyal çalışmalar az kişiyle bile çok yol kat etmiştir.

 
Bu hususlar konuşulurda duymuşsunuzdur , rahmetli filan amca şu caminin bu yurdun yapında ne gayretler gösterdi , falan bey zamanında bu çalışmalar için bizi gece gündüz demez arabasıyla getirir götürürdü , o öğretmenin sınıfından kimler yetişmedi ki , o cemiyet zamanında üniversite gibi çalışır , okul gibi çalışırdı , biz o arkadaş grubuyla sabah akşam ilim tahsil ederdik , onlar zamanında şu Müslümanların yardımına koştu vb gibisinden.
Örnek alınacak kişiler bu insanlar değil miydi , bugüne adapte edilmiş hali değil miydi ? Oysa kimi zaman titrine , diplomasına bakılan ama genelde herhangi bir meziyeti olmayan kişilerin kurumsallaşma kültürünü bozmadıkları , teşkilatlanma bürokrasisini aksatmadıkları , küçük hedefleri başarılı yürütmeleri nedeniyle başarılı addedildikleri bir sistemle İslami sosyal çalışmalar ilerlemeye çalışıyor. Maalesef sünepeleşme yaygınlaşıyor.

 
Bugün geçmiş yıllarda yapılanlardan daha ileri derinliğe sahip çalışmaların yapılamamasının sebebi nedir acaba diye düşünmek gerekiyor.Çalışmalar , organizasyonlar , teşkilatlar niye zayıflamıştır.İnsanların sözleri niye hafifleşmiştir.
Çünkü ;

 
Yine bu romandan devam edelim diğer niteliksiz ama icraatçı enstitü müdürü karakter olan Halit Ayarcı ne diyordu romanda “dostumuza kendisine gore bir is bulun… dedi. calismamasi icap eden, ataleti muessese icin faydali bir is… o zaman mesele hallolur. “ gerçekten muazzam tespit ataleti , tembelliği , sünepeliği müesseselerimiz için faydalı olacak insanları seçiyoruz. Malum hareket ve devinim zor idare edilir , problem çıkar . İşler bu anlayışla gittiği için her yer Hayri İrdallar’la dolmuş her kurum neredeyse Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne dönüşmüştür. Basit mevzuların dahi günlerce istişare edilebildiği bir anlayış yerleşmiştir. Onlarda insanları boş işlerle meşgul ederek bu meşguliyetten zaman ve itibar kazanmaktadırlar. Maalesef bu fasit daire ( kısırdöngü ) kırılamamaktadır.

 
Kimse bir şey demese emekli oluncaya kadar evinden işine gidecek birine hasbelkader biri gel sana ihtiyaç var dendiğinde geliyor , şurada şu yapılacak denirse yapıyor , şunu şöyle yap derlerse öyle yapıyor , böyle yap derlerse böyle yapıyorsa ve artık git dendiğinde gidiyorsa buradan özgünlük çıkar mı soruyorum ? Çıkmaz bir garabet çıkar ortaya ancak.
Yine bu romanda bir söz daha vardır “ Şöhret afet olduğu kadar da vesile-i rahmettir “ diye bu anlayışla bu sünepe insanlar grubu bu şöhretten istifade etmek suretiyle toplum içinde saygınlık edinmekte ve kendileri de toplum içinde önemli bir yer edindiklerini düşünmektedirler. İslami sosyal çalışmalar maalesef bu anlayışla kişilerle dolmakta bu anlayışta ise kişiler çalışmaları sürükleyememekte ancak idare etmektedirler.Özgün , orijinal etkili çalışmalar yapılamamaktadır.

 
İslami sosyal çalışmalarda mert insana , sesi gür insana , hakkı haykıracak insana , ahlakı çelik gibi olan insana , dertlenen insana , derdinin , davasının adamı olmuş insana , fikri ve zihni temiz , ahlakı çelikleşmiş , cüceleşmemiş , küçülmemiş , eğilmemiş , bükülmemiş , adam gibi adamlara ihtiyacımız var ki ; oturdukları yerde muhabbet olsun , mutluluk olsun , ilim olsun , irfan olsun , hikmet olsun. Çalışmalara şevk gelsin , heyecan gelsin , moral , motivasyon gelsin.Bu şekilde başarılı ekipler olur başarılı , etkili çalışmalar yapılır. Sahte , yapay , batıl , acemice , köksüz , ruhsuz çalışmalar , fikirler , cereyanlar yok olur. 08.08.2017

Mehmet Emin Başalp

İslami Sosyal Çalışmalarda Özgünlük Sorunu – 2 ( Köylülük )

IMG_0166

İSLAMİ SOSYAL ÇALIŞMALARDA ÖZGÜNLÜK SORUNU – 2 ( KÖYLÜLÜK )
İslami Sosyal çalışmalarda özgünlük sorunu olarak daha önce gerontokrasi yani yaşlı yöneticiler sorunu olduğundan bahsetmiştik. Bu hususa yine kısaca değinerek , STK’ların ve çalışmaların genç jenerasyondan kopuk halde devam etmesinin , çalışmaların özgün olmamasının başlıca sebeplerinden olduğunu tekrar belirtmek gerekiyor.
Bu hususta son yıllarda Avrupa ülkelerinde genç bakanlar görev almaktadır.Yine ülkemizde de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı sayın Fatma Betül Sayan Kaya 1981 doğumlu , Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı sayın Jülide Sarıeroğlu 1979 doğumlu , Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı sayın Berat Albayrak ise 1978 doğumlu olup Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulunda da genç isimler olarak önemli bir temsil kabiliyetine sahiptirler.
Devletlerin , şirketlerin bile benimsediği bu yaş grubu yüksek yöneticiler ile yaş grubu genç yöneticilerin harmanlandığı yönetim sistemi İslami Sosyal Çalışmalarda , STK’lar da pek benimsenmemekte , özgünlük sorunları da giderek bu çalışmalarda artmaktadır.
İslami sosyal çalışmalarda özgünlük sorunlarının çokça sebebi vardır sırayla değineceğiz bunlardan biriside köylülüktür.Tabii burada kişilerin köy kökenli olması , köyde yaşamasını kasdetmiyoruz , köylülüğü falan aşağılamıyoruz sadece sosyolojik anlamında kullanıyoruz köylülüğü.
Köylülük , vizyonsuzluğu , olabildiğince yerelliği , gelişmemeyi , kurabildiği en sağlıklı iletişimin ancak kendine benzeyenlerle olabildiği , yeniliklere kapalı olmayı , çekememezliği , kaba kuvveti , fikri üretimin olmamasını , estetiksizliği , şahsi gösteriş meraklılığını , düşüncesizliği daha sayıca çokça olabilir kapsayan anlayışları ifade eder.
Köyler insanların tabiatla iç içe yaşadığı , iyi bir aile ortamında insanların huzurlu , mutlu şekilde yaşadığı , suç oranlarının son derece düşük olduğu , safiyeti , temizliği temsil ettiği kadar yaşanılan coğrafyanın sınırlı olması , insan sayısının belirli olması nedeniyle yaşamda ve düşüncede sınırlılığı da ifade eder.
Bugün Anadolu’nun fethi sırasında kurulmuş köylerden 1000 yıl öncesi ile 1000 yıl sonrası arasında ne gibi gelişmeler yaşandığına bakıldığında bunun son derece az ve çok yavaş olduğu gözlemlenebilir. Hele sarp bir coğrafyaya da sahipse tarım aletleri bile çok az değişiklik göstermiştir.Çünkü dışarıya açılım olmadıkça ilim , kültür , ticaret gibi alanlarda herhangi bir gelişim olmamaktadır.
Malumunuz nüfusu artan köyler zamanla belde olmuş ve bu beldelerde belediye başkanlığı seçimleri ülkenin en çekişmeli seçimleri olmuştur. Çoğu belde de zamanında bu seçimler nedeniyle kavgalar , küskünlükler yaşanmıştır sebebi insanların diyaloğa kapalı anlayışıdır. Köylerde farklılığa tahammül azdır , çekememezlik fazladır , hatta bir kız alıp verme hadisesinde dahi aileler arasında anlaşmazlık çıksa taraflardan biri göç etmek durumunda bile kalabilir.
Köylerimizde genellikle insanlar kendilerini övmekten hoşlanmakta , basit şeylerle kendilerini ön plana çıkartmaya ve gösterişten hoşlanmaktadırlar.Bu hususta yapılan çalışmayla , beceriyle , başarıyla övgünün değil de tamamen kişisel sebeplerle övgünün yaygınlaşmasına sebebiyet verir. Falan ağa , filan ağa gibi köy eşrafı olarak bahsedilen kişilerin genelde herhangi bir özelliğe sahip olmadığı görülür.
Köylerde yaşam zor olduğu için her türlü maddeden sonuna kadar yararlanılmakta fakat bu tutumluluk zamanla eski şeyleri kullanma alışkanlığına , estetiksizliğe , çirkinliğe sebep olmaktadır.Köylerde estetik ve sanatsal zevkler hayli düşüktür.
Bu sosyolojik davranışlar şehre taşındığında şehir köylü bir anlayışla yapılanır , bir kuruma taşınırsa kurum köylü bir anlayışla idare edilir , sanata taşınırsa zevksiz eserler , mimariye taşınırsa çirkin yapılar , dini anlayışa taşınırsa bağnazlık , kültürel alana taşınırsa sığlık gibi hadiseler yaşanır. Tüm bu hususlar özgünlüğe engeldir.
Bu uzun girizgahtan sonra maksadımız ne olduğu umarım anlaşılmıştır. İslami çalışmalarda bu nasıl yansımaktadır.
İslami sosyal çalışmalarda yaygın çalışma yürütülmesi sırasında söylemde vizyon , misyon , ufuk gibi ideal hedefler görünürken eylemlerinde olabildiğince yerelleşme temayülünün görülmesidir. Dar bir insan kitlesi içerisinde faaliyet yürütülmesi , hitap edilen kitlenin genişleyememesi , belli kesimdeki insanlara hitap edecek dili oluşturamama köylüleşmedir.Çünkü yukarıda belirttik köylüleşme halinde ancak benzerlerle iletişim kurulabilir.İslami sosyal çalışmalar bir bölgede tüm sosyo – ekonomik gruplara , tüm mesleklere , tüm yaş gruplarına ve tüm yaşayanlara hatta tüm insanlığa hitap edemiyorsa yerel kalmaya , yerel dili sahiplenmeye , dar pencereden bakmaya ve kalmaya mahkumdur.Özgün olmayan tekrara düşmüş çalışmaların yinelemeye çalışılmasından başka herhangi bir faaliyette geliştirilemez.
Köylüleşme İslami sosyal çalışmalarda modası geçmiş uygulamaların sahiplenilmesi ile de kendini gösterir.Modası geçmiş çalışmaların ve uygulamaların sahiplenilmesi ise çağ dışı görüntü verilmesine sebebiyet verir. Bu husus çok mu önemlidir denilebilir elbette çok önemlidir çünkü insanların intibasında bu husus önemli yer teşkil etmektedir. İnovasyon denilen şey bir gereklilik üzerine doğmuştur , yenilenmek zorundasınızdır. Hep aynı rutin organizasyonların düzenlenmesi , aynı sözlerin tekrar edilmesi , binaların , eşyaların modernize edilmemesi , kimsenin artık uygulamadığı eğitim sistemlerinin hala uygulanmaya devam etmesi , yönetim anlayışının ilkel şekilde kalması köylüleşmeyi artırır , zihni köreltir. Burada şu ayrımı bilelim bir şeyin eski olması modasının geçtiği anlamına gelmez , insanlar klasik araba sahibi olmak isterler ama modası geçmiş otobüsle kimse yolculuk yapmak istemez. İnsanlar 30 yıllık modası geçmiş takım elbiseyi giymek istemez ama 100 yıllık antika saati takmak isteyebilir.
İslami sosyal çalışmalarda geleneksel sanatlarımızla ilgilenmek modası geçmiş uygulama değildir , internet çağında kitap basılması modası geçmiş çalışma değildir hala saman kağıttan zevksiz bir tasarımla üzerinde şirket logoları bulunan kitap basmak modası geçmişliktir , köylülüktür.Bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz.
Örnek vermek gerekirse konferans salon kapılarında hala sıra sıra dizilip insanları karşılamaya çalışmak , kapı girişlerinde ve çıkışlarında şeker – lokum tabakları koyulmasından , ballı süt ikramından öte bir ikram geliştirememek , ısrarla uzun açılış konuşmaları yapmak , faaliyet videoları izletmek gibi klişelerden vazgeçmemek köylülük temayülleridir.Oysa insanların kendini daha rahat hissedebileceği , ilgisini çekebilecek materyallerin olduğu konseptler geliştirmek , insanları sıkmamak asıl amaç olsa gerek.
Köylüleşme gösteriş meraklılığıdır dedik buda köylüleşme temayülüne girmiş İslami sosyal çalışmalarda tanıtım ve eğitim görsellerin estetiksiz ve zevksiz bir anlayışa girmesidir. Dikkat çekmesi adına her çalışma yapılan yere logo koymak , logoyu büyütmek , her yere basılı afiş vb asmak. Siyasi partilerin bile artık seçim dönemlerinde her yere bayrak asması hoş görülmemekte , miting alanlarının bile sade olup gelen vatandaşın konforunu artırma yönünde konseptlere dönüştüğünü görmek gerekir.
İslami sosyal çalışmalarda basılan eserlerin içerikten , estetikten yoksun olarak ziyade ucuz reklam kokan bir gösterişe dönüşmesi , zevksiz çizimler , zevksiz döşemeler , son derece karmaşık internet siteleri , insanlara mesajını dikkat çektirerek , beğendirerek değil adeta göstere göstere vermek gibi bir yanlışa düşülmesi zikredilebilir .Samimiyetin gelen gideni anlık kucaklamak , gülmek olmadığı , espri yapmak olmadığını , aslında insanların çalışmalarına , fikirlerine , sorunlarına gerekli değerin verilip anlık ilgilenildiği , geri dönüşün yapıldığı , ciddiye alındığı olduğunu yöneticilerin benimsemesi gerekir. Bütün paydaşlarla , sosyla çalışmayı yapanlarla , hitap edilen kitleyle ünsiyet kurulması gerekir. Köylerde falan ağa filan ağa gibi herhangi bir özelliği olmayan kişilere hiyerarşik üstünlük verilmesi gibi İslami sosyal çalışmalarda da insanları kategorize etmek gibi bir yanlışa düşülmesi , klikleşme gibi yanlışlar sosyal çevreyi daraltmakta , kurutmakta , sığlaştırmaktadır.
İslami sosyal çalışma yürüten kişiler seçilirken sen , ben , bizim oğlan mantığı ile hareket edilmemelidir.Bu tam anlamıyla bir köylülüktür işte köyde adam tarlasını kimle sürmeye gidecek , bağını kimle bozmaya gidecek , akşam kahvede kimle oturacak ancak buralarda sen , ben , bizim oğlan mantığı işler. İslami sosyal çalışmalarda başta sağlam inanç , güzel ahlak , beceri sahibi , ehliyetli , liyakatli ve güvenli kişiler seçilir lakin güvenli kişi mevzusunu sen , ben , bizimoğlan mantığı olarak anlarsan yetenekli , ufuk açan kişilere asla ulaşamaz , etrafında bulunan niteliksiz insanlar elinde heba olan kaynakları izler hatta bu kaynakların heba olmasından dolayı Allah korusun vebal altına girilir.
Fikri üretimin olmaması sığ bir alan oluşturur , denizlerde sığ alanlar bilindiği üzere yüzme bilmeyen kuru kalabalığın adeta suda oynadığı sınırlı yerlerdir.Oysa yüzme bilen iyi yüzücüler her türlü suda yüzerler ve kulaç atar ve açılır. Sığ alana ancak niteliksiz kuru kalabalıklar toplanır ve o sığ alandan daha ileriye de ilerleyemez.Oysa İslami sosyal çalışmaların amacı dünyaya İslamı tanıtmak , Müslümanları dini , kültürel , sosyal alanda gelişimini sağlamak ise sığ alanlar oluşturmak kuru kalabalıkları doldurmak yerine , kalabalıkları ve içerisindeki cevherleri derin sularda dahi yüzebilecek kaliteye sahip şekilde yetiştirmek gerekir.Bu ise ancak iyi bir eğitim , iyi bir eğitimci kadrosu ile planlı ve vizyonlu çalışmalar ile mümkündür.Gelişimin sağlanması için ise yeni fikirlere açık , yenilikçi olmak ve eleştirel bakış açısına tahammüllü olmak gerekir. İslami sosyal çalışmaları yapanlar arasında eleştiri yapanlar uzaklaşmak zorunda kalıyorsa , eleştiriye tahammül yoksa , yeni fikirler uygulanmıyorsa , çalışmalara yeni kişiler gelmiyorsa , çeşitli kişiler arsında rekabetler , küslükler oluşuyorsa orası geniş bir havza olmaktan çıkmış bir köy havzasına dönmüş ve köylüleşmiştir bazen kişiler bu durumun farkında bile olmayabilir ama sonuçlara bakarak beklide bazen dışarıdan bakarak ne hale geldiklerini sorgulamaları gerekir.Tüm bu hususlar özgün çalışmalara engel teşkil eder.Klişe ve sığ çalışmalarla plansız , programsız , derinliksiz çalışmalar yapılır gider.
Bu şudur köyde okunan ezan doğaldır ama eğitimli kişinin okuduğu ezan mükemmeldir.Köy içinde yabancı dil bilmenin herhangi bir artısı yoktur ama İslami sosyal çalışmalarda dünya hedefin varsa yabancı dil bilen kişileri görev alması elzemdir aksi halde köyden farkın yoktur. Yerelliği koruma adına hedeften uzaklaşırsan hedefine ulaşamazsın. Köy içinde her sene ancak kiraz festivali yapabilirsin ama kiraz sempozyumu yapamazsın.İslami sosyal çalışmalarda her sene aynı konseptli piknik yapmak , her sene bir bölgeye ağaç dikmek , her sene aynı kursu açmak kiraz festivali gibi işlerdir bu işlerin daha global olanını daha ilmi olanını daha çok geniş hitap eden olanını insanların yaşam tarzını etkileyebilecek olanını yapmak ise köylülüğü aşmaktır.
Bilindiği üzere köy seyirlik oyunları vardır , düğünlerde vb köyün bu konuda yetenekli üç beş kişisi belki yüzlerce yıldır aynı konseptli basit tiyatral gösteriyi sunar.Bu konsept hiçbir zaman değişmez çünkü orası köydür ama sinema evrensel bir dildir ve o evrensel dille köy seyirlik oyunları konseptli belki yüzlerce sinema filmi çekebilecek imkana , tekniğe ve hikayeye sahip olabilirsin. İnsanımızı İslami sosyal çalışmalarda adeta köy seyirlik oyunları gibi sınırlı çalışmalara değil evrensel metotlarla İslamı anlatacak ve yaşayacak kabiliyete kavuşturmak gerekir.
Sözü uzattık ama tüm bunları İslami çalışmaların dinamizmini , özgünlüğünü koruma adına söylüyorum.Çünkü bu çalışmalar İslam toplumun da dinamizmini gösteren gelişmelerdir. Hedef geçmişte daha yerel ölçekte olabilir bunlar zamanla aşılmıştır fakat yerel ölçekte ve zihniyette kalmak ise bu saatten sonra ileri götürmeyeceği gibi geriye götürür.Zaten son yıllarda bu tür İslami sosyal çalışmaların cazibesini yitirmesi , eleştirilmesi , gençlerin ilgisini kaybetmesi tüm bunların sonuçlarıdır.Bu sonuçlar ağırlaşmadan tedbir alınması gerekmektedir.01.08.2017

Mehmet Emin Başalp

İSLAMİ SOSYAL FAALİYETLERDE ÖZGÜNLÜK SORUNU – 1 ( GERONTOKRASİ )

IMG_8019
İSLAMİ SOSYAL FAALİYETLERDE ÖZGÜNLÜK SORUNU -1
( GERONTOKRASİ )
İslami sosyal faaliyetler nedir ? ona kısaca değinelim.Topum veya bir grup yararına yapılan bilgilendirme ,yardımlaşma , dayanışma , eğlendirme , toplu faaliyet , farkındalık , daha da geniş olarak düşünürsek , ilmi çalışmalar , dini çalışmalar , eğitim çalışmaları , mekan destekleri , kültürel faaliyetler , yayıncılık vb gibi bir çok faaliyeti içine alan çalışmalardır. İnsan sosyal bir varlıktır neticede ve bu çalışmalarda yıllardır yapılageliyor ve bu çalışmalar yoluyla islami şuur verilmesi amaçlanıyor.
Bu çalışmalar yıllardır yapılmakta olup çokça faydası görülmüş , mesafe kat edilmiş , çeşitli tecrübeler kazanılmış olmasına rağmen son yıllarda özgünlük ve ilgi kaybolmaktadır.Bu çalışmalar yenilenmez ve özgünlük kazanmazsa yakın zamanda hızlı ve sert bir tökezleme yaşayacağı açıktır.
Bu çalışmalarda özgünlüğe ve yeniliğe engel kronik sorunlardan başlıcası GERONTOKRASİ’dir. Gerontokrasi , yaşlıların belirleyici olduğu toplumsal veya siyasal bir sistem olup bununda o çevrede doğal karşılandığı , kanıksandığı bir anlayıştır. Bugün ülkemizde İslami sosyal çalışmaları gençler sürüklememekte , gençler belirlememekte , gençler tasarlamamakta , gençler sırtlamamakta , daha üst yaş gruplarında belirlenen bir takım çalışmalara katılmaya , destek vermeye adeta zorlanmaktadırlar. Bu çalışmaların bu anlayışla gitmesi ve aralığı yüksek bir jenerasyon kopukluğu sonucu ya sert bir savrulma yaşanacak yada küçülüp etkisiz bir hale gelecektir.Çalışmalar illaki devam eder ama yıllardır değişmeyen yöneticiler , kadrolar , heyetler , konseyler , istişare kurulları gibi örnekler bunların tipik örneği olup yönetimlerini , fikirlerini gençliğe açmayan örneğin Sovyetler birliği çöküşe gitmiş , yenilenmeyen kadrolarda jön Türkler gibi hareketlerin doğmasında etkili olmuştur.Sert bir dalga yaşanmadan işlevsel bir yönetim anlayışı , gençleşme gerçekleştirilmelidir ki sonucu başka şekillere evrilmiş sert dip dalgalara sebebiyet vermesin.
Bugün 2000’li yıllarda doğmuş 18 yaşında bir gence hitap edecek çalışmaları genelde 1950 – 1960 jenerasyonu belirlemektedir.Aradaki jenerasyonlar belirleyici olmaktan ziyade uygulayıcı , hitap edilen kitle ise oldukça uzak bir jenerasyon olan gençliktir. Esasında bu görevlerde olan kişilerin geçmişte genç olmalarına rağmen yaşlanmakla birlikte herhangi bir yenileşmenin yaşanmaması bu sonucu doğurmuştur. Yaşlanan jenerasyonların yerini danışma kısmına bırakması orta yaş kısmının destekçi gençlerin fikir ve uygulamada yer alması elzemdir.Dünya tarihinde yaşlı bir ekibin başarısından söz edilmemekte olup genç yaşta gelip başarılı olup yaşlanmasına rağmen görevde direnenlerin zamansız ve problemli ayrılması sonucu oluşan sorunlardan ise sıkça bahsedilir çünkü zamanında geçiş yapılamaması aksaklık doğurmuştur.
Bu gençleşme niye yaşanmamaktadır ? En başlıca sebebi kişilerin kendi jenerasyonu ile çalışma isteğidir , bu neticede doğal bir durumdur burada bilhassa yönetici olan kişi kendi akranları ile çalışmak ister o zaman yönetici üzerinden gençleşme yapılması elzemdir aksi halde alttan gelen bir gençleşme hareketi yaşanmaz.Çünkü yöneticiler yaş olarak karma bir yönetim anlayışını belirlemediği gibi , bu gibi karmaşık yönetimlerde de gençler ile ileri yaş grubu aynı yetkinlikte söz sahibi olamamaktadır.
Diğer nedenler ise objektif nitelikte olmayıp subjektif niteliklere dayanan kendilerini bu görevler için yeterli görme anlayışı , görevde direnme gibi anlayışlardır , neden gençleşmenin yaşanmadığı konusunda da öne sürülen alttan gençliğin yetişmediği gibi bir ifade ise ancak bahanedir.Zira yıllardır yönetici pozisyonunun da bulunduğun bir sosyal organizasyonda alttan nitelikli kişi yetişmemişse zaten bu sosyal organizasyon ölmüştür.İllaki yetişen bir genç kuşak varsa ve görev verilmiyorsa burada yer açılmaması sorunu vardır.
Gençleşme olmaması sorun mudur ? illaki sorundur çünkü yaşlıların tecrübe ve dinginliği belli zaman sonra yerini bir durgunluğa , yeni fikir ve proje üretmemeye , özgün çalışmalar yapamamaya sadece eski çalışmaların bir şekilde devam etmesi çabasına ve nostaljik takıntılara bırakır.Giderek gençlerle mesafe arttığı gibi jenerasyonlar arasında fikir ayrılığı ve uyumsuzluk da artar.
Bugün bir çok pratikliğe sahip gençlerin ağdalı konuşmalara , uzun metinlere , seremonik toplantılara tahammülü bulunmamaktadır.Uzun izahlardan sıkılan gençler , eskimiş alışkanlıklar ve köhnemiş konuların tartışıldığı toplantılardan ve programlardan uzak durmaktadırlar.
Fikir ve proje odaklı çalışmalar gençlerden beklenmemekte , gençler planlanmış programlarda kalabalık oluşturması , çalışmalara bedensel ve fiziksel destekleri beklenmektedir.Esasında Türkiye’de ki İslami hareket ve fikirler gençler vasıtasıyla yaygınlık kazanmasına rağmen günümüzde fikri yönden zayıflama ve sığlık yaşanmasının başlıca sebebi sosyal faaliyetlerde gençlerin aktifliğin ve liderliğinin giderek azalmasıdır.
Gençler hedeflerini sosyal çalışmalara yönlendirmekten ziyade artık rahat ettikleri , kendilerini daha iyi ifade ettikleri mecralarda vakit geçirmektedirler.Sosyal medya gençler için bir vakit geçirme alanı haline gelmiştir. Binlerce eğitimli ve kültürlü genç nargile kafeler de , vakit geçirmektedir. Gençlerin bu yollara tevessül edip İslami sosyal faaliyetlerden uzaklaşmasının sebebi , gençlere yönelik özgün ve kabul edilebilir yeni çalışmaların yapılmaması ve gençlerin karşılarında buldukları gerontokrasi sonucu isteksizliğidir.Oysa gençlerin söylemlerine bakıldığında oldukça nitelikli ve aktif bir gençliğin sistem dışına itildiği anlaşılacaktır.
Bugün İslami sosyal faaliyetlerde özgün bir çalışma örneği görülmemektedir. Bugün artık gençlere ilgilerini çekmeyecek konuşmacıları dinlettirmenin , kurbanda deri toplattırmanın , gençlere bayrak sallattırmanın , afiş astırmanın , cazip gelmeyen gezilerin , herhangi bir fayda yada ilmi üretimin olmadığı projelerin , kermeslerde pasta sattırmanın , sunuculuk yaptırmanın , kitap dağıttırmanın , çocukları avutturmanın , listeleri doldurtmanın , etiketleri yapıştırtmanın , temizlik yaptırmanın , eşya taşıttırmanın vb faaliyetlerin bir yaşı ve süresi olmalıdır bu yaş ve süre aşıldıkça kopma artmakta aradaki ünsiyet ve samimiyet yok olmakta , gençler hızla uzaklaşmaktadır.
Bugün gençlerin kendi aralarında planladıkları ve hedefledikleri özgün bir çalışmaya ve projeye destek verecek cesaretli bir islami STK yoktur. Bugün 20 yaşında kitap yazan bir gencin kitabını basacak cesarete sahip bir islami STK yoktur.Bugün gençlik sorunlarına veya toplumun sorunlarına kafa patlatılan , dert edinen bir STK yoktur. STK’lar durağan , sakin , huzurlu , atıl , maslahatçı bir haldedir.Açılıp , kapanan , oturup, sohbet edilip , dağınılan STK’lara yaşlılığın dinginlik ve tedbirciliği sinmiş haldedir.Yüksek hararet iyi değildir ama hararetin düşmesi donukluk halini almıştır bunun ideal düzeye gelmesi şarttır.
Gençler bilhassa sanata , görsel sanatlara teşvik edilmelidir.Belgeseller , kısa filmler , uzun metrajlı filmler , tiyatrolar , görseller , müzikler oluşturularak İslami şuura katkı verilmelidir.Herkesin elinde kameralı cep telefonun olduğu bir çağda neden görsel çalışmalarda Müslümanlar bir üretkenlik içinde değildirler.Kısa bir belgesel dahi çekilmemektedir.Neden STk’larda hala ilkel teşkilat birimleri olurken kültür , sanat ve görsel sanatlar merkezi , komisyonu , başkanı bilmem ne yoktur. Ülkedeki inşaatçılığı eleştiren sözde aydınlar STK inşaatçılığını neden görmezden gelirler.İnşaatçılığa verilen önem , farkındalık projelerine niye verilmez. Neden STK’lar bu alanlarda eğitim vermezler.Dünyaya ulaşmak bir hedefse ,İslam insanlığa anlatılacaksa , kendi şehrinde bile 4 sokak öteye ulaşamayacak faaliyetlerde didinmenin anlamı nedir. Kim artık bırakın bunları ufkumuzu genişletelim diyecektir.Bunlar sorulması gereken sorulardır.İslami sosyal çalışmalarda özgünlük sorunları maalesef had safhadadır bunlardan birinin yaşlılık olduğuna değinmek istedim.Bu konulara biraz kafa yoralım düşünelim.Zihin egzersizi yapalım. 23.05.2017

Mehmet Emin Başalp

AYASOFYA VE GELECEĞİ

IMG_7920
Ayasofya ; gündemden pek düşmeyen yine geçenlerde ibadete yeniden açılıp açılmayacağı sosyal medyada da gündem olan ve bu yapı ayakta olduğu müddetçe konuşulmaya da devam edecek olan dini/tarihi bir yapı. Ayasofya tekrar ibadete açılır mı ? Bu haliyle kalır mı ? Ayasofya’nın geleceği üzerine konuşmalar hayli devam edecek gibi ama Ayasofya niye önemli , bu öneminin sebebi ne , Ayasofya’ya yüklenen anlamlar , anlayışlar , kutsallığı , sembolikliği vb üzerinden Ayasofya’nın geleceği üzerine biraz zihin egzersizi yapmayı düşündüm.
Merhum Erbakan Hoca , konuşmalarında detaylı izahlarda bulunurken mevzuyu bazen Hz.Adem’den başlatırdı bende oradan başlatarak bugüne geleceğim umarım toparlayabilirim.Biz Müslümanız , Müslümanların ibadet mekanları mescidler veya camilerdir.Bu camilerin bir birlerinden farkları var mı ? Üstün olanı var mı ? Kutsal olanı var mı ? Müslümanlar ne düşünüyor , simgesel , sembolik anlamları var mı ? Sorular çoğalır biz konumuza dönelim.
Kutsal Türkçe bir kelimedir bu kelimenin Arapça ve dini literatürde muadili mukaddestir.Kuran-ı Kerim’de Taha Suresi 12.ayetinde Hz.Musa Peygambere ayakkabılarını çıkar çünkü mukaddes Tuva vadisindesin şeklinde Rabbimiz hitap ederken vadiyi mukaddes olarak sıfatlandırmıştır. Mescid-i Aksa için de etrafını mübarek ( bereketli ) kıldığımız şeklinde bir ayeti kerime bulunmaktadır.Biz bir tefsir alimi olmadığımız için bu mukaddes mekan ve ifadelerden ne kasdedildiği ve ne anlaşıldığı hususunda beyanda bulunacak değiliz bunu ancak sahih alimler , uzmanlar izah edebilir bu konudan bahsetmemizin sebebi Kuran-ı Kerim’de bu ifadenin de geçtiğinin bilinmesidir.
Yeryüzünde ilk mabed İslam inancına göre Kabe’dir.Kabe ,ilk defa Hz.Adem Peygamber tarafından inşa edilmiştir o yapının tam evsafı bilinmese de daha sonraları Nuh Tufanı veya başkaca bir sebeple yıkıldığı ve Hz.İbrahim Peygamber dönemine kadar öylece kaldığı Hz.İbrahim tarafından da harçsız şekilde taştan ve üstü açık şekliyle inşa edildiği , daha sonra Mekkeliler tarafından harç kullanılarak ve üstü kapatılarak dört köşe haline getirildiği , Hz.İbrahim’den beri insanlığın haccetmek için Kabe’yi ziyarete geldiği , Mekke putperestliği döneminde içine ve dışına çeşitli putların yerleştirildiği , iç duvarlarında bazı resimlerin vb de olduğu bilinmektedir.Kabe daha sonra Müslümanların kıblesi olmuş , Hz.Peygamber’in Mekke’yi fethi ile içi ve etrafı putlardan temizlenmiş ve Müslümanların hacc farizasını yerine getirdikleri , günde beş vakit namaz kılarken yöneldikleri en kutsal mabedi olmuştur.
Kabe daha sonraları dışına kıymetli örtüler örtülen , kapısı ve oluğu vb gibi bazı kısımları değerli madenlerden yapılan bir mabed olmasına rağmen taştan , düz , basit ( karmaşık olmayan anlamında ) bir binadır fakat Allah cc Kabe’nin azametini artırmıştır , ihtişamını oradan alır. Şairin de dediği gibi ;
“ Zahiruhu estar ve ahcar ,
Batınıhu esrar ve envar “
Dolayısıyla Kabe dışarıdan ancak örtü ve taştan ibarettir ama esas görünmeyen yüzü veya içi , özü sırlar ve nurlar ile doludur diyor , ifade son derece isabetlidir.
Şimdi gelelim Kabe Müslümanlar için en kutsal mabed olmasına rağmen içinde ibadet edilen bir mabed değil yönelinen bir mabeddir.Herhangi bir ruhban yahut din adamı sınıfı da tarih boyunca Kabe ve çevresine yerleşmiş değildir.Kabe içi ve çevresi herhangi bir dini eğitim merkezi veya dini-siyasi simgesel bir tören merkezi değildir.Kabe , Mescid-i Haram ‘ın içerisinde bulunur ve bu mescidin imamlığı , müezzinliği vb gibi hususlarda Müslümanlar arasında üst düzey bir dini makam değildir. Namaz kıldırma ehliyetine sahip biri de Mescid-i Haram imamlığını pek ala yapabilir dünyanın her tarafından zengin – fakir , kadın – erkek tüm Müslümanlar Kabe’yi ziyaret edebilir.Kabe içerisinde kutsal olduğu bilinen bir eşya da bulunmamakta olup eskiden şimdilerde kutsal emanetlerde denilen peygamberlere ait eşyalar bir dönem bulunsa da daha sonra farklı yerlere taşınmışlardır.Kabe etrafında sadece farklılık arzeden iki taş bulunmaktadır bunlardan biri Hacer-i Esved olup diğeri makam-ı İbrahim adı verilen Hz.İbrahim’in Kabe’yi inşa ederken üzerine çıktığı taştır. Kabe’nin etrafında sadece tavaf yapılmakta ve namaz kılınmakta olup , kurban kesilmesi veya bir takım , adaklar , sunaklar vb gibi muhtelif ritüeller veya ibadetler yoktur.
Kabe hususunu niye dile getirdik zira Hz.Peygamber’den nakledilen bir Hadis’-i şerif’e göre üç mescide ibadet maksadıyla ziyaret edilebilir ve yine bir Hadis-i Şerife göre içerisinde kılınan namaz diğer mescidlerde kılınan namazlardan daha sevaplıdır. Yani bu üç mescit diğerlerinden faziletli ve üstündürler dolayısıyla daha kutsaldırlar da diyebiliriz. Bu mescidler , Kabe’nin de bulunduğu Mescid-i Haram , Hz.Peygamber’in kabrinin de bulunduğu Mescid-i Nebevi ve Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’dır. İlk inşa edilen Kuba mescidi de ismi burada zikredilmese de Kuran’da övülmüş bir mescid olarak dünyadaki diğer mescidlerden farklı veya üstün olduğu da ifade edilmektedir. Dolayısıyla üç mescid veya cami de diyebiliriz ki diğer mescid ve camilerden farklı bir özellik arzediyor daha faziletli ve üstün olarak kabul görüyor.
Bu mescidlerden kısaca Mescid’i Aksa’ya da değinmemiz lazım. Mescid-i Aksa’nın bulunduğu yerde eskiden Süleyman Mabedi , tapınağı vb olarak ifade edilen bir yapı vardır , Hz.Süleyman bir peygamberdir ve Allah’a ibadet edilmesi maksadıyla bir mabed inşa ettirmiştir ve esasında burası da Hz.Adem Aleyhisselam’dan beri bütün peygamberlerin tebliğ ettiği ve tek hak din olan İslam’ın bir mescidi , ibadet mahallidir , bunu bu şekilde anlamak gerekir. Babası Davud Aleyhisselam döneminde inşasına başlandığı ve Süleyman Aleyhisselam zamanında tamamlandığı , çok büyük olduğu , kıymetli taşlarla bezendiği , zamanında eşi benzeri olmadığı , yapımında cinlerinde çalıştığı ifade edilir.Süleyman Aleyhisselam’ın inşa ettiği ve mabed Beyt-i Makdis olarakta anılan bu yapı yapıldığı ve daha sonraki dönemler açısından yahudiler için önemlidir.Müslümanlar için de önemlidir zira Süleyman peygamber Müslümanlarında peygamberidir , ayrıca Müslümanların ilk kıblesidir ve Hz.Peygamber Mescid-i Aksa’dan miraca yükselmiştir.Süleyman Mabedi geçmişte olduğu kadar hala Müslümanlar , Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından büyük önem arzetmektedir.Çünkü bu mabed içinde ibadet edilen , geçmişte içinde din adamlarının kaldığı , hatta bu mabede kişilerin çocuklarını adadığı , mabedde eğitim faaliyeti yapıldığı , dini müzakereler yapıldığı , kurbanların kesildiği vb bilinmektedir.Bu mabed daha sonraları vb işgaller sonucu yıkılmıştır.Şimdi bu mabedin bir önemi de kutsal bir eşyaya ev sahipliği yapmasıdır. Bu eşya Ahit Sandığı denilen içinde Allah cc tarafından Hz.Musa Peygambere verilen Tevrat yazılı tabletlerinin saklandığı bir sandık yahut Kuran’ın tabiriyle tabuttur. Bu tabutun vasıfları Kur’an da detaylı şekilde yoktur ama muharref Tevrat’ta detaylı şekilde vasıfları anlatılmıştır.Kuran’ı Kerim’de de bahsedildiği için bir efsane olması imkanı olmayan bu kutsal eşya mabed de saklanıyordu.Mabedin yıkıldığı zaman kaybolan bu sandık hala kayıp mı ? yok mu oldu ? yoksa bir yerlerde saklanıyor mu bilinmiyor.Bu sebeple de bu tür gizemli , ezoterik bilgilere meraklı kişiler içinde artık mabed ayrı bir önem kazanmıştır.
Mabedin yerinin şuan Müslümanlar için Mescid-i Aksa olması ve hala Müslümanların uhdesinde bulunması dolayısıyla da önemlidir. Yahudiler günümüzde mescidi ortadan kaldırmak ve güya kendi mabedlerini inşa etme gayesi içerisindedirler.Hristiyanların tapınakçılar denilen haçlı zihniyetli gizemli örgütü içinde bu mabed önemlidir çünkü tapınakçıların adını aldıkları tapınak burasıdır. Masonlarda mabedin ustası olduğu iddia edilen Hiram usta ve öğretisi bağlantısı nedeniyle mabedi önemserler. Gizemli , sırlı , ezoterik bilgi ve eşyalara meraklı kişiler içinde bu mabed bulunmaz bir yerdir. Mescid-i Aksa ve Kudüs şehri tüm bu sebeplerle dünyada hem dini – simgesel hususular da ön plana çıktığı gibi siyonist İsrail’in işgali altında bulunan Kudüs’te bugün huzur , sukunet ve barış olmayıp zulüm , kan ve gözyaşı bulunmaktadır.
Dolayısıyla Müslümanlar açısından faziletli ve üstün olduğu , içinde yapılan ibadetin diğer mescidlerde yapılan ibadetlerden daha sevaplı olduğu bizzat Hz. Peygamber tarafından belirtilen bu üç mescidi kısaca izah ettik. Bu üç mescidle ilgili konuyu bitirmeden şuna da değinelim bu üç mescidinde yerleri kutsiyet ifade eder yapıları herhangi bir orjinallik , tarihilik vb arzetmemektedir. Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’nin şimdiki yapıları hala yenilenmekte , baştan yapılmakta ve genişletilmekte olup Mescid-i Aksa olarak bilinen mescid üzerinde de nerenin Mescid-i Aksa olduğu tartışması sürmekle birlikte orada bulunan Kıble Mescidi , Kubbetüs Sahra Mescidi ve etrafını içerisine alan , alan olduğu ifade edilmekte olup oradaki yapılarda Emevi dönemi ve daha sonraki dönemlerde yapılan ekler ve iyileştirmelerdir.
Bu üç mescid haricinde İslam dünyasında başka kutsal , üstün , faziletli mescid yok mu ? Yukarıda belirttiğim gibi ilk inşa edilen ve övülen Kuba Mescidi haricinde benim şahsi kanaatime göre de yok.Kuba mescidi ile ilgili hususta bir kutsiyetmidir yoksa bir itibar mıdır ona da ancak ilahiyatçılar karar verebilir. İslam dünyasında bugün Endülüs’ten , Japonya’ya , Hindistan’dan , Afrika’nın ortalarına , Anadolu’dan , Amerika’ya , Rusya’ya, Avustralya’ya , Mısır’dan , Hicaz’a ,İran’a vb yer alan gerek yeni yapılmış , gerek tarihi , gerek başka dinlere ait yapılardan çevrilmiş , sanatsal değeri yüksek olan , olmayan , ahşaptan , taştan , betondan , camdan hangi malzemeyle yapılmış olursa olsun veya kimler tarafından yaptırılmış olursa olsun üstün olan bir mescid bulunmamakta olup ancak daha sonradan atfedilen sembolik değerler üzerinden anlam kazananlar vardır. Yoksa bir kutsiyet ifade edilme geleneği ve anlayışı yaygınlaşırsa bu önü alınamaz , temelsiz bir hurafe anlayışına yol açar.
Bu sembolik değerler neden önemlidir , nasıl oluşmuştur , korunması vb önemlimidir bunlara aşağıda da vereceğimiz örnekler üzerinden bir göz atmada fayda var lakin burada herhangi bir kanaat belirtmeyeceğim bu mescidlerle ilgili sembolik değerleri de okuyuculara bırakacağım ama bu mescitlere kutsiyet atfedilemeyeceğini , üstünlük atfedilmeyeceğini tekrar hatırlatarak yazıma devam ediyorum.
1 ) Halilürrahman Camii ; Filistin’in El-Halil şehrinde bulunan Hz.İbrahim peygamber , İshak peygamber ve aile efradının mezarlarının da bulunduğu bu mescid esasında İbrahim Peygamber Atamıza binaen İslam dünyasının gündeminde önemli bir yer teşkil etmesi gerekirken genelde az bilinir nitekim camiinin önemli bir bölümü siyonist yahudiler tarafından işgal edilmiş ve bir sinagoga çevrilmiştir.Bu camii Yahudi işgalide yaşandığı için Müslümanların gündeminde daha fazla yer almalıdır. Allah’ın dostu olarak ifade ettiği Hz.İbrahim peygamberin mezarının yanında yahudi ayinleri yapılmasına fırsat verilmemelidir.
2 ) Kubbetüs Sahra ; Mescid-i Aksa üzerinde bulunan altın kubbesi ile ilgi çekici ve hafızada kalan bu camii zihinlere Mescid-i Aksa olarak kazınmış olup Mescid’i Aksa’yı görsel anlamda temsil etmesi ve Hz.Peygamber’in burada namaz kıldığı , miraca yükseldiği taşın üzerine yapıldığı vb gerekçeleriyle sembolik anlamı yüksek bir camiidir.
3 ) Emevi Camii ; Şam’da bulunan tarihi yapısıyla etkileyici bu camii , İslam beldelerinde yer alan büyük camiler içerisinde en eskilerindendir. Bu camiinin bulunduğu yerde daha eskiden Arami tapınağı , sonra Roma tapınağı , sonra kilise ve nihayetinde cami bulunmaktadır.Genelde bu husus kadim şehirlerde bulunan bir çok eski mabedde de sık karşılaşılan bir durumdur , genelde dini mekanlar aynı yerlerde bulunmakta ve çevrilmek suretiyle bugüne kadar gelmektedir.Bu camii de halk arasında dördüncü harem-i şerif olarak adlandırılmakta ise de herhangi bir dini dayanağı yoktur.Yine Hz.İsa peygamberin semadan tekrar dünyaya bu camiinin minaresine ineceği şeklinde bir inanç bulunması da bu camiye özel bir önem atfedilmesine sebebiyet vermiştir. Hz.Yahya peygamber’in başının gömülü olduğu söylenen bir yerde camide bulunmaktadır.İşin ilginci Ayasofya’da da bir Hz.Yahya kafatası parçası bulunduğu iddia edilir ve şimdilerde bu Fransa’dadır. İnşaAllah Suriye huzurlu günlerine geri dönerde bu camii de müslümanlar tarafından yine sıklıkla ziyaret edilir.
4 ) Şii Camileri ; Hz.Ali Efendimiz’in kabrinin bulunduğu , Hz.Hüseyin Efendimiz’in kabrinin bulunduğu türbe ve camiler ,şii inancındaki 12 imam anlayışı doğrultusunda imam türbeleri ve etraflarında bulunan camiler Irak ve İran’da yaygın şekilde ziyaret edilmekte ve şiilerce büyük önem kutsiyet arz etmektedir.Genelde şaşaalı yapıları ile de dikkat çeken bu camiler genelde türbe fonksiyonu ve bir takım Şiilere ait , eğitim ve yas törenlerine de ev sahipliği yaptığından İslam’ın cami fonksiyonuna aykırı uygulamalar olduğunu düşünüyorum. Hz.Ali ve Hz.Hüseyin efendilerimizin türbeleri bu mezhepçi anlayıştan kurtularak tüm Müslümanların ziyaret ettiği yerlere dönüşse diye düşünüyorum.
5 ) Kurtuba Camii , gerçekten en az Ayasofya kadar içimizi parçalayan ve Müslümanlar için ibret olması gerektiğini düşündüğümü bir camii.Çünkü mahzun , çünkü yüzyıllardır ibadete kapalı ve ortasına da bir katedral inşa edilmiş vaziyette. Endülüs Devleti ( yani bugünkü Güney İspanya ) zamanında 700 yıldan fazla camii olarak hizmet vermiştir.Müslümanların , bugün hristiyanlıkla özdeşleşmiş Avrupa’da inşa ettirdiği muhteşem büyüklükte ve sanatsal olarak çok değerli olan bu camii , Müslümanlar açısından Avrupa’ya karşı İslam Din ve Medeniyeti’nin üstünlüğünü en iyi ifade eden simgesel camisi idi.İbretlik diyorum zira Müslümanlar kendi aralarında ihtilafa düşünce Müslümanlar Endülüs’ü kaybettiler ve güzelim Kurtuba Camii’miz de elimizden çıktı , içine bir katedral yapıldı , şimdilerde ise kilise – müze olarak devam ediyor.İnşaAllah Allah bir daha o güzel camide Müslümanlara tekrar namaz kılmayı nasip eder.
6 ) Diyarbakır Ulu Camii ; Anadolu’da ki en eski camii olduğu söylenmektedir.Emevi camisine oldukça benzeyip bu camii de beşinci harem-i şerif diye halk arasında anılmaktadır.Anadolu’da selatin camiler haricinde özel öneme sahip bir cami olduğu söylenebilir zira Evliya Çelebi’de oldukça övmüştür.
7 ) Ayasofya Camii ; artık konu Ayasofya’ya geldi ve aşağıda tafsilatlı şekilde izah edeceğiz.

Yukarıda tabi tümünü belki değil ama Müslümanlar açısından özel önem verilen ve sembolik anlamları olan camileri kendimce sıralamaya çalıştım.İslam dünyası ve dünyanın bir çok köşesinde sayısız cami ve mescid bulunmakta , bu cami ve mescidler büyüklükleri , tarihi olup olmadıkları , hatta daha lokal düzeyde atfedilen anlamları vb ile say say bitmez haldedir.
Anadolu’da da camilerin Selçuklular , beylikler ve Osmanlı döneminde de devlet adamları ve halk tarafından tarafından görkemli şekilde yapılmasına gayret gösterilmiş ve ülkemiz binlerce camii ile donatılmıştır , donatılmaya devam etmektedir.Bu camilerden Divriği Ulu Camii , Bursa Ulu Camii , Konya Alaaddin Camii , Beyşehir Eşrefoğlu Camii , Kayseri Hunat Camii , İstanbul selatin camilerinden Beyazıt , Fatih ,Şehzadebaşı , Süleymaniye , Yavuz Selim , Sultan Ahmet , Yeni ve Nuru Osmaniye Camiileri , Edirne Eski Camii ve Selimiye Camii önemli camilerdendir.Cumhuriyet döneminde de sayıca çokça ve büyük camiler yapılmış olup Kocatepe Camii , Kahramanmaraş’taki Abdülhamid Han ve İstanbul’a yapılmakta olan Çamlıca Camii’nin güzel örnekler olduğu düşünülebilir.
Ayasofya Tarihi
Çok uzun bir mukaddime oldu ama bu izahı yapmak zorundaydım , İslam’da camilerin kutsiyet hususu izah edilmeliydi çünkü tv programlarında ve bir çok eserde kutsal Ayasofya tabirleri sık geçtikçe insan zihninde kutsal bir mabed olan Ayasofya’nın şuan camii olarak kullanılamamasının büyük bir dini sorun teşkil ettiği inanışı halk arasında da yaygınlaşmaktadır. Evet Ayasofya’nın ibadete açık olmaması bir sorun teşkil etmektedir ama bu dini anlamda bir sorun değil camii olarak uzunca yıllar hizmet eden , tarihi ve büyük bir yapının müze haline çevrilmesi herkesi üzmekte ve yaralamaktadır ama bu kutsiyet hususları üzerinden değil tarihi- sembolik anlamı üzerinden dillendirilmesi gerekmektedir.
Ayasofya ile ilgili bir diğer yanlış inanışta Fatih Sultan Mehmet’in , Ayasofya vakfiyesinde olduğu iddia edilen , eğer Ayasofya camii olmaktan çıkarılırsa diye ettiği bir bedduanın yer aldığı hususudur. Ayasofya’nın ibadete kapalı olması , insanların bu beddua vebalinin altında kalacağı şeklinde ruhi olarak huzursuzluk duymasına sebebiyet vermektedir.Fatih Sultan Mehmet Han’ın Ayasofya vakfiyesinde böyle bir beddua vb yer almamaktadır. Bu hususa daha sonra değineceğiz ama Ayasofya’nın ibadete kapatılmasının siyasi anlam kazanması ile de uydurulmuş bir ifadedir.
Ayasofya İstanbul’un fethinin sembolüdür.Fatih Sultan Mehmet’in kılıç hakkı olarak ve muazzamlığı sebebiyle camiye çevrilmesini emrettiği bu mabed Osmanlı’nın gücünün , cihad anlayışının moral ve motivasyonun kaynağı olmuştur.
Ayasofya Hristiyanlığın ,Ortodoks mezhebine ait yapıldığı çağ açısından muazzam büyüklükte , süslemeleri , sunakları , içerisinde yer alan kutsal eşyaları vb ile de mühim bir kilise olduğundan , dini anlamı olduğundan ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olduğundan Ortodoks hristiyanlar açısından önemlidir.Yine aynı şekilde Bizans’ın mirasçısı olduğunu iddia eden Yunanistan ve Ortodoksların hamiliğine soyunan Rusya ve kiliselerin birleştirilmesi idealinde olan Katolikleri temsilen Vatikan’ın da gündeminde yer almaktadır.
Ayasofya yapım aşamaları , mimarisi , içerisinde yer alan en ufak bir ufak bir çizgi ve figürün anlamı ile de mimarlar , mühendisler , tarihçiler , sanat tarihçileri , restorasyon işleri ile ilgilenenler açısından da son derece önemli bir mekan ve gözlem alanıdır. İçerisindeki yer alan semboller , anlatılan efsaneler , yakıştırmalar vb nedeniyle ezoterizm meraklıları , gizemli sırlı olaylara meraklı kişiler açısından da bulunmaz bir mekandır.
Ayasofya gerek doğu ile batı arasında kültürlerin çekişmesinde , İslam ile Haç’ın savaşında her zaman bir sembol olarak yer almış bu nedenle uluslar arası siyasi bir anlam kazanmıştır.Müzeye çevrilmesi sonucunda da Türkiye’de siyasal İslam ideolojisinin söylemlerinde sıkça yer almaktadır.Ayasofya doğu ezilmişliğinin ve dahi batı emperyalizmi karşısında zayıflayan Müslümanlara yeniden güç , moral ve birlik şuuru verme konusunda tarihi ve sembolik anlamı oldukça sık kullanılan bir yapıdır. Şiirlere , ezgilere , yazılara vb konu olmuştur bu hususa da değineceğiz örnekler paylaşacağız.
Ayasofya ülkemizde, x şehrinde yer alan y camisi gibi ibadete kapalı herhangi bir camiinin yeniden ibadete açılması veya yıkılmış bir camiinin yeniden ihya edilerek ibadete açılması gibi bir anlam ifade etmeyip dini , siyasi , sosyal ve kültürel şekilde çok derinlemesine anlamlar ifade eden ve ibadete açılsa da yeni anlamlar kazanarak devam edecek bir mekan olarak varlığını sürdürmektedir.
Ayasofya’nın önemine geri döneceğiz ama öncelikle Ayasofya’nın yapımından bugüne geçirdiği serencama da değinelim.Zira oldukça eski bir yapı olan Ayasofya önemini büyüklüğü , sanatsal ve mimari değeri yanında bu oldukça uzun yaşından dolayı da almakta olup bu serencamı ifade etmemiz gerekir çünkü bunu hak etmektedir.

IMG_7920 IMG_7910
Ayasofya , İstanbul şehrinde yapılmıştır.O zamanki adıyla Konstantinopolis adıyla anılan Doğu Roma İmparatorluğu’nun veya Bizans’ın başkentinde. Bugünkü yapıdan öncede Ayasofya’nın yerinde eski pagan tapınakları olduğu daha sonra Ayasofya adıyla daha küçük yapıldığı diğerlerinin bu ihtişamda olmayıp çeşitli halk isyanları ile yıkıldığı bilinmektedir .Bu yapı ise M.S. 537 yılında ibadete açılmıştır.537 yılı açısından değerlendirildiğinde Ortadoğu bölgesi açısından yapılmış en büyük ve ihtişamlı mabed olduğu tartışmasızdır. Bizans İmparatorlarının taç giydiği ki o dönem açısından Doğu Roma ( Bizans ) ve Sasaniler dünyanın iki süper gücü olup gücü , sanatı , ekonomiyi , ihtişamı ellerinde bulunduruyorlardı , o güçle orantılı , insanları şaşırtacak , muhteşemliği ile etkileyecek , konuşturacak bir kilise olması öngörülmüştür.
Daha öncesinde bu bölgede yani Anadolu , Ortadoğu ve istanbul’a da Roma İmparatorluğu hükmediyordu. Hz.İsa Aleyhisselam’ın zuhuru ile yeni bir din ve şeriat Yahudilere bildirildi.Yahudiler tarafından Hz.İsa Aleyhisselam peygamber olarak kabul edilmemişti ayrıca Hz.İsa Aleyhisselam Romalıları da rahatsız ediyordu ve detayına girmiyorum neticede öldürme planı yapılmıştır.Bizim inancımıza göre Romalılar , Hz.İsa Aleyhisselam’a hiçbir şey yapamadılar ve Hz.İsa Aleyhisselam göğe yükseltildi. Yerine de ona Allah tarafından benzetilen ihbarcı havari öldürülmüştür. Hz.İsa Aleyhisselam’ın yanında bilindiği üzere havari adı verilen sadık dost ve öğrencileri vardı.
Bu havariler tam anlamıyla Hz.İsa Aleyhisselam’dan sonra neler yapmışlardır , İncil yazıya geçiriliş miydi , geçirildi ise ne olmuştur , geçirilmedi ise ne olmuştur , Hirstiyanlık nasıl yayılmıştır bu bilgiler genelde Hristiyanlara ait bilgi ve belgelere dayandığından güvenilirliği bizim açımızdan oldukça şüphelidir.Zira Hristiyanlık inancı kısa sürede çok fazla tahrif olmuş ve başta Roma putperestliğinden etkilenmek üzere tevhidi bir inanç olmaktan çıkmıştır.Üçleme bir ilah anlayışı ile de Hz.İsa’ya haşa ilahlık atfedilmiştir.
Hristiyanlık Ortadoğu ve Anadolu coğrafyasında baskılara rağmen , gizli , kapaklı ,mağara şehirlerde , yer altı şehirlerinde vb de yaşanmak suretiyle , halka rasında kendini dine adayan ruhban ve keşişlerin tebliği ile hızlı bir yayılma göstermiştir.Havarilerin Hz.İsa peygamberden sonra bu dini yaymak için dağıldığı iddia edilmektedir. Hristiyan teolojisine göre de havarilerden nakille çok farklı sayıda İncil ortaya çıkmış olduğu düşünülüyor lakin bize göre bu İncillerinde tahrif edildiği açıktır. Çok sayıda fazla İncil metni daha sonraları hristiyanlar içinde sorun teşkil edecektir.
Hristiyanlarda ibadet etme maksadıyla kilise , katedral , şapel vb büyüklük küçüklük anlayışıyla mabetler inşa etme gayretine girmişlerdir.Bu kilise denilen mabet yapma ihtiyacı , anlayışı şekli nereden nasıl bir gerekçeyle çıkmıştır. Şimdi Yahudilerin ibadet mahalli sinagog olarak bilinir esasında sinangoglar , Süleyman Mabedi yıkılınca onun işlevini yerine getirme maksadıyla mabed yeniden yapılıncaya kadar oluşturulmuş onun misyonunu devam ettiren yapılardır. Bugünkü sinangoglar işte geçmişte mabedin mihrabında saklanan Tevrat tabletleri gibi , Tevrat’ın saklandığı bir dolap vb bulunan Tevrat okunan bir toplanma yeridir.İçinde resim , heykel vb barındırmaz. Hristiyanlar Kiliseler için Sinagogları mı örnek almıştır kanaatimce almamışlardır.
Hristiyanlık , ilk zamanlar açısından bu tahrif edilmiş haliyle bile mabet temelli bir yayılım yerine insan yani ruhbanlar üzerinden teşkilatlanmış ve yayılmış bir dindir.Mabetli haline ne zamanlar geçildiği hususu atıflardır.Bu atıfın en temelini işte Roma Kilisesi inancı oluşturur.Bu mevzuyu biraz daha detaylı anlatalım. Hristiyanlık dini tartışmalara düştüğünden , yeni kiliseler , devlet desteği ile aşırı genişleme , yayılma , din adamları arsında tartışma vb sonucu bir meclis toplanarak bazı kararlar alma ihtiyacı hissettiler.Bu sebeple M.S. 325 yılında bugün Bursa ilimizde bulunan İznik ilçesinde 1.İznik Konsili toplanmıştır.Burada alınan kararlardan bizi ilgilendiren üç ekümenik kilisenin belirlenmesidir.Yani daha kolay anlaşılması açısından bir birine denk , üç üstün kilise bunlar Roma , İskenderiye ve Antakya kiliseleridir.Diğer kiliseler bu kiliselere bağ yoluyla idare edileceklerdir.
Ekümenik kilise nedir kısaca ekümenik kilise olabilmek için o kilisenin bir havari tarafından kurulması gerekir.Yani kiliselerin nasıl kurulduğu hususunu Hristiyanlar havarilere bağlamışlardır. Roma’da Vatikan’da ki kiliseyi Aziz Petrus kurmuştur , oradaki katedrale de ismini vermektedir ve orada gömülü olduğu da iddia ediliyor , papalar onun halefidilerler. Aynı Aziz Petrus , Antakya’da ki kiliseyi de kurmuştur , dünyanın ilk kilisesi olduğu iddia edilir , Antakya kilisesini de Süryani Ortodoks Kilisesi patrikliği temsil eder lakin bu kilise merkezini 1959’da Şam’a taşımıştır. İskenderiye ( Mısır’da ) kilisesini de İskenderiye Ortodoks Patrikliği temsil eder ve bu kiliseyi de İncil yazarı ve ismi de o İncile verilen havari Markos kurmuştur denilmektedir ve oradaki patrikte Markos’un halefi sayılır.
Hristiyanlığa göre kiliseler bu anlamı ifade ediyor ama görünüm nedense bize aksini düşündürtmektedir.Çünkü hızla yayılan Hristiyanlığın kısa sürede tahrif olması başka inanç ve kültürlerden kısmen değil esaslı etkilendiğini ve Roma İmapartoru’nun Hristiyanlığa geçişi ile de Roma pagan dininin adeta hristiyanlık adı altında sanki varlığını sürdürdüğünü düşündürtmektedir.Roma imparatoru MS.300’lü yıllarda hüküm süren 1.Konstantin Hristiyan olmuş ve daha sonraki imparatorlarda bu inancı benimsemişlerdir.Arkasına devlet gücünü de alan Hristiyanlık yer altından çıkmış aleni yaşanır olmuştur. ( Konsül’de zaten bu tarihten sonra toplanmıştır ) Fakat Roma Putperestliğinde yer alan tanrı heykellerinin yerini bu sefer Hz.İsa ve Meryem heykelleri veya ikonalar almış ve ikonacılık anlayışıyla kiliseler heykel ve resimlerle dolmuştur.Çarmıh şeklinden alınan haç şekli kutsal bir anlam kazanmış ve yaygınlaşmıştır. Hristiyan ibadet ve duaları bu heykeller ve haçlar önünde yapılır olmuştur. Ayrıca Hristiyanlığın Avrupa içlerine yayılması ile orada yaşayan Cermen , İskandinav vb kültürleri de Hristiyanlığa girmiştir.Dolayısıyla kilise mimarisi , kilise anlayışı , kiliselerin dizaynı , içerisinde yer alan heykeller , ikonalar , resimler vb görüldüğü kadarıyla sinagoglardan değil , kendilerinin ifade ettiği gibi havarilerin kurduğu kiliselerden de değil basbayağı pagan tapınaklarından etkilenmiştir.
İşler böyle giderken , Bu Hristiyan olan Roma İmparatoru , İstanbul’u başkent ilan eder , ardından da bir 60 kadar yıl sonra Roma İmparatorluğu , Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu diye ikiye bölünür.daha sonra yani bugünkü haliyle olan Ayasofya inşa edilmeden batı Roma’da yıkılır.Dünya’da güçlü ve Hristiyan olarak kalan devlet Doğu Roma yani Bizans’tır ve başkenti de İstanbul’dur.
İstanbul başkent olmasına başkenttir ama İstanbul Hristiyanlar açısından dini bir merkez değildir bu gücünü artırmak maksadıyla imapartorlar İstanbul’u ekümenik kilise merkezi yapmak için uğraşmışlardır , bir rüya ile güya İstanbul’da Havari Aziz Andreas’ın mezarının olduğu tespit edilmiş olduğu bu sebeple burada da havari kilisesi kurulduğu ve ekümenik kilise olduğu iddiası ile bir konsil toplanmış imparator zoruyla karar alınmış fakat dini tartışmalar nedeniyle bu kararlar kabul görmemiştir.Bu meselenin detayları çok uzun olduğundan değinmeyeceğim.Yüzyıllardır Ortodokslar uğraşsa da dinen İstanbul’u ekümeniklik merkezi yapamamışlardır.Dinen merkez yapamayınca da siyaseten yapma uğraşısına girmişlerdir.
İstanbul patriği imparator desteği ile güçlü bir patrik olmuş ve İstanbul’a yakışır , muazzam bir kilise olması amacıyla işte fiziki yapısıyla da üstünlük kazanması maksadıyla Ayasofya inşa edilmiştir.Ayasofya’nın görkemli olmasının esas amacı dini merkez olamayan İstanbul’u siyaseten ve ihtişamlı bir kilise ile fiilen merkez olmasını sağlama gayretidir.
Ayasofya Miletli İsodoros ve Aydınlı Anthemios adlı iki mimara yaptırılmıştır.Mimari olarak hala oldukça güzel olan bu eser yapıldığı tarihten bu yana sayısız onarım , ek , süsleme vb görse de önemli olan Anadolulu iki mimar tarafından yapılma başarısıdır.Ayasofya muazzam kubbesi , iç genişliği , sütunları ve ünlü mozaik süslemeleri ile etkileyici bir mabettir. Çok detay meraklıları miamri özelliklerine ilişkin veya mimari tarihine ilişkin eserleri okuyabilirler.
Ayasofya’nın muazzam bir mabet olması amacıyla ilk zamanlarında hiçbir masraftan kaçınılmayarak içine altından , yakuttan vb kürsüler , şamdanlar , sunaklar , kıymetli örtüler ve doldurulmuştur.Ayrıca ülkenin çeşitli yerlerinden başta Kudüs’ten olmak üzere kutsal eşyalar Ayasofya’ya toplanmıştır.Hz.İsa’nın kanının olduğu şişe , çarmıh parçaları , Hz.İsa’nın yüzünü silip yüzünün çıktığı havlu vb daha değişik kemikler vs artık Ayasofya imparatorluğun kutsal emanetlerinin toplandığı merkez olmuştur. Tüm bunların toplanma amacı Ayasofya’ya bir değer ve kutsallık kazandırma amacıdır.
Ayasofya’nın bu dillere destan ihtişamı , görkemi günden güne artarken 4.Haçlı seferi ile Haçlılar İstanbul’u işgal etmişlerdir.Haçlılar malumunuz olduğu üzere dini Saiklerle ve doğunun zenginliklerini sömürme maksadıyla toplanmış , Avrupa ortaçağının barbar ve yağmacı insanlarıdır.Bu insanlar kafir gördükleri Ortodoksların bu muhteşem mabedi Ayasofya’yı da yağmalamışlardır. İçeriisnde bulunan paha biçilemez heykeller , sunaklar , mozaikler vb yağmalanmış , tarihçilerin ifadesi ile katırlarla altınlar değerli eşyalar vb günlerce taşınmıştır. Tarihte haçlı yağmalaması kadar Ayasofya’ya zarar veren , harap eden başka bir hadise olmamıştır. 1200 lü yıllarda gerçekleşen bu yağmadan sonra’da Ayasofya bir daha eski ihtişamını kazanamamıştır.
Ayasofya bu yağmadan sonra Ortodoks kilisesinden Katolik Katedraline çevrilmiştir.Latin istilası bitinceye kadarda sanırım 50 -60 yılda Katolik mabedi olmuştur. Tekrar Bizans İstanbul’a hakim olunca Ayasofya eski haline dönmüştür ama artık zayıflayan ve fakirleşen Bizans Ayasofya’yı eski ihtişamlı haline döndürememiştir.Ayasofya fethe kadar artık eski günlerinden uzak ve yer yer harap olmuş vaziyettedir.
Fetih sonrası döneme geçmeden bu döneme dair genel bir değerlendirme yaparak tarihçe kısmında da bir son verelim.Siyaseten güçlendirilen bu kilise dünyada namı duyulan bir kilise olmuş fakat kendi dindaşları tarafından tahrif edilmiştir. Bu tahrif hem dini hem de ekonomik maksatla olmuştur. Ezoterizm meraklılarına göre ise haçlılar Ayasofya’da kutsal emanetleri arıyorlardı. Nitekim bazıları kaybolmuş bazıları da çeşitli Avrupa ülkelerine gitmiştir.
İmparatorların taç giydiği bu büyük tören kilisesi Bizans’ın siyasi gücü ile de orantılı olarak artmış ve azalmıştır. Türklerin Anadolu’ya gelmesi ile günden güne gerileyen Bizans , Osmanlı Devleti’nin kurulması ile yönünü batıya çeviren Türklerin hedefinde yer almış bütün topraklarını kaybederek şimdilerde İstanbul’un suriçi denilen Avrupa yakasında tarihi İstanbul surlarının içerisinde yer alan İstanbul şehrine sıkışıp kalmıştır.
Bizans veya artık İstanbul şehrinin uzun süre fethedilmemesinin nedeni coğrafi konumu meşhur surlarıdır.Surlarının hayli yüksek ve güçlü olması , kuşatmaları zorlaştırmaktadır. İstanbul’u fethetmek için çeşitli milletler zamanında gelmişler ama fethedememişlerdir.Şimdi haçlılar nasıl ele geçirdi diye sorabilirsiniz haçlıları bizzat anlaşmaya binaen imparator İstanbul’a almıştır ama sonrasında haçlılar fikir değiştirmiştir.
Peygamber Efendimiz SAV Hendek savaşında bir kayanın kırılması zorlayınca kazmayı mübarek eline alıp taşa vurunca tekbir getirerek Kisra’nın köşklerini gördüm buyurdu , bir daha vurdu Rum’un köşklerini gördüm buyurdu , bir daha vurunca San’anın köşklerini gördüm buyurdu. Belki çeşitli rivayetleri de olsa da buradan Rum diyarının , başkentinin , İstanbul’un fethedileceği müjdesi çıkmaktadır.Yine Efendimizden rivayet edilen Hadis’i Şerif’te Konstantiniyye yani İstanbul’un mutlaka fethedileceği ifade edilmiş ve onu fetheden komutanın ne güzel bir komutan fetheden askerlerinde ne iyi askerler olduğu övgüsüne mazhar olmuşlardır. Başka rivayetlerde Hadis-i Şerif’in devamında Roma’nın da fetholunacağı müjdesi verilmiştir.İnşaAllah Allah o günleri de Müslümanlara gösterir.
Fetih demişken şu hususu da ifade edelim , İslam’da adaletin olmadığı yerde zulüm vardır , küfür de en büyük zulümdür , adalette ancak İslam ile mümkün olacağı içini insanlığı adalete , huzura , barışa kavuşturmak ve küfürden kurtarmak maksadıyla Müslümanların olmadığı yerleri ele geçirerek insanları küfürden kurtarmaya fetih denir.Fetih bu haliyle toprak kazanma , ülke genişletme , ekonomik kazanç ,z enginlik vb için yapılmaz onlar amaç değil sonuçtur.
Neticede İstanbul’un fethi müjdesi ile İslam devletleri de İstanbul’a akınlar düzenlemiş sahabeden Hz.Peygamber’in mihmandarı Hz.Ebu Eyyubel Ensari Hz.leri de ileri yaşı ve hastalığına rağmen bu sefere katılmış ve İstanbul surları önünde vefat ederek şehid olmuş ve surlara en yakın bugünkü Eyüp Sultan Türbesi olarak bilinen yere defnedilmiştir.
İstanbul’un fethi Osmanlı padişahı 2.Mehmed’e nasip olmuş , kuvvetli toplar ile surların yıkılması , azim ve kararlılıkla şehir fethedilmiş ve sultan , Fatih ünvanını almıştır.

Ayasofya Camii

IMG_7911
İstanbul kuşatması sürerken halk tabi en büyük kilise olan Ayasofya’da toplanarak dualar ediyordu , Bizans halkının şehrin Tanrının korumasında olduğu gibi bir inancı vardı fakat kuşatma sırasında geleneksel olarak Hz.Meryem ikonası önlerinde sokakta yürürlerken birden ikona durduk yerde çamura düşmüştür.Bu sebeple halkında morali bozulmuş ve Tanrı’nın korumasının kalktığını düşünmüşlerdir.
İmparator , İstanbul’u kurtarma amacıyla kiliselerin birleşmesine yeşil ışık yakmıştır.Karşı çıkan patriği de azletmiştir. Halk tabi eski haçlı zulmünü bildiğinden buna karşı çıkıyor ve meşhur İstanbul’da Latin şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz diyordu.
Neticede bu haleti ruhiyeye sahip İstanbul’u fetheden Fatih şehre girince doğruca Ayasofya’ya gitmiş kılıç hakkı olarak ve bir gelenek olarak şehrin bu büyük mabedinin camiye çevrilmesini emretmiştir ve ilk Cuma namazı da bu camide bizzat padişahın katılımı ile kılınmıştır.
Ayasofya artık camidir , harap olduğundan onarımlar başlamış ve ahşap bir minare eklenmiştir.Ayasofya’nın bir çan kulesi olduğu biliniyor ama bu çan kulesi ne oldu , ne zaman kalktı vb belirsiz.
Fatih Sultan Mehmet Han , İstanbul’u fethedince kendisini aynı zamanda Doğu Roma İmparatoru olduğunu da ifade etmiştir.Osmanlı gerçek tarihçiler üzerinden eserler okunursa Bizans devlet geleneğinden oldukça etkilenmiştir. İlber Ortaylı hocanın , Osmanlı 3.Romadır sözü esasında çok da isabetsiz değildir.Bu ifade hükmettiği coğrafya , emperyal bakışı ve devlet sistemine istinadendir yoksa din ve kültür alanında değil.Osmanlı yemek , musıki , mimari vb gibi alanlarda Bizans’tan da etkilenmiştir bu bir gerçektir.
İşte burada Ayasofya eskiden imparatorun tören kilisesi iken Osmanlı’da da saray nezdinde en prestijli cami haline gelmiştir.Cuma namazları genellikle Ayasofya’da padişahlar tarafından kılınmış ve Cuma selamlığı merasimi burada gerçekleştirilmiştir.Hele bazı padişahların Ayasofya’ya ayrı bir sevgi ve ihtimamı da olmuştur bunları da belirteceğiz.
Ayasofya’da Cuma selamlığı yapılması , bazı kandil gecelerinde padişahlar burada bulunsa da mutlaka devamlı oldukları bir gece vardı oda Kadir Gecesi , Kuran-ı Kerim’de bin aydan daha hayırlı olduğu belirtilen bu önemli gece , tabi hangi gece olduğu tam belirsiz olsa da genel kabul ramazan ayının 27. Gecesi olup padişah mutlaka o gece Ayasofya’da tertip edilen kandil programına dahil olurdu.Ayasofya ile bu oldukça mübarek gün arsında bağlantı kurulmuş olması Ayasofya’ya özel bir önem atfettikleri görülmektedir.
Fatih Sultan Mehmet , İstanbul’da Havariyun ( Havariler ) Kilisesi olarak adlandırılan yeri ki burada bir havari mezarı bulunduğu iddiası vardı yukarıda bahsettik orada inşa edilmiştir ve diğer havarilere de atfedilen mezarlar vardır o kiliseye de aynı zamanda imparatorlar da defnedilir , orayı yıktırıp Fatih Camii’ni inşa ettirmiş ve bahçesine de defnedilmek suretiyle esasında benzer geleneği şekil değiştirterek devam ettirmiştir.
Ayasofya Hristiyan kutsal emanetleri için merkez teşkil ederken , Osmanlı’da da ilginçtir ,İslam dünyasında peygamberlere ait eşyalar toplanmak suretiyle ki şimdi bunlar Topkapı Sarayında muhafaza edilmektedir o geleneği de devam ettirmişlerdir.Ayrıca bizde anlatılan evliya menakıblarının da bazı Bizans azizleri ile anlatılan menkıbelerle benzerlik arz etmesi de ilginçtir.Türbe ziyareti geleneği de Bizans’ta yaygın bir adettir.
Yavuz Sultan Selim ile beraber hilafetin Osmanlı’ya geçtiği kabul edilir , esasında daha önceden Osmanlı padişahlarının halife ünvanını kullandığı bilinmektedir.Yavuz’un seferi ile Memluklu kontrolünde geleneksel Abbasi halifeliği ortadan kalkınca , halifelik iddiasında bulunabilecek tek kişi Osmanlı padişahları kalmıştır , işin gerçeği budur. İstanbul bu maksatla halifelik makamı da olmaktadır.Nitekim Ayasofya’ya atfedilen ve kesinlikle gerçek olmayan bir anlatıya göre Abbasi halifesi Ayasofya’da halkın huzurunda sırtında bulunan peygamberimizin hırkasını çıkarıp Yavuz’a giydirmek suretiyle devrettiği anlatılır ama burada önemli olan Ayasofya’nın bu devir teslim töreninin mekanı olması inanacıdır.
Yine dinen herhangi bir dini merkez ve kutsiyeti olmayan İstanbul siyaseten dini anlamda güçlendirilmek için , kutsal emanetler vb toplanmak , büyük selatin camiler inşa etmek , ilim ve medeniyet merkezi haline gelmek için açılan medreseler vb yapılması da Bizans politikası ile benzerlik arzetmektedir.
Ayasofya’da halk efsaneleri doğrultusunda bu akımda yerini almıştır.Bunlardan en bilinenleri Ayasofya’nın kubbesinin bir türlü yapılmadığı , o zamanlar bunun çaresi ne olur diye istişare edilince , ancak ahir zaman peygamberine başvurmak gerekeceğinin anlaşılması , Medine’ye gelen bir heyetin Hz.Peygamber’e başvurduğu , tükürüğümü harca karıştırın dediği , harca karıştırılınca kubbenin inşa edildiği gibi efsanedir.
Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’da namaza durunca Kabe’yi görememesi , delikli sütuna başparmağını sokup yönünü çevirdiği veya Hızır Aleyhisselam’ın çevirdiği gibi hadiseler anlatılır.Oysa gerçek şudur ki Bizans devrinde Ayasofya içinde hastalıklara iyi geldiği söylenen yerler , taşlar , duvarlar ve sütunlar vardır , insanlar gelir oraya kendini veya hasta uzvunu sürter , bekler vb iyi olacağını düşünür.Şimdi bazen basın yayın , internette Fatih Sultan Mehmet’in mucizesi diye bu hadise anlatılıyor oysa mucizeler peygamberlere hastır keramet dense anlayacağım ama Ayasofya ve bağlantılı hadiselerde üslup bazen amacından aşıyor.
İzah edildiği üzere Ayasofya bir prestijli , devlet adamlarının katıldığı bazı önemli gün ve gecelerde bu camiye geldiği , önem atfettiği bir cami haline getirilmiştir.
Ayasofya Fatih zamanında , namaza durulduğu hizada bulunan kısım basit bir badana ile kapatılmış olup onun haricinde herhangi bir resim vb kapatılmamıştır mihrap üstü dahil bu hususta oldukça ilginçtir.Ayasofya’da resimlerin üstünü kapattıran padişah dindarlığı ile de bilinen Sultan Ahmet Camii’ni yaptıran 1.Ahmet’tir. Daha sonra ise yine kapattırma işlemi yaptıran ve yine dindarlığı ile bilinen içerisinde 1.Mahmut Kütüphanesi’ni eklettiren 1.Mahmut’tur. Nitekim 1.Mahmut , Ayasofya’dan namazdan dönerken vefat etmiştir. Onların döneminde dahi kubbede yer alan melek tasvirlerinin yüzü açıktır , yüzleri levha ile kapatan Abdülmecit döneminde restorasyon yapan Fossati’dir.İlginçtir Fossati diğer mozaikleri açtığı halde melek yüzlerini kapatmıştır bunun da sebebi bilinmemektedir.

IMG_7916
Ayasofya mozaikleri resim sanatı konusunda mükemmel olup detayları ayrıntılı eserlerde okunabilir bunlardan en önemlisi Deisis Mozaiği’dir.Hz.İsa tasvirinin farklı bir tasvir olduğundan bahisle buda pagan etkisi hususunda bir tasvirdir.
Ayasofya’ya en çok ihtimam gösteren padişahların başında 2.Selim gelir nitekim türbesi de Ayasofya bahçesinde dir.2.Selim türbesi aynı zamanda en güzel padişah türbesi olduğu da ifade edilir.Bir diğer türbe 2.Selim’in oğlu 3.Murad türbesi bir diğer türbe de 3.Murad’ın oğlu 3.Mehmet türbesidir.
Ayasofya’da ilginçtir 2 padişah daha metfundur.Bunlardan birincisi 1.Mustafa’dır , malumunuz 1.Mustafa , 1.Ahmet’in kardeşi olup kardeş katli uygulanmayan ilk şehzadedir.Fakat 1.Mustafa 2 defa da tahta çıksa da akli dengesinin yerinde olmadığı açıktır.Tahttan indirildikten yıllar sonra vefat ettiğinde nereye gömüleceği hususu tartışılmış hangi sebeple bilinmez Ayasofya’nın vaftizhane binasına gömülmesine karar verilmiştir.Vaftizhanede yekpare vaftiz havuzu vardır ve kapıdan çıkmamaktadır , vaftizhanenin bir kısım duvarları yıkılmak suretiyle dışarıya çıkarılmış ardından duvar geri örülmüştür.Daha da ilginci yine daha sonralardan padişahlık yapacak Sultan İbrahim oda malumunuz Deli İbrahim diye bilinir vefat edince 1.Mustafa’nın yanına defnedilmiştir. Niye böyle bir uygulama yapıldı , türbe yapılmadı ve yine akli dengeleri pek yerinde olmayan bu iki padişah niye yan yana defnedilmek istendi gerçekten ilginçtir.
Ayasofya’yı kurtaran ve bugüne ulaştıran kişinin Mimar Sinan olduğu ifade edilir.Ayasofya’yı ciddi onarımdan geçirmiş ve deprem riskine karşı dışına payandalar eklemek suretiyle Ayasofya’nın ömrünü uzatmıştır , bugün bu haliyle görüyorsak Allah’u Alem Sinan’ın etkisidir diyebiliriz.Bilindiği üzere Ayasofya’nın minareleri bir birinden farklıdır.Kırmızı minare ilk minaredir ve tuğladan yapılmıştır Fatih veya Beyazıt dönemi olabilir denmektedir Ayasofya’nın tuğla yapısı ile uyumlu olarak yapıldığı düşünülmektedir.yanına yapılan ince taş minare ise 2.Selim döneminde tam bilinmese de Sinan’ın olduğu düşünülüyor. Fakat bu minare niye farklı yapıldı orası biraz düşündürücü gerçekten.Karşılarında yer alan iki kalın taş minare ise bir birinin aynısıdır ve 3.Murat döneminde Sinan tarafından yaptırılmıştır.Minareler aynı zamanda payanda işlevi de görmektedir.
Ayasofya kubbesi tabi yapıldığı zaman şartlarına göre de oldukça muhteşem bir kubbedir.Kubbede Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Fosatti restorasyonu zamanında yazdığı Nur Suresi 35.Ayet-i bulunmaktadır.Ayet-i Kerime’de Allah göklerin ve yerin nurudur diye başlamakta olup özellikle seçilmiştir.Daha öncede bir Hz.İsa figürü olduğu iddia ediliyor.Mustafa İzzet Efendi diyince Ayasofya içerisinde yer alan devasa Hat levhalarını yazmıştır.Bence şuan Ayasofya’ya cami havasını ve muhteşemlik veren görüntü bu büyük ölçekli levhalardır.1800’lerden sonra asılan bu levhalar gerçekten oldukça etkileyici olup müze yapılınca indirilen bu levhalar kapıdan çıkmayınca yeniden yerine asılmıştır ama bu hadisenin yaşanmış olması bile üzücüdür.Mihrap bölümünde de önemli hat levhalar olup Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi Hz’lerine atfedilen resimde Ayasofya’da bu hat levha önünde çekilmiştir.

IMG_7912 IMG_7913 IMG_7915
Ayasofya ilginçtir Osmanlı döneminde de ikinci katı ibadete kapalıdır.Yabancıların gezip görmesine fırsat vermek için o bölüm halıyla kaplanmamıştır.Aslında günümüz içinde çözüm noktası budur , alt kısım ibadete açılıp üst kısım yine gezip görmeye gelen Müslüman , hristiyan yahut başka din mensuplarına açık bırakılır.
Ayasofya’yı anlat anlat bitirmek mümkün değildir altında yer alan dehlizler , mezar odaları , geçitler , büyük mermer küpler vb vardır. İçinde Viking yazısı , bir komutanın mezarı , çeşitli figürler , semboller vesaire çokça ilginç özellikler vardır.Bahçesi çevresi , minaresi , mihrabı vs her bir taşı , nakşı , mozaiği ilginçtir.
Bu hususlara son noktayı Ayasofya’nın içinde bir yerlerde hala kutsal emanetlerin vb saklandığı iddialarıdır.Ezoterizm meraklılarının pompaladığı bu tartışmalar okuması vs keyifli ama gerçekliğine de fazlaca kişinin kendisini kaptırmaması gereken şeylerdir.Son zamanlarda en önemli iddia ahit sandığının da Ayasofya’da olabileceği iddiasıdır.Bunun sebebi de ahit sandığının üstünde Tevrat tasvirine göre 4 keruv meleği vardır , Ayasofya kubbesinde de yer alan 4 melek tasvirleri de keruv olduğuna göre bu bilinçli seçilmiş olabilir ve ahit sandığı burada olabilir diye iddialar dillendirilmektedir.Bu hususlara çok takmamak gerekir okuması keyifli ama bazen sonucu olmayan yorumlardır.
Ayasofya tabi yaşlı bir yapı nitekim Birinci Abdülmecit zamanında esaslı bir restorasyona ihtiyaç duyulmuştur bunu kim yapar araştırması sonucu Fossati adlı Rus elçilik vb binalarını da yapan mimarla anlaşılır.Fosatti esaslı bir restorasyon yapar ama mimarların ifadesine göre Fosatti Ayasofya’ya en fazla zararı vermiş kişidir çünkü yaptığı değişiklikler oldukça ilginç ve farklılaştırıcıdır.
Ayasofya’da bazı mozaikler gün yüzüne çıkarılırken , melek tasvirleri yüzleri eskiden açıkken kapatılmıştır. Yarım kubbede Sultan Ahmet döneminden kalma büyük hat yazıları kapatılırken kubbeye Nur Suresi 35.Ayet-i yazılmıştır. Türk İslam mimarisi özelliği taşıyan hünkar mahfili kaldırılarak Bizans stili bir hünkar mahfili yapılmıştır bu mahfilin Ayasofya ile uyumlu olduğu söyleniyor mimarlarca ve ondan dolayı pek dikkat çekmiyor deniyor.Ayasofya içine bazı masonik semboller yerleştirdiği biliniyor.Dökülen mozaiklerden bir Sultan Abdülmecit tuğrası yapıyor. Velhasıl Ayasofya’nın içinde ve dışında oldukça değişik çalışmalar ile Ayasofya’ya etkisi oldukça fazla olup usulüne uygun olmayan restorasyon ile zararı olduğu ifade edilmektedir.
Ayasofya devlet adamları tarafından önemsendiği kadar ulema arasında da önemli bir yere sahipti.Ayasofya vaizliği bu alanda önemli bir makam olarak kabul ediliyordu. İstanbul’un en etkin din görevlilerinden biri de Ayasofya vaizidir.Nitekim bunlardan Patrona Halil İsyanı’nı planlayan ve tahrik eden olarak kabul edilen İspirzade meşhurdur.

IMG_7917 IMG_7918 IMG_7919
Ayasofya İstanbul’da ehl-i tasavvuf tarafından da rağbet gören bir camii idi.Nitekim Ayasofya’ya ait eski bir fotoğrafta kalabalık bir zikir halkası bulunup bir zikir töreni yapıldığı görülmektedir.Gerçekten Ayasofya’nın o muhteşem atmosferi ve akustiğinde bir zikir töreni muhakkak etkileyicidir.
Velhasıl halkında rağbet ettiği bu fetih sembolü camii 1453’ten itibaren cami olarak hizmet verirken 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye dönüştürülmüştür.Bakanlar Kurulu kararı üzerine son yıllarda iddialar ortaya atıldı ama bunlar bu kararda imzası olanlar , uygulamayı da gördükleri halde imzalamamış olsalardı biz böyle bir şey herhalde imzalamadık derlerdi , onun için hükümet tarafından gösterilen irade müze olması yönündedir bu konu şüphesizdir.
Ayasofya niçin müze olmuştur onun tam sebebi bilinmemektedir , bir iddia Balkan paktı imzası için Yunanistan’a bir jest yapılacağı iddiasıdır.Bu pakt için bu kadar büyük bir jeste ihtiyaç var mıydı hususu herhalde tartışılması gereken bir durumdur.
Kanaatim Ayasofya’yı hükümetin ne yapılacağı konusunda önemsediği o dönemlerde bazı yabancı danışman ve uzmanların da telkinleriyle müze olmasının teklif edildiği , o zamanki hükümetlerin dini yapılara bakış açısı ve görüşlerinin de bu kanaatlere yakın olduğu bilinmektedir.Bu gibi saiklerle Ayasofya’nın belki içerisinde de ilginç bir tarzda sergilerin olacağı bir müze olması hayal ediliyordu.Ayasofya’nın müze olması Ayasofya’nın Bizans dönemi araştırmalarına ilişkin uzmanları memnun ettiği kadar Hristiyan dünyayı da memnun ettiği açıktı.Ayasofya müze olmakla dini yapı olmaktan çıkıp alan değiştirmiş tarih ve kültür mirası kategorisine geçmiş ve turizm odaklı tanıtımlara konu olmuştur.Ayrıca giriş , çıkış bilet gelirleri vb de ilerleyen yıllarda belki ekonomik gözle bakıldığında gelir getirici bir yer olarak değerlendirilmesine sebebiyet vermiştir.
Ayasofya ile ilgili gizli antlaşmalar olduğu iddiası ancak bir iddiadır.Lozan’da Ayasofya ile ilgili herhangi bir madde bulunmamaktadır.Bunlar belgesiz tarihçiliğin ve uydurma tarihçiliğin siyasi ideoloji ile günümüze yansıması asılsız iddialardır.
Ayasofya’nın ibadete kapatılması kimi üzmüştür muhakkak sadece Müslümanları üzmüştür bilhassa Anadolu Müslümanlarını daha fazla üzmüştür.Çünkü fetih sembolü bu mabedin bir müze olması , minarelerinden gürül gürül ezanların okunduğu , içerisinde namazların kılındığı , Kur’an okunduğu , zikirlerin , salavatların çekildiği , duaların edildiği bu muhteşem atmosfere sahip camiye artık biletle yerli turist gibi girmek vatandaşlarımızı üzmüştür.
Ayasofya’nın cami serencamını da böylelikle noktalayarak Ayasofya’nın geleceği ne olur başlıklı kısma geçmek istiyorum.
Ayasofya’nın Geleceği
Ayasofya müze olarak devam eder mi ? yoksa ibadete tekrar açılır mı ? Benim şahsi kanaatim Ayasofya’nın tekrar ibadete açılacağı yönündedir.Fakat bu ne zaman olur kısa vadede de mi olur , uzun vadede mi olur kestirmek zordur .Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması bir hükümet kararı ile mümkün olup bu hususta kararlı bir siyasi irade olması yeterlidir.Bu siyasi iradenin de bu kararı alabilmesi için güçlü , yerli ve milli olması gerekmektedir.
Ayasofya’nın niye ibadete açılacağını düşünüyorsun diyenlere de yazının başından sonuna iddiamız Ayasofya’nın sembolik öneminin olduğu hususudur.Bugünde ibadete açılırsa dini saiklerle değil yine sembolik saiklerle gerçekleşeceğindendir.Devletlerin iç ve dış politikaya bakış açıları , dış dünyaya mesajları , değişen konjoktür Ayasofya’ya da etki edecektir.Dini saik temel ve tetikleyici unsurdur ama nihai kararda siyasi sembolik durum etkili olacaktır diye düşünüyorum.Nihal Atsız gibi dini saiklerin dışında gerekçelerle Ayasofya’nın açılmasını savunanlarda olmuştur.
Ayasofya müzeye çevrildiği yıllarda iktidarda tek parti ve Osmanlı Devleti’ni , hanedanını , kurumlarını sonlandırmış kadro iktidardaydı.O kadronun Osmanlı’yı anımsatacak her türlü şeye karşı olduğu bilinen bir gerçektir.Alfabeden , kılık kıyafete her türlü değişim batılı yönde gerçekleştirilmiştir.
Devlet binaları üzerinde padişah tuğralarının yasaklı olduğu kanun hala yürürlükte olup deletin bakış açısını göstermesi açısından önemlidir.Daha ilginci milliyetçilik ilkesine rağmen Türk tarihi üzerine daha fazla ihtimam varken alaturka musıki bile Osmanlı’yı hatırlattığı gerekçesiyle icrası yasaklanmıştır.
O kadronun dini hayata bakış açıları da bilinen bir gerçektir.Başta hilafetin ilgası , laiklik ilkesi , Türkçe ezan uygulaması , dini neşriyat yasağı , tekke ve türbelerin kapatılması gibi uygulamaların hala bugüne ciddi etkisi bulunmaktadır.
O siyasi atmosferde herhalde Ayasofya niye müze oluyor veya yeniden ibadete açılsın demek pek mümkün olmasa idi.Fakat çok partili hayat ile Türkiye’de hak ve özgürlüklerin gelişmesi , siyasi hayatın çeşitlenmesi , devletin dine bakış açısını değiştirmesi vb ile pek çok şey değişmiştir.
Türkçe ezan uygulaması 1950’de kaldırılmıştır. Türbeler , de facto açılmıştır bugün milyonlarca ziyaretçileri vardır. Sayısız eski eser , cami restore edilmiş ve ibadete açıktır .Diyanet İşleri Başkanlığı etkin bir kamu kurumudur. Ülkede binlerce imam hatip lisesi , Kur’an Kursu vardır.Üniversitelerde ilahiyat fakülteleri bulunmaktadır.Dini neşriyat serbesttir.Ülkede vakıflar , cemiyetler vb üzerinden tasavvufi faaliyet yapılabilmektedir.Hocalar , din adamları vb her türlü konuşmalarını vb yapmaktadır.Uzunca bir süre başörtüsü ile ilgili sıkıntılar yaşansa da artık başörtülü milletvekili ve bakanlar vardır. Daha yüzlerce vb örneği vardır.
Devletin Osmanlı’ya bakışı da değişmiş , Osmanlı’dan kalan her türlü bilgi , belge ve objenin titizlikle korunmasına gayret edilmektedir.Osmanlı hanedanı yeniden vatandaşlığa alınmıştır.Mehter Marşı bir çok kamu organizasyonunda dahi icra edilmektedir.Okullarda Osmanlı Türkçesi dersleri verilmekte kurslarda öğretilmektedir.Osmanlı’yı övmek , anlamaya çalışmak bir akım haline gelmiştir.Sadece bugünkü yapımlar değil geçmişte de başlayan bir akımla Kara Murat serisi dahi Osmanlı’ya bakışın olumluya döndüğü sinema yapımlarıdır. Son yıllarda ise Kuruluş dizisi kaliteli bir yapım olarak yer almıştır.Osmanlı padişahları ile ilgili tv dizileri , kitaplar vb yaygınlaşmış hatta Osmanlı’nın kuruluşundan önceki dönem dahi uzun bir tv dizisine konu olup diriliş ruhu canlandırılmak istenmektedir. Ülkemizde uzun yıllardır İstanbul’un fethi kutlamaları yapılmaktadır.
Tüm bu akımlar siyasetin tersine gelişmiş değil aksine siyasetle gelişmiş anlayışlardır.1950’de iktidara gelen Adnan Menderes’in örtülü ödenekten hanedan mensuplarına yardım ettiği bilinmektedir.
Bu çok partili hayata geçildikten sonra ülkede bulunan dindar yazar , gazeteci , aydın vb kişilerin katkıları , Mehmet Zahit Kotku gibi dini liderlerin teşvikleri ile İslami değerleri önemseyen bir parti kurulması düşünülmüş ve 1970 yılında Necmettin Erbakan başkanlığında Milli Nizam Partisi kurulmuştur.Milli Nizam Partisi ve Erbakan Osmanlı’yı övmüştür hatta kapatılan iddianamesinde bu husus vardır ama biz ilgilendiren Ayasofya’yı tekrar ibadete açılacağının ifade edilmesidir.
İşin özü hülasası artık Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması hedefi Türkiye’de siyasal İslam ideolojisinin hedefi ve ana propaganda söylemlerinden biri olmuştur.Neredeyse 50 yıla yakın süredir bu söylemelere rağmen Ayasofya’da ibadete açılmamıştır ama çoğu gitti azı kaldı inancıyla bakmak lazım , Ayasofya açılacak mutlaka çoğu gitti azı kaldı çünkü ülke siyaseti , değişen anlayış onu gösteriyor.
Necmettin Erbakan önderliğinde siyasi partiler malumunuz kapatıldı , yenisi açıldı vb devam etti yoluna , 1996-1997 arasında başbakan oldu yani siyasal İslam yok olmadı aksine ülkede ana akım siyasi anlayış haline geldi. Yine bu ideolojiden başka partiler , liderler çıktı , gelişti ve devam ediyor.Bu tabiî ki üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir hadisedir.Türk siyasi hayatının en incelemeye değer , tarihsel ve uluslararası anlamı da olan bir gelişmedir.
Necmettin Erbakan Ayasofya için ne demiştir şöyle bir bakalım “Ayasofya’ya vurulan kilidi Akıncının çelik yumruğu parçalayacaktır” “ Ayasofya Hakk’ın batıla galebe çalmasıdır. “ çok kere de Ayasofya’nın ibadete açacaklarını mitinglerde ifade etmiştir.
Ayasofya ile ilgili en meşhur yazı üstad Necip Fazıl Kısakürek’in dir.Onu yazının sonunda tamamıyla ekleyeceğiz , çok güzel bir yazıdır.

Osman Yüksel Serdegeçti’nin de meşhur şiirini paylaşalım
Ey İslam’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!
Şerefelerinde fethin, Fatih’in şerefi,
Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!…
Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?

Hani minarelerinden göklere yükselen,
Ta maveradan gelen ezanlar?…
Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar?…

Ayasofya ses vermiyor,
Ayasofya bir hoş,
Ayasofya bomboş!…

Hani nerede?
Şu muhteşem minberde,
Binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde,
Şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?…

Ayasofya! Ayasofya!…Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!…

Hani nerede?
Gönüllerden kubbelere,
Kubbelerden gönüllere
Gürül gürül akan Kur’an sesleri?…
Kur’an sesleri dindirilmiş,
Müslümanlar sindirilmiş!…
Allah-Muhammed-Hülafa-i raşidinin
İsimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!…

Fethin, Fatih’in mabedinden kitab-ı mübini,
Bu ulu dini kaldıran kim?
Dinimize, imanımıza saldıran kim?
Mabedimin göğsüne uzanan namahrem eli,
Kimin elidir?!…
Söyle Ayasofya, söyle.
Seni puthane yapan hangi delidir?!…

Elleri kurusun, dilleri kurusun!
Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!…

Ayasofya,
Ey muhteşem mabet;
Gel etme,
Bizi terketme!…
Bizler, Fatih’in torunları, yakında putları devirip,
Yine seni camiye çevireceğiz…

Dindaşlarımızla,
Kanlı göz yaşlarımızla,
Abdest alarak secdelere kapanacağız,
Tekbir ve tehlil sadalarıboş kubbelerini yeniden dolduracak
İkinci bir fetih olacak,
Ezanlar bu fethin ilanını,
Ozanlar destanını yazacaklar…

Putperest Roma’ya yeni bir mezar kazacaklar, sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek! Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed’in aşkına, şerefine ışıl ışıl yanacak; bütün cihan Fatih Sultan Mehmed Han dirildi sanacak!…

Bu olacak Ayasofya,
Bu muhakkak olacak…
İkinci bir fetih, yine bir ba’sü ba’delmevt…
Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır,
Ayasofya, belki yarından da yakın!…

Osman Yüksel Serdengeçti
Üstad Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi’de Ayasofya ile ilgili şiiri de duygu yüklüdür.
AYASOFYA
Ürperdi hayâlim, bu nasıl korkulu rüya?..
Şaştım, neyi temsil ediyorsun. Ayasofya?..

Çöller gibi ıssız, ne hazin ülke muhitin,
Yâd el gibi, yurdunda garib olmalı mıydın?..

Beşyüz senelik bezmine ermekti ümidim,
Çöller gibi ıssız, seni ben görmeli miydim?..

Bayram, Ramazan, Cum’a, mübârek gecelerde,
Avize değil, mum bile yanmaz mı içerde?..

Gâşyolmuş İbâdetlere hayrandı felekler..
Tekbirine ses verdi, asırlarca melekler..

Coşmaz mı denizler gibi, yâdındaki âlem?..
Göklerde melekler, tutuyor hep sana mâtem..

Yâdında bin üçyüz senelik menkıbeler var.
Her menkıbe, hicrânına mâtem tutar, ağlar!.

Beş yüz sene âlem, seni tehdid ediyorken,
Devler gibi düşmanlara, meydan okudun sen!..

Târihimin ömründe, gönüller dolu güldün,
Çılgınca esen, bir acı rüzgârla döküldün!..

Paslanmada! Altın yazılar, âh! O eserler.
Kabrinde kan ağlar, bunu gördükçe (Kazasker)..

Fâtihleri ağlatmada, hâlin, Ulu Mâbed..
Yâdın, kanar imânlı gönüllerde müebbed!…

Gamlı renklerle örülmüş, ne hâzin çerçevesin,
Bir yıkık türbe mi, virâne misin, yoksa nesin?

Bak, hayâlimdeki âlem, geliyor vecde yine,
Gözlerim daldı; sütunlarla (Fetih Âyeti) ne!..

Muhteşem âbidesin: Dinimin ulviyetine,
Remz idin, beş asır ecdâdımızın şevketine!…

Aldı senden beş asır, azmine kuvvet kaleler..
Yine hep, aynı tehassüsle yücelmiş kuleler..

Nerde: Yandıkça, Süreyyâlara dehşet vererek,
Coşan âvizelerinden yayılan: Binbir renk!..

Çan sesinden, seni kurtarmış ezanlar nerde?..
Hani bülbül gibi Kur’ân okuyanlar nerde?

0 ezanlar, bütün İslâm’a şerefler verdi,
Sanki her pencere, lâhuta bakan gözlerdi!..

O ilâhî yüce sesler, yine gelmez mi dile?
Şimdi artık, işitilmez mi, sönük nağme bile?

Şimdi Cennet, sana sermez mi yeşil gölgesini?..
Şimdi hûriler, işitmez mi ilâhî sesini?..

Nice bin hâtıra, gönlümde coşup canlanıyor..
O ne parlak görünüş! Sanki hayâlim yanıyor!

Hutbeler çağlamaz olmuş, şu yeşil minberden,
Gamlı bir gölge yayılmakta bugün, her yerden!

Gizli bir âh ile artık yanar ağlar mı için?..
Nice bin derdile kalbin doludur çünki senin!

Hangi eller, sana akşamları, zinci vuruyor?
Yüce feryâdını, kimler boğuyor, susturuyor?..

Sen, ne âlemleri gördün, ne ömürler sürdün..
Batı dünyasına dehşet saçıyorken daha dün.

Gizli kurşunla, habersizce vuruldun mu bugün?..
Dönmeler, dans ederek yapmada karşında düğün’…

Dehre meydan okuyan, koskoca tarih, nerde?’..
Ülkeler fetheden erler, yüce (Fâtih) nerde?..

Seni Tevhide kavuşturmanın aşkıyla yanan,
O şehir orduların, döktüğü seller gibi kan,

Heder olmuş mu desem? Ah! Dilim varmaz ki,
Bugün onlar bile, mâtem tutuyorlar. Belki!

Bugün ağlattın eminim, ölüler âlemini,
Kerbelâ tutsa gerektir yeniden mâtemini!..

Tek ziyâretçin olan gün de yol almış gidiyor,
Muhteşem kubbeni, zulmette nasıl terkediyor?’..

Cemiyetlerden uzak; çölde mezâr olsaydın,
Orda billâhi, mezarlar bile senden aydın!..

Çöllerin, Ay-Güneş, en hisli ziyâretçisidir,
Hilkâtin Arşa çıkan zikrini her an işitir!

Şu perişan denizin inlemesinden duyulan!
Hıçkırıklarla boğulmuş, tutuşan bir hicran!..

Çağıdır ağlamanın, ey Ulu Mâbed, ağla!..
İntikam aldı firenkler, seni ağlatmakla!..

Dostun ağlarken, o bir yanda da düşman gülsün,
Kanamıştır yeniden kalbi, hazin (Endülüs)’ün!..

Bu elim fâcia, billâhi, yürekler acısı,
Müslüman Türkün evet şimdi bu en kanlı yası!..

Ey derin fâcia, manzumeye sen sığmazsın,
Tutuşup yanmada kalbim, seni târih yazsın!..

Ali Ulvi KURUCU

Prof.Dr.Mahmud Es’ad Coşan

Hocaefendi’de , İslam’da Siyasetin Yeri ve Önemi adlı yazısında “Din, bir bütündür, bir kısmını yapıp, diğer kısmına sırt çevirmek olamaz. Ülkemizdeki laiklik, müslümanların siyasetle uğraşmamaları demek değildir. Aksine var güçleriyle uğraşmalarını ve siyasî yönden teşkilatlanmalarını gerektirir; çünkü yönetim, demokrasi ve rey oyunlarıyla dine karşı grupların eline geçer, inhisarına düşerse, bu, müslümanların en tabiî haklarının çiğnenmesi, ibadet ve taatlerini dahi yapamama durumuna düşülmesi sonucunu doğurabilir (Başörtüsü, Cuma namazı, faiz, Ayasofya vs. konularında olduğu gibi). Müslümanların seçimlere katılmamaları, siyasetle ilgilenmemeleri, devlete talip ve sahip olmamaları, yönetime iştirak etmemeleri, pasif kalmaları, içteki azınlıkların, dıştaki emperyalist güçlerin arzusudur. “ derken Ayasofya örneğini vermesi önemlidir.
Yine bir çok Hocaefendi , Tahir Büyükkörükçü gibi , Timurtaş Uçar gibi vaazlarında , sohbetlerinde Ayasofya’nın açılması talebi şiddetle anlatılmıştır.
Ayasofya için muhakkak pek çok kişi , siaysetçi , yazar , çizer , aydın , hoca sözler söylemiş bu uğurda çalışmıştır burada hepsini aktarmak mümkün değil bu hususta nadide insanlarda örnekler verelim dedik ,onarlında hepsine rahmet olsun.
Ayasofya siyasal islam’ın gündeminde yer alınca ezgilere , ilahilere vb de konu olmuştur. Bunlardan birini de paylaşalım.
AYASOFYA

Aylar yıllar geçti, hâlâ ağlarsın
Artık yaşlarını sil ayasofya!
O mahzun halinle yürek dağlarsın
Fethin sembolüsün bil ayasofya.

Biliriz yaranı derindir, derin
Bakarsın bizlere mahzun ve serin
Gönüllerde yine aynıdır yerin
Olmasın yaşların nil, ayasofya.

İsteriz müminler sende cem olsun
Haktan hakikattan her gün dem olsun
Kuduz köpeklere varsın yem olsun !
Sana uzatılan dil ayasofya.

Fatih in vakfını tutarız müze
Torunuyuz deyip çıkarız düze ,
Gün gelip bu hesap sorulur bize
Görecek göz neden mil, ayasofya.

Gaflet uykusundan millet uyansın !
Hakk ın boyasıyla yine boyansın !
Zalimlere değil Hakka dayansın!
O zaman düşmanlar çil ayasofya !
Ayasofya mevzusunun siyasallaşmasının zararları var mıdır ? Bugün Ayasofya hakkında iki yanlış gidişat bulunmaktadır.Yukarda uzun izah ettik detayına girmeyeceğim.
Birincisi kutsal mabet Ayasofya , sırlı mabet Ayasofya , gizemli mabet Ayasofya gibi anlayışlar , konuşmalar , eserlerdir.
İkincisi ise siyasallaşmanın getirdiği anlayışla Ayasofya’nın tüm Müslümanların değil lokal grupların davası imiş gibi bir hale bürünmesidir. Ayasofya ibadete açılsa , içerisinde ibadet vb yapılması diğer camiler gibi rutin ve doğal seyrinde olacak mıdır yoksa önemli gün veya gecelerde siyasal ve dini yapılar illa Ayasofya’da program yapma konusunda bir arz ve talep ısrarı içerisinde olacaklar mı ? Ayasofya bir takım tepki ve protestoların mekanı olacak mı ? Ayasofya imamlığı , vaizliği vb yine ulema arasında bir çekişme vesilesi olacak mı ? gibi gibi bazı sorular vardır , Müslümanlar bu konuda şuurlu olmalıdır , Ayasofya bir camidir , camiden daha farklı bir anlam yüklemesine halkı maruz bırakmak tehlikelidir.
Yazımızın sonuna geliyoruz.Ayasofya’nın ibadete yeniden açılacağını düşünüyorum , fetih sembolü , kılıç hakkı bu muazzam mimariye sahip mabedin hakkı cami olarak hizmet vermesidir.İçerisinde resimler ve ziyaretlere engel olmayacak düzenlemeleri yapmak son derece basittir.Ayasofya sembolik olarak da önemlidir ve güçlü Türkiye’nin de bir sembolü olarak yer alabilir.Ayasofya üzerinden nemalanan varsa da onlarda halkımızın prim vermemesi gerekir.Ayasofya ülkemizde dini , yerli ve milli bir davanın da sembolü olmuş olup bu işin nihayetinin de yeniden camiye çevrilmesi olduğu açıktır.Vatandaşlarımız bunu samimiyetle beklemektedir.İnşaAllah Ayasofya’nın yeniden ibadete açıldığı günleri göreceğiz , namazlar kılacağız.İnsanın gönlü bunu acilen istiyor ve dediğim gibi çoğu gitti azı kaldı.
Yazımıza Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Hitabesi ile son veriyorum.
Gençler!..

Ayasofya üzerinde çok lâf ettik! Ama lâfta bile onu tasarruf edebilmiş, mülkiyetimiz altına alabilmiş değiliz!

Bana öyle geliyor ki, yalnız mânayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra herşey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.

Biz kimden, neyi istiyoruz.

Yemen’den Viyana’ya Fas’tan Kafkasya’ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde… Evet, böyle bir zemin üzerinde… Atalarımızın… Ata derken halimize bakıp başımızı doğduğumuz nur insanların… Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini… 700 bin kilometre kareye indikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra… Evet, bütün bunlardan sonra… Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?

İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.

Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.

“- Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?”

Derler böyle insanlara ve milletlere!..

Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin ve sonra ikinci bir başla onu seyretmenin, kısaca ulvî nefs muhasebesine girişmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki, bizi, şiltesi üç kıt’ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de:

“- İşte sana lâyık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!”

Dediler.

Bu bakımdan Ayasofya… Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?

Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris’in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız…

Ayasofya budur!

129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya’yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

Frenk kelimesinden gelen “frengi” ismine dikkat ediniz! Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, “frengi” mefhumunun tâ kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler… !> Şimdi buradan saffet devrimize geçelim. Şairin;
Şâyestedir denilse,
Âlem senin mezarın…
Dedikten sonra:
Hâlâ gelir zeminden
Tekbir-i zâr-ü-zârin…
Diye belirtmeğe çalıştığı; dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar’ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul’u fethedip onun kalbi Ayasofya’da namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransa’da kırılıp Viyana’da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti.

Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir; onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed’dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamıyanlardadır. Fatih’e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî Sultan Süleyman gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam (aksiyon) akışında en büyük hız payı, yine Fatih’indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud gibi şeyhülislâm, Sokullu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih’in, hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzüsuyu hürmetine yetişmiş büyükler…

Târihimizde, Fatih’ten başka her hükümdarın (aksiyomu, isterse vatana eklediği toprak Fatih’inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemâl ve noksansızlık mânasına, tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih’dedir ki, kendi zaman ve mekânına göre, dâva hedefini, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde buluyoruz.

İşte bütün bunları (sembolize) eden, remzlendiren de cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya…

Salibin ağırlığından kurtarılıp hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece Yirminci Asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu onunla gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştiren eski Bizans eseri ve artık yeni tekbir yuvası tarihi kubbe…

Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mâna, yalnız mâna…

İstanbul’daki Süleymaniye, Edirne’deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma’daki (Sen Piyer) ve Paris’teki (Notrdam), bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mâna kıymeti olarak, Ayasofya’nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan herbiri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eser… Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki, ne madde, ne de tek taraflı mâna ölçüsüyle ona varmak kabil… Ayasofya, bir mânanın, zıd mânaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesi…

Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi; ve Ayasofya’yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.

Târihimizde daha nice zapt ve fetih hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, hâs isim olarak Fatih değil?..

İmdi:

Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, (İmperyum Romanum)dan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk’ü binbir tarihî saik yüzünden çüceleştiriyorlar, 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih’in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor; Ayasofya Türk’ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk’lerin eliyle mânasından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur bir müze, yani içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor. Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mânanın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk’ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, “buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!” diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya’nın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâket…

Böylece, Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya’nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar…

Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..

Ayasofya’nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk’ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.

Allah diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır. Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordelâdır. Topyekûn şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs dâvası!.. O kadar Batılılaştığımızı, uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor muyuz? Bizim, kendimizi, kendisinden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor. O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı asla benimsemiyor; ve ismini taşıdığı (Greko-Lâtin) medeniyetinin piçleşmiş uzvunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her ân tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord (Baynn)ın Türklere karşı Yunan istiklâl çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hâlâ selâmeti, Türk’ün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özenişinde arıyor.

Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.

Bütün bu mânalar Ayasofya’ya bağlı… Daha neler ve neler!.. Türk İstiklâl Savaşı’nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.

Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve târihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için kapanıyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için… Şahsiyetsizliğin ceremesi… Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han’a hürmet ediyordu. Almanya imparatoru (Vilhelm) siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens (Bismark) tam bir Abdülhamid düşmanı olduğu halde, onu, asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu. Eğer Abdülhamid’e, Ayasofya’yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi. İnkarcı (Volter)in Allah’ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti’nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han’dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya’dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugâh kurmakla cezalandırmıştı. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı’nın hayali, İstiklâl Savaşı’ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde dikilip duruyor da, bizde, onun iki gözünü birden çıkaracak (enerji)den eser görünmüyor.

Sebep?

Çünkü Ayasofya’nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya’ya bağlı…

Ayasofya açılmalıdır. Türk’ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, Yunanlıya “ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!” demekten farksızdır.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler’den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara “artık benim hayat hakkım kalmadı!” demektir.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk’ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, Allah’a sövmeye, Kur’ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak… Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek…

Ayasofya açılacak!… Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak…

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak…

Ayasofya’yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak…

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın… Sel yakındır.

Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!

Mehmet Emin Başalp ( 16.05.2017)

NAYLON TASAVVUFÇULAR

Naylon
Naylon

NAYLON TASAVVUFÇULAR
Naylon kelimesini mecazi anlamında kullanıyorum , bayağı , adi , düzmece , sun’i şeklinde maalesef bu tabiri kullanmak mecburiyetindeyim çünkü artık sahih – batıl , hakiki – sahte gibi bir ayrımdan da öte bir ayrıma ihtiyacımız var. Ortada hatta hurda naylondan , plastikten yapılmış bir yığın kalitesiz malzeme var ve adı tasavvuf , tasavvufçu maalesef , naylon poşet gibi de haylide yaygın.
Naylon tasavvufu izah etmeden sahih ve batıl tasavvuf ile hakiki ve sahte tasavvuf ayrımına da kısaca değinelim ki mesele iyice anlaşılsın.Batıl tasavvuf gayri İslami olan tasavvuftur. Yani öğretisi , usulü İslam ile alakalı değil , haramları helal kılmış , içkiden , haşhaştan başını alamamış , Kuran , Sünnet ve fıkıh yerine batıni yorumlara dalmış ,ibadetleri terk etmiş bu şekilde bir tasavvuf komple batıldır , sahih tasavvuf ise İslam’dan beslenen ve içerisinde İslam’a aykırı söz ve fiillerin olmamasıdır.Dahası İslam’ı en güzel şekilde yaşamaktır.İslam nedir , İman nedir ,ihsan nedir Hadis-i Şerif’inde ihsanın sağlanmasına gayret eden çalışmalardır.
Hakiki ve sahte ayrımı ise sahih görünüm üzerinden oluşur. Fakat burada da esas ayrım noktası şunlardır. Hakiki olanlar , köklü , temele dayanan , usul , adab ve erkanı olan , başındaki mürşidinin de eğitiminden , seçimine silsile-i meratip içinde gerçekleşmiş olanlardır.Sahteler ise yeni zuhur etmiş , kökü , temeli olmayan , izni icazeti olmayan , ehil kişilerden oluşmayan , usulü , adabı , erkanı olmayan yapılardır. Nitekim bu tip yollarda yaygın usul ani bir rüya görme yoluyla veya ani bir aydınlanma ile bir takım cahil kimselerin kendini mürşid görmeleri sonucu oluşturduğu yapılardır , bu tarz kişilere tasavvuf yolunun haramileri de denir.Bu tarz kişiler ilimleri de olmadığı halde bir takım başka kitaplardan iktibas yoluyla vb , içeriğide vasatın vasatının bile daha altı ama hacmi yüksek kitaplar yazmaktan da geri durmazlar. Bu kişilerin tespiti kolaydır , çünkü çok kısa süre içerisinde bir yığın falso verirler hatta çoğu belli zaman sonra rezil olurlar.
Şunu izah edelim sahih ve hakiki tasavvufun görünümü tek tip değildir , dünyanın bir çok coğrafyasında , ülkesinde , şehrinde bir birinden farklı usul , metod , meşreb ve söylemleri vardır , fakat tüm bunlara rağmen şer-i şerife aykırı değiller ve köklüdürler. Tabi burada değerlendirmeyi tasavvufu İslam dairesinde gören bir yorum üzerinden yapıyoruz , tasavvufu tamamen İslam dışı gören bir düşünceye göre zaten bu tip ayrımların da herhangi bir anlamı yoktur.
Gelelim naylon tasavvuf nedir , naylon tasavvuf hem hakiki , hem sahih ama maalesef artık hangi sebeplerle bilemiyorum naylonlaşmış , sun’ileşmiş , adi , bayağı , faydası anlık , uzun ömürlü olmayan , çevreyi kirleten , insanların işini alelade gören , kansorejen , ucuz olduğu için kullanımı yaygın ama kıymetli olmayan gibi bir şey. Örnekleriyle anlatacağız tabi kafamızda daha iyi otursun diye. Literatürde , naylon fatura vardır mesela , ticaretle uğraşan gerçekten alım satım işi yapan kişiler bazen mal satmadığı halde mal satmış gibi gözüksün diye düzenlen faturaları kullanmasıdır amaç menfaattir.

Naylon evlilik denilen , vatandaşlık almak için veya bazen tayin çıkartmak için gerçekleştirilen evlilikler oluyor onlara deniyor. Görünürde her şey şekil şartlarına uygun ama naylon. Naylon tasavvufta da şahıs , yer , mekan vb uygun ama içerdekilerden bazılarının amacı farklı , naylon ,buda etrafa sirayet edip yaygınlaşıyor , bu işe angaje olan , öncü olanlarda naylon tasavvufçular.
Naylon tasavvufun ve tasavvufçuların en bariz göstergelerinden birisi , tasavvufi bir takım usulleri merasimleştirmek , görünür kılmak ve şova dönüştürmektir. Amaç belli bir tevazu ve edeb içerisinde samimiyet ve muhabbet meclislerinde buluşmak iken bunların şeklini , şemalini değiştirip pazarlamaya kalkışmak , her yere de ulaşamadıkça kalitesini düşürdükçe düşürüp , malzemeden kısıp iyice naylonlaştırmaktır. Örnek vermek gerekirse bunun en bariz göstergesi sema ayinleridir . hatta gerçek ismi sema mukabelesidir ama o isim bile unutulmuş halde.Bugün sema algısı toplumun gözünde tasavvuftan uzaklaşmış , bir ritüele dönüşmüş , artık düğünde , sergide , şurda burada ehil kişiler dışında usulüne de uygun olmayan şekilde icra edilir olmuştur. Hz.Mevlana gibi dünya çapında bir mutasavvıfın yoluna ilişkin ucuz , naylon merasimler.
Naylon tasavvufun ve tasavvufçuların en bariz göstergelerinden biri de ilimden uzaklaşma , hurafeye sarılma akımıdır.Şimdi bir çok tasavvufi yolda bakıyoruz , başında silsile-i meratip üzere gelmiş , ilmide olan mürşidler var , akidevi bir inanç sorunu yok , Ehl-i Sünnet vs ama bakıyoruz , tasavvufçuyum diyen kişiler ilmi çalışmalar yerine etrafta bir takım hurafe içeren ve son derece gülünç söylem ve fiillere sarılıyorlar. Şimdi tasavvufa yönelik bid’atçi ve hurafeci eleştirisi yeni bir eleştiri değildir. Eskiden bu tip eleştiriler işte zikir yaparken def çalınsa bu islam’da var mı yok mu gibisinden idi ama şimdi falanca efendinin zikirli yoğurdu falan satılıyor. Bilmem şu kadar şunlar vs okunmuş sulardan aşure yapılması merasimi yapılıyor. Bu türden garipliklerin ilim yolunu tuttuğunu iddia eden tasavvufi yollarda değil yerinin lafının bile olmaması gerekiyor.tasavvufçuyum diyen kişide ilim , irfan ve hikmet yolunu tutmalıdır.Bunların hiç birinin nebevi bir temeli de yoktur.
Hurafeciliğin bir başka versiyonu da lokal kutsiyet anlayışı atfetme hastalığıdır.Tasavvufi yola girmiş kişi , tabii olarak bir kişiye tabi olacaktır.Bu kişiye tasavvuf literatüründe mürşid denir , kişinin mürşidini sevmesi onu edeben makul şekilde ta’zim etmesi de son derece doğaldır hatta bunları özel sohbet ortamlarında yapması daha da makuldur. Fakat şimdilerde mutasavvıfımım diyen kişilerde mürşidlerine yönelik öyle bir övgü öyle bir kutsiyet anlayışı var ki , bizim hocamızın diye başladılar mı artık burada ifade bile edilmeyecek , insan üstü , hatta velilik üstü vasıflar vb izafe ediliyor birde bunu diğer insanlara empoze etmek , yaymak gibi bir çabaya giriliyor. Son derece garip hatta haddi aşan bu övgü sözlerinin ağızdan ağza yayılması ve o tasavvufi guruba has bir ifade haline gelmesi , buna karşı çıkılmaması , karşı çıkanların susturulmaya çalışılması , tüm bunlar son derece yanlış işlerdir. Tasavvufi yollarda böyle bir edepsizlik yoktur.Bu gidişatın sonu Allah korusun yanlış yerlere gider , cahil insanlar elinde iyice anlamı karışır , farklılaşır sen vur dersin öldürmeye kalkar sonra .Çok dikkatli olmak gerekir ayrıca bu hem mürşid hem mürid açısından seçilmişlik , üstünlük , bizim yolumuzdan olanlar şöyle olur böyle olur gibi anlayışlar çok sakattır.Üstünlük ancak takva iledir.Ameller niyetlere göredir. Tasavvuf kendini bilmek anlayışıdır , nefsini terbiye etme anlayışıdır , hiçlik makamına ulaşma anlayışıdır , kendini değil başkaları beni bilsin diye çabalarsan , nefsi terbiye etme yerine kendini övmeye , yüceltmeye başlarsan , hiçliğe değil görünür kılınmaya yönelirsen bir şeylerde yanlış vardır demektir bir sorgulama yapman gerekir sen tasavvufçu falan değil kolay yoldan kurtulma peşindesin veya böyle bir şey olabileceğine inanıyorsun demektir.
Allah’ın veli kulları vardır buna inancımız vardır , Allah’ın veli kullarına izzeti , ikramı vardır Allah’ın yemin etseler yeminlerini boşa çıkarmayacağı salih kulları vardır.Allah’ın veli kullarını sevmek , destek olmak vazifedir. Tasavvufi yolda da kişilerin mürşidlerini birer veli olarak görmesi doğaldır.Mürşidlerin birer veli olup olmadığı Allah’ın bileceği bir husustur diğer insanlar ancak onun zahirine , görünen yüzüne bakıp , söz ve fiillerinde istikamet üzere olup olmadığına bakar ve değerlendirirler. Burada bir anekdot girmek durumundayım , tasavvuf kitaplarında yer alan bir husus vardır , efendim imtihan için mürşid bazen insanlara garip gibi görünecek şeyler emredebilir ( Hac-ı Bayramı Veli Hz’lerinin müridlerine sizi kurban edeceğim demesi gibi ) veya yapabilir işte bu gibi durumlarda niyetini falan bozmayacaksın diye. Dünya tasavvuf tarihinde bu örnekleri toplasan , genel irşad ve eğitimin yanında devede kulak bile olamayacakken , uç noktalar sanki esasmış gibi dilimize dolanınca insanlar anlam karmaşası yaşıyor.Hiç bir mürşid ömrü hayatı boyunca müridlerini her daim imtihan falan etmez böyle bir mantık yoktur , böyle bir durum varsa da bu böyle tevil edilemez.Bir mürşidin din üzerinde ne kadar hassas olup olmadığına bakılmalıdır yoksa evet keramet haktır ama kerametlerdir vs ‘dir bu tip şeylere kişinin kendini çok kaptırmaması gerekir. Neyse sözü uzattık gelmek istediğim nokta şu mürşidleri birer veli olarak görmek tabiidir , istikametine bakılmalıdır fakat şuan tasavvufi yollarda yaygın anlayış mürşidleri birer ikon olarak görmektir.Şimdi bu hristiyanlığa dair tasviri nereden çıkardın diyeceksiniz ama maalesef gidişat bu. Mürşidinin ilmini , ahlakını , iyi işlerini takip edeceğin , uyacağın yerde şimdilerde başkalarına bu kişilerin fotoğraflarını , sözlerini paylaşma hastalığı , saçını , sakalını , kılını kıyafetini takip , övgüler onun ilminden , irfanından vb değilde bir takım fiziksel ve dünyevi meziyetlerini anlatma yoluyla oluyor ve bu şekilde aidiyet hissini artırma çabası görülüyor. Şimdi işin özü kaybolur , manevi olarak kişi bir haz alamazsa işte bu tür yollarla haz almaya kalkar .Bunun makul bir düzeyi olabilir ama tüm gidişat buna dönerse güzel sözü paylaşsan da kalabalığa karışır gider , değersizleşir gider , kıymeti kalmaz , istenilen amaca da ulaşmaz.Boş işlerle vakit geçirmiş olursun. Tasavvufi yolları , mürşidleri , hocaları , alimleri vb bu hale getirmeyelim. Bir görüntüde görmüştüm yaşlıca ve hasta bir hocaefendi , tekerlekli sandalyede stadyumda dolaştırılıyor , bu nasıl bir mantıktır , bu nasıl bir tasavvuftur ?
Naylon tasavvufçuların bir göstergesi de özden , ruhtan , muhabbetten , samimiyetten uzaklaşıp pusulayı kaybetmektir.Bazen denir ki , iş adamları o kadar yoğun bir çalışma temposuna kaptırır ki kendini artık , gecesi gündüzü iştir , ailesini ihmal eder , ibadetini ihmal eder , kendini geliştirecek işleri bırakır varsa yoksa iş , para vs. Şimdilerde de bu husus yayılıyor tasavvufta amaç ne , Allah’ın rızasını kazanmak , nefsi terbiye etmek , Müslümanlara , insanlara hizmet etmek. Din samimiyettir diyor Hadis-i Şerifler’de samimi olmak , takvalı olmak , salih ve sadık kullarla beraber olmak. Fakat tasavvuf yoluna girdim diyen başlıyor faaliyet üstüne faaliyet , daha fazla inşaat yapalım , daha büyük inşaatlar yapalım , inşaatlar yapmışsın ama gönülleri yıkmışsın bu süreçte bir düşün bakalım. Daha fazla sohbet yapalım , daha çok kişi katılsın , daha fazla kitap basalım daha fazla dağıtalım , daha büyük kermes yapalım , daha çok konferans yapalım , gezilere gidelim , biz en uzağa gidelim , biz en büyük otelde kalalım vs vs daha çok daha çok daha çok. Yaptığın hizmette vakar olacak , gösteriş değil , rekabet değil. Tabi bu daha çokların , reklamları şunları bunları da çabası. Bir kere burada insanlara hizmet ediyorsan hizmet etme şuurunda olacaksın şirket gibi bir anlayış olmaz , buralar senin mülkünde de değildir , daha fazla daha fazla durumu samimiyeti öldürür iç huzuru bulamazsın.Eğer niyeti de bozup buradan mal , makam , mevki ve şöhret elde etme amacına da yönelirsen kendine etiket eklemeye kalkarsan vay ki vay , görünürde derviş olsan ne olur . Tasavvufi yollarda bu hususlar icra edilirken arada oturup bu niyet sorgulamalarını , istişarelerini yapmak gerekir. Burada eksiklik bu sorgulamalar az yapılıyor ki görünen yüzde hep etiketli kişiler vb , yahu kendi halinde salih , sessiz kişiler de vardır onlara da bir danışılsın , itibar edilsin , bu tip hizmetlerde başı yetenekli kişilerde çeksin ama kalender insanlarda olsun. Tevazu , güleryüz, dürüstlük , ahlak , liyakat aransın.Aksi halde sıkıntı şu olur insanlara tasavvuf denilince veya bir tasavvuf yolu denilince kötü bir örnek olarak dejenere olmuş bir kişinin adı , yüzü veya icraatı akla gelmemelidir.
Su-i misal , misal olmaz demişler evet kötü örnekler , örnek olmaz.Tabii ki , sahih ve hakiki tasavvufun varlığının insanlara faydaları çoktur , bunca yıl İslam’a hizmetleri çoktur lakin yukarıda bahsettiğimiz hususlar bu tip kişiler bu guruplar içinde görülür oldu. Maalesef kötü şeylerin çabuk yayılma gibi bir özelliği vardır.İnsanlar bu konularda şuurlanmazsa bu tip kötü niyetli kişiler daha pervasızlaşabilir.Tasavvuf kal , konuşma ilmi değil , hal , yaşama ilmi demişler.Bunu insan kaybederse konuştukça konuşursa , özünden koparsa , haddi aşarsa hem kendine hem cemiyete zarar verir.İlim yolundan ayrılıp hurafelere yapışan olursa elimizle ve dilimizle de üslubunca düzeltmek zorundayız.Bu naylon , plastik adamları ya yontmalı ya kenarda tutmalıyız.
Tasavvuf yolu , dervişlik yolu zor bir yoldur , izah etmeye kalksak sayfalar yetmez. Batıl ve sahte tasavvuf yolları , yüzyıllardır tasavvuf karşıtlarına koz vermiş ve sahih ve hakiki tasavvuf yolu mensupları yüz yıllardır bu üç anlayış ile mücadele edip birde hakiki tasavvufu yaşamış ve günümüze getirmişse , şimdi tutup birde kendi içimizde böyle ucuzlukları , pespayelikleri ve bayağılıkları yaygınlaştıramayız. Gerçi bu her alanda vardır , mimariye bakıyorsun nerede Mimar Sinan’ın Süleymaniye’si nerede şimdi bu beton camiler , sanata bakıyorsun nerede o güzelim musikiler , şimdilerde müzik adı altında gürültüler , duvarına hüsn-i hat asacağı yerde Çin malı levha asan kişiler. Artık bilemiyorum buna zevksiz kişiler mi , bu köylülük anlayışı mı , cehalet mi , tahsilli cehalet mi , kültürümüzden kopma mı , popüler kültürden çokça etkilenme mi , planlı yozlaştırma projeleri mi artık ne derseniz diyin tüm bu niteliksiz anlayışlar kişiler vasıtasıyla bu naylon tasavvufçular yoluyla tasavvufa bulaşıyor. Buda yine eğitimle olur , anlatmayla , usulünce uyarmayla olur.Bu naylonlaşmaya karşı topyekün mücadele vermek durumundayız.23.03.2017

Mehmet Emin Başalp