Ramazan Yazıları 7 Ramazan 1438 ( Hacı Bayram-ı Veli – Eşrefoğlu Rumi )

  • IMG_8228

    Ramazan yazılarıma ara vermek zorunda kalmıştım , İnşaAllah devam ediyoruz.
    Askeri helikopterimizin kazası sonucu şehit olan askerlerimize ve ailelerine de sabırlar diliyorum.Bu mübarek günlerde rerçekten tarifi mümkün olmayan acılar yaşayan milletimize Allah bir daha acılar yaşatmasın.
    Bir diğer hususta malumunuz ilk yazımızda , TV’lerde ramazan boyunca bir takım kişilerin pervasız , ilgisiz , detay mevzuları konuşup milletimizin dikkatini çekmek yoluyla Ramazan-ı Şerif’in feyzinden , bereketinden insanları uzaklaştırmaya çalıştığına şahit olduğumuzu ifade etmiştik. İşte yine böyle tahsilli cahillerden biri çıkıp camide oyun oynayan çocuklar ile ifade ettiği asılsız ithamlar ve camiyi benzettiği çok çirkin mekanları hepimiz duyduk , gördük , takdirlerinize havale ediyorum.Fakat bunların iyi bir yönü var milletimizin basireti daha fazla artıyor şuuru daha fazla artıyor.
    Onun için bizim gerçek alimlerimizin ,ariflerimizin velilerimizin o güzel sözlerini diriltmemiz lazım Alvarlı Efe Hazretlerinin o güzel şiirinde ifade ettiği üzere biz kimseyi müslümanın canı , malı ve namusuna saldırılmadıkça , incitmeyecek bir dinin ve medeniyetin mensubuyuz. Açık aramak , tenkit etmek , baltalamak , haset , kin , nifak , düşmanlık , çekemezlik , kavuculuk , gıybet , yalan , hurafe bunlar müslümanın dünyasında olmamalı.

“Hakîr ol âlem-i zâhirde sen ma’nâda sultân ol
Karıncanın dahî hâlin gözet dehre Süleymân ol
Felekde hâsılı insan isen bir cânı incitme
Günahkâr olma Fahr-i Âlem-i zî-şânı incitme “

Anadolu’nun kandillerinden Hacı Bayram-ı Veli Hz’lerini de anmadan olmaz. Onu anmakla beraber Hacı Bayram-ı Veli Hz’lerinin hocası , Somuncu Baba olarak bilinen Hamidüddin Aksarayi’dir. Hacı Bayram-ı Veli Hz’lerinin bir öğrencisi ,Fatih Sultan Mehmet Han’ın hocası olarak bilinen büyük veli Akşemseddin Hz’leridir. Hacı Bayram-ı Veli Hz’lerinin damadı Eşrefoğlu Rumi’dir.Yine Bursalı Üftade Hz’leri Hacı Bayram-ı Veli Hz’lerinin yolundan yetişmiş oda İstanbul’un en meşhur velisi Aziz Mahmud Hüdai Hz’lerini yetiştirmiştir. Birbiriyle irtibatlı bu alim ve veli insanlar Anadolu’nun en sevilen hala bugün anılan mübarek insanlarıdır.Allah hepsinden razı olsun.
Bu velilerin bir özelliği de şudur , kendi gelirlerini şahsi el emekleri ile kazanma konusunda müthiş bir hassasiyet içerisindedirler.Birde Allah sevgisi ve korkusu ise şiirlerinde yer alarak bize bu samimi hallerini aksettirmişlerdir , gönüllere hitap etmişlerdir.
Bilmek istersen seni,
Cân içinde ara cânı.
Geç cânından bul ânı,
Sen seni bil, sen seni.

Kim bildi ef´âlini,
Ol bildi sıfâtını,
Anda gördü zâtını,
Sen seni bil, sen seni.

Görünen sıfâtındır,
O´nu gören zâtındır,
Gayri ne hâcetindir,
Sen seni bil, sen seni.

Kim ki hayrete vardı,
Nûra müstagrak oldu,
Tevhîd-i zâtı buldu,
Sen seni bil, sen seni.

Bayram özünü bildi,
Bileni anda buldu,
Bulan ol kendi oldu,
Sen seni bil, sen seni.

Hacı Bayram-ı Veli Hz’leri eser bırakmamıştır , insan yetiştirmeye çalışmıştır bazı alimler bu yolu tercih etmiştir esasında bu daha zorda bir yoldur. Bilinen eserlerinden nutuk denilen az sayıda şiiri vardır onlardan en meşhuru da yukarıdaki şiir olup şiir özetleyecek değiliz fakat burada kişinin kendi ahlaki eğitimi için çok önemli bir hususa dikkat çekiliyor , kendini bil , nefsini bil , vicdanını bil , inancını bil , kusurlarını bil başkasında bir kusur görsen bile bu senin kendi kusurundur nazarıyla bak , işte bu anlamları ifade eden güzel , ibretlik bir şiir. Toplumu ıslah edecek kişilerin önce kendini bilmesi de elzemdir ayrıca.

*******************************************

Hacı Bayram-ı Veli Hz’lerinin damadı , Müzekkin Nüfus adlı meşhur eserin müellifi Eşrefoğlu Rumi Hz’leri Anadolu’da tasavvuf denilince en başta gelen alim ve velilerdendir.
Müzekkin Nüfus adlı eserini mutlaka okumak gerekir , nefis terbiyesi üzerine ayzılmış ecdadımızın başucu kitaplarından olan klasik bir eserdir.Bu gün bu tarz eserler az okunuyorsa demek ki toplumun gündeminden nefis terbiyesi düşmüş demektir.Oysa nefis ile mücadele Hz.Peygamber S.A.V ‘inde buyuduğu gibi büyük cihattır.

Fakat burada şiirlerinden örnekler paylaşacağız , şiirleri ,ilahiler olarak bugün dahi dillere pelesenk olmuş , okurken , dinlenirken o samimiyeti o muhabbeti hissettiriyor.Testinin içerisinde ne varsa dışarıya o sızar demişler , Allah aşkı o kadar fazla ki o sızmış yoksa edebi eser olarak oluşturulmuş şiirler kesinlikle değildir.
“ Aşkın odu ciğerimi
Yaka geldi yaka gider
Garip başım bu sevdayı
Çeke geldi çeke gider” gibi
“ey allahım beni senden ayırma
beni senin cemalinden ayırma

seni sevmek benim dinim imanım
ilahi din-ü imandan ayırma” gibi şiirler en güzel en yakıcı şiirlerdir.Bu şiirler bu ilahiler hala gönle ferahlık veriyor.
Bir güzel şiiri ile yazımıza son verelim.
Eya gafil aç gözünü bir bak bu dünya haline
Hiç kimse geldi mi bunda düşmedi ecel eline

Niceleri Sultan edip tahta çıkardı bir zaman
Ahır yere vurdu anı irgürmedi visaline

Bu dünyayı benim sanup zinhar buna verme gönül
Nice senin gibilerin gülüp geçti sakalına

Bu fenaya aldanmagıl ol bekanın kaydı görgil
İşbu geçer dünya için girme halkın vebaline

Gör gör bunu fenasını çekme zinhar belasını
Tiz tiz nice noksan erer bir bak bunun kemaline

An şol günü yer devrile gökler çatlayıp yarıla
Mahluk bir yere derile İsrafil suru çalına

Atan anan kardaşların yad olup senden ayrıla
Şol ettiğin zulumlerin hep dadı senden alına

Şol dünyaya benim diyen atlar binip harir giyen
Kara toprak olup yatır kimse bilmez ki hali ne

Arif olan baktı gördü bunun mekr ü hilelerin
Bir parmağın da banmadı bunun ağulu balına

Buna gönül verenlerin ahır mağbunluktur işi
Akil olan aldanmadı bunun yalnış hayaline

Eşrefoğlu Rumi sen de ahir toprak olısarsın
Toprak olmadan toprak ol aldanma anın aline

Seni yavuz sananlara sen hayır dualar eyle
Kim kime ne sanır ise ahır geliser yoluna

Somuncu Baba Hz’lerine , Hacı Bayram-ı Veli Hz’lerine , Eşrefoğlu Rumi Hz’lerine , Akşemseddin Hz’lerine ’e , Fatih Sultan Mehmet Han’a , Üftade Hz’lerine , Aziz Mahmud Hüdai Hz’lerine selam olsun. 7 Ramazan 1438

Mehmet Emin Başalp

3 Ramazan 1438 ( Mevlana -Konevi )

IMG_8135
Selamün Aleyküm ;
Ramazan yazılarımıza devam ediyoruz. Dün az ve öz söyleyenlerden bahsettik bu seferde çok söyleyen ama yine öz söyleyenlerden bahsedeceğiz.

Bunlardan ilki değil Anadolu’da dünyada meşhur alim ve mutasavvıf , Mevlana Celaleddin-i Rumi Hz’leri. Onun muazzam külliyatından özlü bir kaç sözünü ancak aktarabilme imkanımız olacak fakat paylaşımdan önce önemli gördüğüm bir hususu izah edeceğim.

Değerli dostlar hepimiz müslüman mıyız ? Elhamdülillah , Allah’a inanıyoruz , kulluk ediyoruz. Az çok İslami bilgimiz var , eksik hatalı olsada ibadetimiz var. E o zaman sorunumuz ne ? Bu ilim ve gayret bize yetmez mi ?

Yetmez , çünkü insan Allah’a inanıyor lakin hep isterki Allah’tan bir an dahi gafil olmayayım , daha çok ibadet edeyim.İbadetimden daha çok lezzet alayım. Peygamber’in sünnetine uyar ama daha titiz uymak ister. Büyük günahlardan kaçar belki ama küçük günahlardan da , hatalardan da kaçmak ister. Daha çok hayır hasenat yapmak ister , daha çok tefekkür etmek , zikretmek , yalvarmak , yakarmak ister. Niyeti her daim Allah’ın rızası doğrultusunda olsun ister.Daha iyi insan olmak ve kötü huylardan kurtulmak ister.

İşte bunların daim olabilmesi için kişinin motivasyonunu yüksek tutması gerekir. Kişi motivasyonunu nasıl yüksek tutacak ? E işte bu motivasyon mürşiddir diye atlamayalım hemen bu motivasyonun kaynağı başta Kur’an , sonra Sünnet’dir.İnsan başka yerden Kur’an ve sünnetten bahsedilmiyorsa motivasyon alamaz. Ancak başkalarından Kur’an ve sünneti hatırlatmanın usul , üslup , teşvikini alabilir.

Hz.Mevlana medrese hocasıydı , ilim sahibiydi ama anlatım öyleki Hz.Mevlana’ya onlar yetmemişte Şems-i Tebrizi’yi görmesi , etkilenmesi , geçmişini terketmesi onu evliya yapmış bu son derece hatalı ve yanlış bir anlatımdır.Hz. Mevlana ne farklı bir din bulmuş , ne farklı bir din yorumu bulmuştur. İlmine , irfanına ek olarak işte yukarda bahsettiğimiz gibi daha fazla gayret sarfetmeye yönelmiş sadece bunun usulünü almış ve Allah’ın yardımı ile de insanlığa bu hususları izah etmiştir.İlmini terketmemiş , ilmini belki dar çerçeveden daha tesirli bir anlatımla çağlar ötesine ulaştırabilmiştir.Hz.Mevlana insanlığa yine Kur’an’dan , sünnetten ve ahlaktan bahsetmiştir.

Kur’an okuyan Kur’an’ı terkedebilir mi ? Asla o mübarek kişi işte herkesin bildiği o sözünde ne diyor bir daha tekrar edelim. ”
“Ben yaşadıkça Kuran’ın bendesiyim,Ben Hz Muhammed-in (sav) ayağının tozuyum.Biri benden bundan başkasını naklederse;Ondan da bizarım,o sözden de bizarım(şikayetciyim).” Mevlana’yı lütfen böyle anlayalım , tabulaştırmayalım , İslam çerçevesinden çıkartmayalım.

Yunus Emre kısa söylemişse Hz.Mevlana uzun söylemiştir dedik çünkü insanlar meseleleri illaki giriftleştirmişlerdir , bunların izahıda hayliyle uzun olabilir , kabiliyeti olanda o grubun anlayacağı şekilde söyler yoksa bir şekilcilik amacı yoktur olsaydı zaten eserleri ancak edebiyat tarihinin bir konusu , Hz.Mevlana’da edebiyatın bir öznesi olurdu.

Hz.Mevlana’nın adalet ile ilgili ünlü sözünü tekrar paylaşmak istedim çünkü adaletli davranmak her kişinin yükümlülüğü her işimizde bu sözü hep aklımıza gelsin çünkü son derece veciz ve anlaşılır bir sözdür. “Adâlet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? Dikene su vermek. Adâlet, bir nimeti yerine koymaktır; su emen her kökü sulamak değil. Zulüm nedir? Bir şeyi kon­maması gereken yere koymak; buysa, belâya kaynak olur ancak. ”

*********

Hz.Mevlana ile çağdaş ve irtibatlı yine dünyaca ünlü bir büyük alimde Sadreddin Konevi Hz’leri’dir. Konevi Hz’leri de en ünlü mutasavvıflardan biri olan gerçekten hayli ilginçte bir usul ve üslubu olan Muhiddin-i Arabi Hz’lerinin usul ve üslubunu Anadolu’ya taşımıştır.

İbn-i Arabi Hz’leri de ilim peşinde koşan ve çokça eser veren bir alim olmuş Konevi Hz’leri de aynı şekilde çokça eserler vermiş ve izahlarda bulunmuşlardır.Tabi üslupları biraz iddialı ve zor anlaşılır olabilir , belki insanlara garip gelen yönüde budur ama her eserinde erbabı tarafından izahı vardır , araştırıp , doğruca öğrenmek gerekir.

Sadreddin Konevi Hz’lerinin 40 Hadis şerhi eserinden 21.Hadis’in şerhinden bir kısmını aldık
“Derecelerin; selâmı yaymak, yemek yedirmek ve geceleyin in- sanlar uyurken namaz kılmak” şeklinde oluşunun sırrının ne olduğuna gelince, onun yorumu şudur: İnsanların muâmelesi iki temel esasa bağlı- dır: İnsanın muâmelesi ya halkla olur, ya da Hak’la. Bu iki muâmeleden her biri kavlî ve fiilî olarak ikiye ayrılır. Halkla olan kavlî muâmele selâmdır. Bu bir esastır. İt’âm-ı taâm/yemek yedirmek ise bir fiil ve baş- kalarına ulaşan hayırdır. Şüphe yok ki başkasına ulaşan hayır, derece bakımından sâhibini aşmayan hayırdan daha yücedir. Nitekim selâm başkalarına ulaşan kavillerin hayırlılarındandır. ”

Selam önemli bir husus , selamı yaymak gerekiyor , yazılarımızda selam ediyoruz devamlı , müslümanlar bir birlerine selamı esirgememeli , yukarıda da belirtildiği gibi selam bir sözdür , kolaydır , halkla irtibattır.

Selam olsun Mevlana Celaleddin Rumi’ye , Şems-i Tebrizi’ye , Muhiddin-i Arabi’ye , Sadreddin Konevi’ye. 3 Ramazan 1438

Mehmet Emin Başalp

2 Ramazan 1438 ( Yesevi – Hacı Bektaş-ı Veli – Yunus Emre )

IMG_8124

“El-kezzabu lâ ûmmeti” dedi, bilin Muhammed;
Yalancılar kavmini ümmet demez Muhammed.
Doğru giden kulunu, Hakk’ın arayıp yolunu,
Doğru yürüyen kulunu ümmet diyecek Muhammed
Her kim “Ümmetim” dese, Rasûl işini bırakmasa
Şefaat günü olsa, mahrum bırakmaz Muhammed.
Tanrı Teala sözünü, Rasulullah sünnetini
İnanmayan ümmetini ümmet demez Muhammed.
Ümmetim diye yürürsün, buyruğunu yapmazsın,
Nasıl ümit tutarsın, orada sormaz Muhammed
Müşküldür âsi kul, ümmet demese orada,
Rezil olur mahşerde, ümmet demez Muhammed.
Ümmetim der Muhammed, gerçek söylese Kul Ahmed,
Sabaha olsa kıyamet mahrum bırakmaz Muhammed “
Hoca Ahmet Yesevi Hz.

Hoca Ahmet Yesevi Hz.’leri tarihi kaynaklarda dahi Pir-i Türkistan diye anılır.Anadolu’da yaşamadığı halde Anadolu’nun fethi sırasında gelen dervişler yoluyla orta Asya’dan onun temelini attığı usul ve üslup Anadolu’ya kök salmış ve her daim nefesi buradan hissedilmiştir. Hoca Ahmet Yesevi’nin hikmetleri , sözleri her daim kendinden sonra gelenleri etkilemiştir.Hoca Ahmet Yesevi Hz’leri sözü , öz söylemiş , basit söylemiş , herkesin anlayacağı şekilde söylemiş fakat derinlikli , tesirli söylemiştir.

Yukarıda yalanla ilgili bir hikmetini paylaştık oysa Hz.Pir en çok 63 yaşından sonra yer altında bir hücrede yaşaması ile bilinir ve anlatılır oysa şahsına ait özel bir durumu insanlığın dikkatine sunmaktan ziyade hikmetlerinde ısrarla bahsettiği iyi ve güzel ahlakı tavsiyesini ön plana çıkartmalıyız ki meselenin özünden kopmayalım , iyilik ve doğruluğun tebliğinden ziyade menakıb kültürüne dönüşmeyelim. ÜMMET-İ MUHAMMED ( MÜSLÜMAN ) YALAN SÖYLEMEZ KARDEŞLERİM.

********
Türkistan’ın piri Hoca Ahmet Yesevi ise Anadolu’nun piri de , pirimiz , hünkarımız , sultanımız , Hacı Bektaş-ı Veli Şahı Horasan’dır. Hacı Bektaş-ı Veli Hz’leri tarafından Yesevi usul Anadolu’ya getirilmiş , kök salmış , Osmanlı devleti zamanında halkını , ordusunu etkilemiştir.Tabi detayına girmeyeceğiz Hacı Bektaş-ı Veli Hz’leri kendi eseri olan Makalat ile tanınmalı , şimdilerde izafe edilen özellikleri , atfedilen sözleri iyi bir süzgeçten geçirilmelidir bu konuda çok hassas olmak gerekir.Hacı Bektaş- Veli Hz’leri olmadan , anılmadan Anadolu’nun mayası bilinmez bunu böyle bilmek gerekir.

O mübarek insan Makalat adlı eserinde şöyle buyurur ; “ Büyük düşman odur ki ;ilki nefsani istek ve arzulardır. İkincisi kibir ve sapıklıktır.Üçüncüsü hilekarlık ve yalancılıktır.İşte bu üç fiil şeytana ortaktır.Mü’min’im diyenleri yoldan çıkarır.Ve yine kibrin isteği doyuncaya kadar yemektir.Hakk’a itaat etmemektir.Yalancılığın isteği , çekiştirme , kahkaha ve maskaralık ; kendi ayıbını görmeyip başkalarının ayıbını gözlemektir. Öyle ise artık şeytanı gördün ve işittin. .Kimin içinde ise o kimse şeytandır. Kimin içinde de yok ise o kişi has kişidir. “

Evet değerli dostlar gördüğünüz gibi Hacı Bektaş-ı Veli Hz’leri de iyi ahlaktan bahsediyor , insanları iyi kulluğa çağırıyor. Yolundan gitme iddiasında isek kibri bırakalım , doyuncaya kadar yemeyi bırakalım , garip gurebayı , fakir fukarayı , yerinden , yurdundan olmuşları düşünelim.Günahlarımıza tevbe edelim.

Bu kamil insanlar niye kamil sözleri ile amelleri uyumluda ondan , onlar insanları dünya saltanatına çağırmadılar işleride olmadı , onların şahısları adına dünyalık emelleri , hırsları , teşkilatları , malları , mülkleri olmadı , olsaydı çoktan zelil olmuş gitmişlerdi ama Cenab-ı Allah onları kendi yolundan ( kulluk ve ilim yolu ) gittikleri için aziz kılmış bugün işte bizlere hatırlatıyor.

********
Anadolu’nun piri Hacı Bektaş-ı Veli ise , sesi , sözü , nefesi , dervişi , Aşık Yunus’tur. İnsanımız Yunus’u o kadar çok sevmiştir ki , çokça Yunuslarımız olmuştur , onlarında çokça şiirleri olmuştur fakat biz burada Taptuk’un dervişi Yunus’tan bahsedeceğiz.Kendi ifadesi ile “ Her dem taze doğarız , bizden kim usanası “ dediği gibi Hakk’a aşık Yunus’un sesi hala bu gün kulaklarımızı çınlatmakta , bağrı yanan Yunus’un aşkı ve samimiyeti hala canlılığını korumaktadır.Halkımıza dini , diyaneti anlatmak , öğretmek vazifesi yerine getirilirken bu coğrafyanın , insanımızın gönül teline dokunan Yunus’tan mutlaka bahsedilmelidir.Çünkü Yunus uzun va’zetmemiştir , uzun uzun yazmamış , söylememiş Hakk’ı , hakikati kısa ve basit söylemeyi çözmüştür.
“yunus emre der ki dünya yalandır
güvenme maline malin talandır
seherde aşıka uyku haramdır “
“ben gelmedim davi için
benim işim sevi için
gönüller dost evi için
gönüller kurmaya geldim “
“yol odur ki doğru vara
göz odur ki hakk’ı göre
er odur ki alçakta dura
yüceden bakan göz değil”
Yukarıdaki şiirler belki herkesin malumu olan şiirler ama Yunus’u tekrar tekrar okumak gerekir . Yunus gibi olmaya gayret etmek gerekir.Kibirden , hasetten , yalandan , riyadan sakınmak gerekir , gönül insanı olmaya iyi insan olmaya , iyi kul olmaya gayret etmek gerekir.
Değerli dostlar Yunus’un felsefesi , hümanizmi falan filan bu tip şeyler temelsiz boş laflardır , böyle şeyler yoktur.Okuyunca gördünüz oda seherde ibadetten bahsediyor onlar , Allah’a iyi kul olmuşlar , ilim yolunda olmuşlar , kötülükten uzak kalmışlar , nefislerine uymamaya çalışmışlar , insanlığı da bunu söylemişlerdir.Bütün mesele budur.

“ asik odur hakki seve
hak derdine kila deva
bizim icin hayir dua
kilanlara selam olsun
miskin yunus soyler sozu
kanli yas ile doldu gozu
bilmeyen ne bilsin bizi
bilenlere selam olsun “

Hoca Ahmet Yesevi’ye , Hacı Bektaş-ı Veli’ye , Taptuk’a , Yunus’a selam olsun. 2 Ramazan 1438

Mehmet Emin Başalp

1 Ramazan 1438 ( Hoşgeldin Ramazan-ı Şerif )

IMG_8094Bismillahirrahmanirahim.
Elhamdülillah , Elhamdülillah , Elhamdülillah. El-Evvelü Allah, El-Âhirü Allah, Ez-Zâhirü Allah, El-Bâtınü Allah.
Ümid-i gufran olan Ramazan-ı Şerif , ömür ve şahsiyetlerimiz , ahir ve akıbetlerimiz , zahir ve batınlarımız hayrola ,
Hayırlar fethola , şerler defola , müminler saf ola , münafıklar berbat ola ,
Gönüller şad , camiler abad ola , cümlemizin savm-ü salatı , zekatı , makbul ola ,
Ömrü ramazan olanın ahireti bayram ola,
Aşkullah , Muhabetullah , Marifetullah , Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola ,
Kalplerimiz mesrûr, sırlarımız mestûr, zahirimiz mâmûr, bâtınımız pür nûr ola.
Şefaatü Nebi , cümlemize nasib-i müyesser ola

**********
Allah , Allah
Muinüs-settar ,
hâliku’l-leyli ve’n-nehâr,
lâyezâl, zü’l-celâl,
birdir Allah, ânın birliğine,
Resûl-ü enbiyâ peygamberimiz cenâb-ı
Ahmed-i Mahmûd-u Muhammed Mustafa
âl-i evlâd-ı resûl-i müctebâ imdâd-ı ruhâniyetine!
piran mürşidin, âşıkin, vâsilin hamele-i Kur’ân,
güzeştegân, ehl-i imân ervâhına, avn-ü inâyetine!
Cumhuriyet’üt –Türkiyye , selamet-i re’is-i devlet ve hükümet ve vükelayı millet,
bil-cümle islâm’ın necât ve saâdet ve selâmetine,
pirler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler,
demine devrânına hû diyelim
huuu
huuu

**********
Kendimize has bir gelenek olan gülbank ile başlayalım istedik , Ramazan-ı Şerif’iniz mübarek olsun. Bizi yeniden mübarek ramazan ayına eriştiren Cenab-ı Allah’a hamdolsun.
Ramazan Kur’an ayıdır. Kur’an’ı muhakkak okuyacağız.Kuran’ı Hz.Peygamber’in sünneti ile uygulayacağız ve anlayacağız. İslam dini , değişmemiş olan Kur’an , sahih hadisler ve hakiki alimlerimizin açıklamalarıyla bugüne kadar tartışmasız şekilde gelmiş , öğrenilmiş , öğretilmiş ve yaşanmıştır.Her ramazan ayında maalesef detay fıkhi meseleler , marjinal görüşler dinin esası gibi tartışılır olmuştur.Bu gibi hadiselere milletimizin de rağbet göstererek zihinlerini meşgul etmesi ramazan ayının feyzinden , bereketinden mahrum kalınmasına sebebiyet verebilir.
Bugün dünyayı kan ve göz yaşına boğan zulüm şebekeleri , tertipledikleri örgütler ve oluşturdukları algılar ile İslam’ı bir korku dini olarak sunmaktadırlar.İslam ve inancımız asla insanlığa korku sunmadığı gibi İslam dini insanlığa , Allah’ın rahmet , merhamet ve şefkatini anlatır. Allah , selamet , emniyet ve adaletin olduğu bir dünyayı emreder.Müslüman asla zulmetmez.
Bugün yeniden İslam’ın insanlığa ebedi saadeti getirecek emir ve yasaklarını yani Kuran ve sünnet’i sadece duyurmak değil yaşayarak da tebliğ etmek mecburiyetindeyiz.Tebliğ ve irşad çalışmalarında , dini yaşamada alimlerin , ariflerin ve velilerin o zarif üslubunu da yeniden diriltmeliyiz.O maksatla , güzel insanların gönülleri fethetmiş güzel sözlerini bu Ramazan ayında yeniden hatırlayalım , ibret ve öğüt alalım istedik.Bu bizi daha iyi insan olmaya , ibret almaya , kötü huylardan uzaklaşmaya , ibadet ve taate teşvik etmeye vesile olsun.
Selam olsun tüm peygamberlere ve Server-i ser Efendimize , selam olsun efendimizin aline , ashabına , evladına , ezvacına , selam olsun çihar-ı yari güzine , tabiine , tebe-i tabiine , selam olsun bilcümle şühedaya , selam olsun sulehaya , ulemaya , evliyaya .Selam olsun müminlere , müslümanlara , gariplere , yetimlere , öksüzlere.
Ramazan-ı şerifiniz tekrardan mübarek olsun , efendim.1 Ramazan 1438

Mehmet Emin Başalp

İSLAMİ SOSYAL FAALİYETLERDE ÖZGÜNLÜK SORUNU – 1 ( GERONTOKRASİ )

IMG_8019
İSLAMİ SOSYAL FAALİYETLERDE ÖZGÜNLÜK SORUNU -1
( GERONTOKRASİ )
İslami sosyal faaliyetler nedir ? ona kısaca değinelim.Topum veya bir grup yararına yapılan bilgilendirme ,yardımlaşma , dayanışma , eğlendirme , toplu faaliyet , farkındalık , daha da geniş olarak düşünürsek , ilmi çalışmalar , dini çalışmalar , eğitim çalışmaları , mekan destekleri , kültürel faaliyetler , yayıncılık vb gibi bir çok faaliyeti içine alan çalışmalardır. İnsan sosyal bir varlıktır neticede ve bu çalışmalarda yıllardır yapılageliyor ve bu çalışmalar yoluyla islami şuur verilmesi amaçlanıyor.
Bu çalışmalar yıllardır yapılmakta olup çokça faydası görülmüş , mesafe kat edilmiş , çeşitli tecrübeler kazanılmış olmasına rağmen son yıllarda özgünlük ve ilgi kaybolmaktadır.Bu çalışmalar yenilenmez ve özgünlük kazanmazsa yakın zamanda hızlı ve sert bir tökezleme yaşayacağı açıktır.
Bu çalışmalarda özgünlüğe ve yeniliğe engel kronik sorunlardan başlıcası GERONTOKRASİ’dir. Gerontokrasi , yaşlıların belirleyici olduğu toplumsal veya siyasal bir sistem olup bununda o çevrede doğal karşılandığı , kanıksandığı bir anlayıştır. Bugün ülkemizde İslami sosyal çalışmaları gençler sürüklememekte , gençler belirlememekte , gençler tasarlamamakta , gençler sırtlamamakta , daha üst yaş gruplarında belirlenen bir takım çalışmalara katılmaya , destek vermeye adeta zorlanmaktadırlar. Bu çalışmaların bu anlayışla gitmesi ve aralığı yüksek bir jenerasyon kopukluğu sonucu ya sert bir savrulma yaşanacak yada küçülüp etkisiz bir hale gelecektir.Çalışmalar illaki devam eder ama yıllardır değişmeyen yöneticiler , kadrolar , heyetler , konseyler , istişare kurulları gibi örnekler bunların tipik örneği olup yönetimlerini , fikirlerini gençliğe açmayan örneğin Sovyetler birliği çöküşe gitmiş , yenilenmeyen kadrolarda jön Türkler gibi hareketlerin doğmasında etkili olmuştur.Sert bir dalga yaşanmadan işlevsel bir yönetim anlayışı , gençleşme gerçekleştirilmelidir ki sonucu başka şekillere evrilmiş sert dip dalgalara sebebiyet vermesin.
Bugün 2000’li yıllarda doğmuş 18 yaşında bir gence hitap edecek çalışmaları genelde 1950 – 1960 jenerasyonu belirlemektedir.Aradaki jenerasyonlar belirleyici olmaktan ziyade uygulayıcı , hitap edilen kitle ise oldukça uzak bir jenerasyon olan gençliktir. Esasında bu görevlerde olan kişilerin geçmişte genç olmalarına rağmen yaşlanmakla birlikte herhangi bir yenileşmenin yaşanmaması bu sonucu doğurmuştur. Yaşlanan jenerasyonların yerini danışma kısmına bırakması orta yaş kısmının destekçi gençlerin fikir ve uygulamada yer alması elzemdir.Dünya tarihinde yaşlı bir ekibin başarısından söz edilmemekte olup genç yaşta gelip başarılı olup yaşlanmasına rağmen görevde direnenlerin zamansız ve problemli ayrılması sonucu oluşan sorunlardan ise sıkça bahsedilir çünkü zamanında geçiş yapılamaması aksaklık doğurmuştur.
Bu gençleşme niye yaşanmamaktadır ? En başlıca sebebi kişilerin kendi jenerasyonu ile çalışma isteğidir , bu neticede doğal bir durumdur burada bilhassa yönetici olan kişi kendi akranları ile çalışmak ister o zaman yönetici üzerinden gençleşme yapılması elzemdir aksi halde alttan gelen bir gençleşme hareketi yaşanmaz.Çünkü yöneticiler yaş olarak karma bir yönetim anlayışını belirlemediği gibi , bu gibi karmaşık yönetimlerde de gençler ile ileri yaş grubu aynı yetkinlikte söz sahibi olamamaktadır.
Diğer nedenler ise objektif nitelikte olmayıp subjektif niteliklere dayanan kendilerini bu görevler için yeterli görme anlayışı , görevde direnme gibi anlayışlardır , neden gençleşmenin yaşanmadığı konusunda da öne sürülen alttan gençliğin yetişmediği gibi bir ifade ise ancak bahanedir.Zira yıllardır yönetici pozisyonunun da bulunduğun bir sosyal organizasyonda alttan nitelikli kişi yetişmemişse zaten bu sosyal organizasyon ölmüştür.İllaki yetişen bir genç kuşak varsa ve görev verilmiyorsa burada yer açılmaması sorunu vardır.
Gençleşme olmaması sorun mudur ? illaki sorundur çünkü yaşlıların tecrübe ve dinginliği belli zaman sonra yerini bir durgunluğa , yeni fikir ve proje üretmemeye , özgün çalışmalar yapamamaya sadece eski çalışmaların bir şekilde devam etmesi çabasına ve nostaljik takıntılara bırakır.Giderek gençlerle mesafe arttığı gibi jenerasyonlar arasında fikir ayrılığı ve uyumsuzluk da artar.
Bugün bir çok pratikliğe sahip gençlerin ağdalı konuşmalara , uzun metinlere , seremonik toplantılara tahammülü bulunmamaktadır.Uzun izahlardan sıkılan gençler , eskimiş alışkanlıklar ve köhnemiş konuların tartışıldığı toplantılardan ve programlardan uzak durmaktadırlar.
Fikir ve proje odaklı çalışmalar gençlerden beklenmemekte , gençler planlanmış programlarda kalabalık oluşturması , çalışmalara bedensel ve fiziksel destekleri beklenmektedir.Esasında Türkiye’de ki İslami hareket ve fikirler gençler vasıtasıyla yaygınlık kazanmasına rağmen günümüzde fikri yönden zayıflama ve sığlık yaşanmasının başlıca sebebi sosyal faaliyetlerde gençlerin aktifliğin ve liderliğinin giderek azalmasıdır.
Gençler hedeflerini sosyal çalışmalara yönlendirmekten ziyade artık rahat ettikleri , kendilerini daha iyi ifade ettikleri mecralarda vakit geçirmektedirler.Sosyal medya gençler için bir vakit geçirme alanı haline gelmiştir. Binlerce eğitimli ve kültürlü genç nargile kafeler de , vakit geçirmektedir. Gençlerin bu yollara tevessül edip İslami sosyal faaliyetlerden uzaklaşmasının sebebi , gençlere yönelik özgün ve kabul edilebilir yeni çalışmaların yapılmaması ve gençlerin karşılarında buldukları gerontokrasi sonucu isteksizliğidir.Oysa gençlerin söylemlerine bakıldığında oldukça nitelikli ve aktif bir gençliğin sistem dışına itildiği anlaşılacaktır.
Bugün İslami sosyal faaliyetlerde özgün bir çalışma örneği görülmemektedir. Bugün artık gençlere ilgilerini çekmeyecek konuşmacıları dinlettirmenin , kurbanda deri toplattırmanın , gençlere bayrak sallattırmanın , afiş astırmanın , cazip gelmeyen gezilerin , herhangi bir fayda yada ilmi üretimin olmadığı projelerin , kermeslerde pasta sattırmanın , sunuculuk yaptırmanın , kitap dağıttırmanın , çocukları avutturmanın , listeleri doldurtmanın , etiketleri yapıştırtmanın , temizlik yaptırmanın , eşya taşıttırmanın vb faaliyetlerin bir yaşı ve süresi olmalıdır bu yaş ve süre aşıldıkça kopma artmakta aradaki ünsiyet ve samimiyet yok olmakta , gençler hızla uzaklaşmaktadır.
Bugün gençlerin kendi aralarında planladıkları ve hedefledikleri özgün bir çalışmaya ve projeye destek verecek cesaretli bir islami STK yoktur. Bugün 20 yaşında kitap yazan bir gencin kitabını basacak cesarete sahip bir islami STK yoktur.Bugün gençlik sorunlarına veya toplumun sorunlarına kafa patlatılan , dert edinen bir STK yoktur. STK’lar durağan , sakin , huzurlu , atıl , maslahatçı bir haldedir.Açılıp , kapanan , oturup, sohbet edilip , dağınılan STK’lara yaşlılığın dinginlik ve tedbirciliği sinmiş haldedir.Yüksek hararet iyi değildir ama hararetin düşmesi donukluk halini almıştır bunun ideal düzeye gelmesi şarttır.
Gençler bilhassa sanata , görsel sanatlara teşvik edilmelidir.Belgeseller , kısa filmler , uzun metrajlı filmler , tiyatrolar , görseller , müzikler oluşturularak İslami şuura katkı verilmelidir.Herkesin elinde kameralı cep telefonun olduğu bir çağda neden görsel çalışmalarda Müslümanlar bir üretkenlik içinde değildirler.Kısa bir belgesel dahi çekilmemektedir.Neden STk’larda hala ilkel teşkilat birimleri olurken kültür , sanat ve görsel sanatlar merkezi , komisyonu , başkanı bilmem ne yoktur. Ülkedeki inşaatçılığı eleştiren sözde aydınlar STK inşaatçılığını neden görmezden gelirler.İnşaatçılığa verilen önem , farkındalık projelerine niye verilmez. Neden STK’lar bu alanlarda eğitim vermezler.Dünyaya ulaşmak bir hedefse ,İslam insanlığa anlatılacaksa , kendi şehrinde bile 4 sokak öteye ulaşamayacak faaliyetlerde didinmenin anlamı nedir. Kim artık bırakın bunları ufkumuzu genişletelim diyecektir.Bunlar sorulması gereken sorulardır.İslami sosyal çalışmalarda özgünlük sorunları maalesef had safhadadır bunlardan birinin yaşlılık olduğuna değinmek istedim.Bu konulara biraz kafa yoralım düşünelim.Zihin egzersizi yapalım. 23.05.2017

Mehmet Emin Başalp

AYASOFYA VE GELECEĞİ

IMG_7920
Ayasofya ; gündemden pek düşmeyen yine geçenlerde ibadete yeniden açılıp açılmayacağı sosyal medyada da gündem olan ve bu yapı ayakta olduğu müddetçe konuşulmaya da devam edecek olan dini/tarihi bir yapı. Ayasofya tekrar ibadete açılır mı ? Bu haliyle kalır mı ? Ayasofya’nın geleceği üzerine konuşmalar hayli devam edecek gibi ama Ayasofya niye önemli , bu öneminin sebebi ne , Ayasofya’ya yüklenen anlamlar , anlayışlar , kutsallığı , sembolikliği vb üzerinden Ayasofya’nın geleceği üzerine biraz zihin egzersizi yapmayı düşündüm.
Merhum Erbakan Hoca , konuşmalarında detaylı izahlarda bulunurken mevzuyu bazen Hz.Adem’den başlatırdı bende oradan başlatarak bugüne geleceğim umarım toparlayabilirim.Biz Müslümanız , Müslümanların ibadet mekanları mescidler veya camilerdir.Bu camilerin bir birlerinden farkları var mı ? Üstün olanı var mı ? Kutsal olanı var mı ? Müslümanlar ne düşünüyor , simgesel , sembolik anlamları var mı ? Sorular çoğalır biz konumuza dönelim.
Kutsal Türkçe bir kelimedir bu kelimenin Arapça ve dini literatürde muadili mukaddestir.Kuran-ı Kerim’de Taha Suresi 12.ayetinde Hz.Musa Peygambere ayakkabılarını çıkar çünkü mukaddes Tuva vadisindesin şeklinde Rabbimiz hitap ederken vadiyi mukaddes olarak sıfatlandırmıştır. Mescid-i Aksa için de etrafını mübarek ( bereketli ) kıldığımız şeklinde bir ayeti kerime bulunmaktadır.Biz bir tefsir alimi olmadığımız için bu mukaddes mekan ve ifadelerden ne kasdedildiği ve ne anlaşıldığı hususunda beyanda bulunacak değiliz bunu ancak sahih alimler , uzmanlar izah edebilir bu konudan bahsetmemizin sebebi Kuran-ı Kerim’de bu ifadenin de geçtiğinin bilinmesidir.
Yeryüzünde ilk mabed İslam inancına göre Kabe’dir.Kabe ,ilk defa Hz.Adem Peygamber tarafından inşa edilmiştir o yapının tam evsafı bilinmese de daha sonraları Nuh Tufanı veya başkaca bir sebeple yıkıldığı ve Hz.İbrahim Peygamber dönemine kadar öylece kaldığı Hz.İbrahim tarafından da harçsız şekilde taştan ve üstü açık şekliyle inşa edildiği , daha sonra Mekkeliler tarafından harç kullanılarak ve üstü kapatılarak dört köşe haline getirildiği , Hz.İbrahim’den beri insanlığın haccetmek için Kabe’yi ziyarete geldiği , Mekke putperestliği döneminde içine ve dışına çeşitli putların yerleştirildiği , iç duvarlarında bazı resimlerin vb de olduğu bilinmektedir.Kabe daha sonra Müslümanların kıblesi olmuş , Hz.Peygamber’in Mekke’yi fethi ile içi ve etrafı putlardan temizlenmiş ve Müslümanların hacc farizasını yerine getirdikleri , günde beş vakit namaz kılarken yöneldikleri en kutsal mabedi olmuştur.
Kabe daha sonraları dışına kıymetli örtüler örtülen , kapısı ve oluğu vb gibi bazı kısımları değerli madenlerden yapılan bir mabed olmasına rağmen taştan , düz , basit ( karmaşık olmayan anlamında ) bir binadır fakat Allah cc Kabe’nin azametini artırmıştır , ihtişamını oradan alır. Şairin de dediği gibi ;
“ Zahiruhu estar ve ahcar ,
Batınıhu esrar ve envar “
Dolayısıyla Kabe dışarıdan ancak örtü ve taştan ibarettir ama esas görünmeyen yüzü veya içi , özü sırlar ve nurlar ile doludur diyor , ifade son derece isabetlidir.
Şimdi gelelim Kabe Müslümanlar için en kutsal mabed olmasına rağmen içinde ibadet edilen bir mabed değil yönelinen bir mabeddir.Herhangi bir ruhban yahut din adamı sınıfı da tarih boyunca Kabe ve çevresine yerleşmiş değildir.Kabe içi ve çevresi herhangi bir dini eğitim merkezi veya dini-siyasi simgesel bir tören merkezi değildir.Kabe , Mescid-i Haram ‘ın içerisinde bulunur ve bu mescidin imamlığı , müezzinliği vb gibi hususlarda Müslümanlar arasında üst düzey bir dini makam değildir. Namaz kıldırma ehliyetine sahip biri de Mescid-i Haram imamlığını pek ala yapabilir dünyanın her tarafından zengin – fakir , kadın – erkek tüm Müslümanlar Kabe’yi ziyaret edebilir.Kabe içerisinde kutsal olduğu bilinen bir eşya da bulunmamakta olup eskiden şimdilerde kutsal emanetlerde denilen peygamberlere ait eşyalar bir dönem bulunsa da daha sonra farklı yerlere taşınmışlardır.Kabe etrafında sadece farklılık arzeden iki taş bulunmaktadır bunlardan biri Hacer-i Esved olup diğeri makam-ı İbrahim adı verilen Hz.İbrahim’in Kabe’yi inşa ederken üzerine çıktığı taştır. Kabe’nin etrafında sadece tavaf yapılmakta ve namaz kılınmakta olup , kurban kesilmesi veya bir takım , adaklar , sunaklar vb gibi muhtelif ritüeller veya ibadetler yoktur.
Kabe hususunu niye dile getirdik zira Hz.Peygamber’den nakledilen bir Hadis’-i şerif’e göre üç mescide ibadet maksadıyla ziyaret edilebilir ve yine bir Hadis-i Şerife göre içerisinde kılınan namaz diğer mescidlerde kılınan namazlardan daha sevaplıdır. Yani bu üç mescit diğerlerinden faziletli ve üstündürler dolayısıyla daha kutsaldırlar da diyebiliriz. Bu mescidler , Kabe’nin de bulunduğu Mescid-i Haram , Hz.Peygamber’in kabrinin de bulunduğu Mescid-i Nebevi ve Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’dır. İlk inşa edilen Kuba mescidi de ismi burada zikredilmese de Kuran’da övülmüş bir mescid olarak dünyadaki diğer mescidlerden farklı veya üstün olduğu da ifade edilmektedir. Dolayısıyla üç mescid veya cami de diyebiliriz ki diğer mescid ve camilerden farklı bir özellik arzediyor daha faziletli ve üstün olarak kabul görüyor.
Bu mescidlerden kısaca Mescid’i Aksa’ya da değinmemiz lazım. Mescid-i Aksa’nın bulunduğu yerde eskiden Süleyman Mabedi , tapınağı vb olarak ifade edilen bir yapı vardır , Hz.Süleyman bir peygamberdir ve Allah’a ibadet edilmesi maksadıyla bir mabed inşa ettirmiştir ve esasında burası da Hz.Adem Aleyhisselam’dan beri bütün peygamberlerin tebliğ ettiği ve tek hak din olan İslam’ın bir mescidi , ibadet mahallidir , bunu bu şekilde anlamak gerekir. Babası Davud Aleyhisselam döneminde inşasına başlandığı ve Süleyman Aleyhisselam zamanında tamamlandığı , çok büyük olduğu , kıymetli taşlarla bezendiği , zamanında eşi benzeri olmadığı , yapımında cinlerinde çalıştığı ifade edilir.Süleyman Aleyhisselam’ın inşa ettiği ve mabed Beyt-i Makdis olarakta anılan bu yapı yapıldığı ve daha sonraki dönemler açısından yahudiler için önemlidir.Müslümanlar için de önemlidir zira Süleyman peygamber Müslümanlarında peygamberidir , ayrıca Müslümanların ilk kıblesidir ve Hz.Peygamber Mescid-i Aksa’dan miraca yükselmiştir.Süleyman Mabedi geçmişte olduğu kadar hala Müslümanlar , Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından büyük önem arzetmektedir.Çünkü bu mabed içinde ibadet edilen , geçmişte içinde din adamlarının kaldığı , hatta bu mabede kişilerin çocuklarını adadığı , mabedde eğitim faaliyeti yapıldığı , dini müzakereler yapıldığı , kurbanların kesildiği vb bilinmektedir.Bu mabed daha sonraları vb işgaller sonucu yıkılmıştır.Şimdi bu mabedin bir önemi de kutsal bir eşyaya ev sahipliği yapmasıdır. Bu eşya Ahit Sandığı denilen içinde Allah cc tarafından Hz.Musa Peygambere verilen Tevrat yazılı tabletlerinin saklandığı bir sandık yahut Kuran’ın tabiriyle tabuttur. Bu tabutun vasıfları Kur’an da detaylı şekilde yoktur ama muharref Tevrat’ta detaylı şekilde vasıfları anlatılmıştır.Kuran’ı Kerim’de de bahsedildiği için bir efsane olması imkanı olmayan bu kutsal eşya mabed de saklanıyordu.Mabedin yıkıldığı zaman kaybolan bu sandık hala kayıp mı ? yok mu oldu ? yoksa bir yerlerde saklanıyor mu bilinmiyor.Bu sebeple de bu tür gizemli , ezoterik bilgilere meraklı kişiler içinde artık mabed ayrı bir önem kazanmıştır.
Mabedin yerinin şuan Müslümanlar için Mescid-i Aksa olması ve hala Müslümanların uhdesinde bulunması dolayısıyla da önemlidir. Yahudiler günümüzde mescidi ortadan kaldırmak ve güya kendi mabedlerini inşa etme gayesi içerisindedirler.Hristiyanların tapınakçılar denilen haçlı zihniyetli gizemli örgütü içinde bu mabed önemlidir çünkü tapınakçıların adını aldıkları tapınak burasıdır. Masonlarda mabedin ustası olduğu iddia edilen Hiram usta ve öğretisi bağlantısı nedeniyle mabedi önemserler. Gizemli , sırlı , ezoterik bilgi ve eşyalara meraklı kişiler içinde bu mabed bulunmaz bir yerdir. Mescid-i Aksa ve Kudüs şehri tüm bu sebeplerle dünyada hem dini – simgesel hususular da ön plana çıktığı gibi siyonist İsrail’in işgali altında bulunan Kudüs’te bugün huzur , sukunet ve barış olmayıp zulüm , kan ve gözyaşı bulunmaktadır.
Dolayısıyla Müslümanlar açısından faziletli ve üstün olduğu , içinde yapılan ibadetin diğer mescidlerde yapılan ibadetlerden daha sevaplı olduğu bizzat Hz. Peygamber tarafından belirtilen bu üç mescidi kısaca izah ettik. Bu üç mescidle ilgili konuyu bitirmeden şuna da değinelim bu üç mescidinde yerleri kutsiyet ifade eder yapıları herhangi bir orjinallik , tarihilik vb arzetmemektedir. Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’nin şimdiki yapıları hala yenilenmekte , baştan yapılmakta ve genişletilmekte olup Mescid-i Aksa olarak bilinen mescid üzerinde de nerenin Mescid-i Aksa olduğu tartışması sürmekle birlikte orada bulunan Kıble Mescidi , Kubbetüs Sahra Mescidi ve etrafını içerisine alan , alan olduğu ifade edilmekte olup oradaki yapılarda Emevi dönemi ve daha sonraki dönemlerde yapılan ekler ve iyileştirmelerdir.
Bu üç mescid haricinde İslam dünyasında başka kutsal , üstün , faziletli mescid yok mu ? Yukarıda belirttiğim gibi ilk inşa edilen ve övülen Kuba Mescidi haricinde benim şahsi kanaatime göre de yok.Kuba mescidi ile ilgili hususta bir kutsiyetmidir yoksa bir itibar mıdır ona da ancak ilahiyatçılar karar verebilir. İslam dünyasında bugün Endülüs’ten , Japonya’ya , Hindistan’dan , Afrika’nın ortalarına , Anadolu’dan , Amerika’ya , Rusya’ya, Avustralya’ya , Mısır’dan , Hicaz’a ,İran’a vb yer alan gerek yeni yapılmış , gerek tarihi , gerek başka dinlere ait yapılardan çevrilmiş , sanatsal değeri yüksek olan , olmayan , ahşaptan , taştan , betondan , camdan hangi malzemeyle yapılmış olursa olsun veya kimler tarafından yaptırılmış olursa olsun üstün olan bir mescid bulunmamakta olup ancak daha sonradan atfedilen sembolik değerler üzerinden anlam kazananlar vardır. Yoksa bir kutsiyet ifade edilme geleneği ve anlayışı yaygınlaşırsa bu önü alınamaz , temelsiz bir hurafe anlayışına yol açar.
Bu sembolik değerler neden önemlidir , nasıl oluşmuştur , korunması vb önemlimidir bunlara aşağıda da vereceğimiz örnekler üzerinden bir göz atmada fayda var lakin burada herhangi bir kanaat belirtmeyeceğim bu mescidlerle ilgili sembolik değerleri de okuyuculara bırakacağım ama bu mescitlere kutsiyet atfedilemeyeceğini , üstünlük atfedilmeyeceğini tekrar hatırlatarak yazıma devam ediyorum.
1 ) Halilürrahman Camii ; Filistin’in El-Halil şehrinde bulunan Hz.İbrahim peygamber , İshak peygamber ve aile efradının mezarlarının da bulunduğu bu mescid esasında İbrahim Peygamber Atamıza binaen İslam dünyasının gündeminde önemli bir yer teşkil etmesi gerekirken genelde az bilinir nitekim camiinin önemli bir bölümü siyonist yahudiler tarafından işgal edilmiş ve bir sinagoga çevrilmiştir.Bu camii Yahudi işgalide yaşandığı için Müslümanların gündeminde daha fazla yer almalıdır. Allah’ın dostu olarak ifade ettiği Hz.İbrahim peygamberin mezarının yanında yahudi ayinleri yapılmasına fırsat verilmemelidir.
2 ) Kubbetüs Sahra ; Mescid-i Aksa üzerinde bulunan altın kubbesi ile ilgi çekici ve hafızada kalan bu camii zihinlere Mescid-i Aksa olarak kazınmış olup Mescid’i Aksa’yı görsel anlamda temsil etmesi ve Hz.Peygamber’in burada namaz kıldığı , miraca yükseldiği taşın üzerine yapıldığı vb gerekçeleriyle sembolik anlamı yüksek bir camiidir.
3 ) Emevi Camii ; Şam’da bulunan tarihi yapısıyla etkileyici bu camii , İslam beldelerinde yer alan büyük camiler içerisinde en eskilerindendir. Bu camiinin bulunduğu yerde daha eskiden Arami tapınağı , sonra Roma tapınağı , sonra kilise ve nihayetinde cami bulunmaktadır.Genelde bu husus kadim şehirlerde bulunan bir çok eski mabedde de sık karşılaşılan bir durumdur , genelde dini mekanlar aynı yerlerde bulunmakta ve çevrilmek suretiyle bugüne kadar gelmektedir.Bu camii de halk arasında dördüncü harem-i şerif olarak adlandırılmakta ise de herhangi bir dini dayanağı yoktur.Yine Hz.İsa peygamberin semadan tekrar dünyaya bu camiinin minaresine ineceği şeklinde bir inanç bulunması da bu camiye özel bir önem atfedilmesine sebebiyet vermiştir. Hz.Yahya peygamber’in başının gömülü olduğu söylenen bir yerde camide bulunmaktadır.İşin ilginci Ayasofya’da da bir Hz.Yahya kafatası parçası bulunduğu iddia edilir ve şimdilerde bu Fransa’dadır. İnşaAllah Suriye huzurlu günlerine geri dönerde bu camii de müslümanlar tarafından yine sıklıkla ziyaret edilir.
4 ) Şii Camileri ; Hz.Ali Efendimiz’in kabrinin bulunduğu , Hz.Hüseyin Efendimiz’in kabrinin bulunduğu türbe ve camiler ,şii inancındaki 12 imam anlayışı doğrultusunda imam türbeleri ve etraflarında bulunan camiler Irak ve İran’da yaygın şekilde ziyaret edilmekte ve şiilerce büyük önem kutsiyet arz etmektedir.Genelde şaşaalı yapıları ile de dikkat çeken bu camiler genelde türbe fonksiyonu ve bir takım Şiilere ait , eğitim ve yas törenlerine de ev sahipliği yaptığından İslam’ın cami fonksiyonuna aykırı uygulamalar olduğunu düşünüyorum. Hz.Ali ve Hz.Hüseyin efendilerimizin türbeleri bu mezhepçi anlayıştan kurtularak tüm Müslümanların ziyaret ettiği yerlere dönüşse diye düşünüyorum.
5 ) Kurtuba Camii , gerçekten en az Ayasofya kadar içimizi parçalayan ve Müslümanlar için ibret olması gerektiğini düşündüğümü bir camii.Çünkü mahzun , çünkü yüzyıllardır ibadete kapalı ve ortasına da bir katedral inşa edilmiş vaziyette. Endülüs Devleti ( yani bugünkü Güney İspanya ) zamanında 700 yıldan fazla camii olarak hizmet vermiştir.Müslümanların , bugün hristiyanlıkla özdeşleşmiş Avrupa’da inşa ettirdiği muhteşem büyüklükte ve sanatsal olarak çok değerli olan bu camii , Müslümanlar açısından Avrupa’ya karşı İslam Din ve Medeniyeti’nin üstünlüğünü en iyi ifade eden simgesel camisi idi.İbretlik diyorum zira Müslümanlar kendi aralarında ihtilafa düşünce Müslümanlar Endülüs’ü kaybettiler ve güzelim Kurtuba Camii’miz de elimizden çıktı , içine bir katedral yapıldı , şimdilerde ise kilise – müze olarak devam ediyor.İnşaAllah Allah bir daha o güzel camide Müslümanlara tekrar namaz kılmayı nasip eder.
6 ) Diyarbakır Ulu Camii ; Anadolu’da ki en eski camii olduğu söylenmektedir.Emevi camisine oldukça benzeyip bu camii de beşinci harem-i şerif diye halk arasında anılmaktadır.Anadolu’da selatin camiler haricinde özel öneme sahip bir cami olduğu söylenebilir zira Evliya Çelebi’de oldukça övmüştür.
7 ) Ayasofya Camii ; artık konu Ayasofya’ya geldi ve aşağıda tafsilatlı şekilde izah edeceğiz.

Yukarıda tabi tümünü belki değil ama Müslümanlar açısından özel önem verilen ve sembolik anlamları olan camileri kendimce sıralamaya çalıştım.İslam dünyası ve dünyanın bir çok köşesinde sayısız cami ve mescid bulunmakta , bu cami ve mescidler büyüklükleri , tarihi olup olmadıkları , hatta daha lokal düzeyde atfedilen anlamları vb ile say say bitmez haldedir.
Anadolu’da da camilerin Selçuklular , beylikler ve Osmanlı döneminde de devlet adamları ve halk tarafından tarafından görkemli şekilde yapılmasına gayret gösterilmiş ve ülkemiz binlerce camii ile donatılmıştır , donatılmaya devam etmektedir.Bu camilerden Divriği Ulu Camii , Bursa Ulu Camii , Konya Alaaddin Camii , Beyşehir Eşrefoğlu Camii , Kayseri Hunat Camii , İstanbul selatin camilerinden Beyazıt , Fatih ,Şehzadebaşı , Süleymaniye , Yavuz Selim , Sultan Ahmet , Yeni ve Nuru Osmaniye Camiileri , Edirne Eski Camii ve Selimiye Camii önemli camilerdendir.Cumhuriyet döneminde de sayıca çokça ve büyük camiler yapılmış olup Kocatepe Camii , Kahramanmaraş’taki Abdülhamid Han ve İstanbul’a yapılmakta olan Çamlıca Camii’nin güzel örnekler olduğu düşünülebilir.
Ayasofya Tarihi
Çok uzun bir mukaddime oldu ama bu izahı yapmak zorundaydım , İslam’da camilerin kutsiyet hususu izah edilmeliydi çünkü tv programlarında ve bir çok eserde kutsal Ayasofya tabirleri sık geçtikçe insan zihninde kutsal bir mabed olan Ayasofya’nın şuan camii olarak kullanılamamasının büyük bir dini sorun teşkil ettiği inanışı halk arasında da yaygınlaşmaktadır. Evet Ayasofya’nın ibadete açık olmaması bir sorun teşkil etmektedir ama bu dini anlamda bir sorun değil camii olarak uzunca yıllar hizmet eden , tarihi ve büyük bir yapının müze haline çevrilmesi herkesi üzmekte ve yaralamaktadır ama bu kutsiyet hususları üzerinden değil tarihi- sembolik anlamı üzerinden dillendirilmesi gerekmektedir.
Ayasofya ile ilgili bir diğer yanlış inanışta Fatih Sultan Mehmet’in , Ayasofya vakfiyesinde olduğu iddia edilen , eğer Ayasofya camii olmaktan çıkarılırsa diye ettiği bir bedduanın yer aldığı hususudur. Ayasofya’nın ibadete kapalı olması , insanların bu beddua vebalinin altında kalacağı şeklinde ruhi olarak huzursuzluk duymasına sebebiyet vermektedir.Fatih Sultan Mehmet Han’ın Ayasofya vakfiyesinde böyle bir beddua vb yer almamaktadır. Bu hususa daha sonra değineceğiz ama Ayasofya’nın ibadete kapatılmasının siyasi anlam kazanması ile de uydurulmuş bir ifadedir.
Ayasofya İstanbul’un fethinin sembolüdür.Fatih Sultan Mehmet’in kılıç hakkı olarak ve muazzamlığı sebebiyle camiye çevrilmesini emrettiği bu mabed Osmanlı’nın gücünün , cihad anlayışının moral ve motivasyonun kaynağı olmuştur.
Ayasofya Hristiyanlığın ,Ortodoks mezhebine ait yapıldığı çağ açısından muazzam büyüklükte , süslemeleri , sunakları , içerisinde yer alan kutsal eşyaları vb ile de mühim bir kilise olduğundan , dini anlamı olduğundan ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olduğundan Ortodoks hristiyanlar açısından önemlidir.Yine aynı şekilde Bizans’ın mirasçısı olduğunu iddia eden Yunanistan ve Ortodoksların hamiliğine soyunan Rusya ve kiliselerin birleştirilmesi idealinde olan Katolikleri temsilen Vatikan’ın da gündeminde yer almaktadır.
Ayasofya yapım aşamaları , mimarisi , içerisinde yer alan en ufak bir ufak bir çizgi ve figürün anlamı ile de mimarlar , mühendisler , tarihçiler , sanat tarihçileri , restorasyon işleri ile ilgilenenler açısından da son derece önemli bir mekan ve gözlem alanıdır. İçerisindeki yer alan semboller , anlatılan efsaneler , yakıştırmalar vb nedeniyle ezoterizm meraklıları , gizemli sırlı olaylara meraklı kişiler açısından da bulunmaz bir mekandır.
Ayasofya gerek doğu ile batı arasında kültürlerin çekişmesinde , İslam ile Haç’ın savaşında her zaman bir sembol olarak yer almış bu nedenle uluslar arası siyasi bir anlam kazanmıştır.Müzeye çevrilmesi sonucunda da Türkiye’de siyasal İslam ideolojisinin söylemlerinde sıkça yer almaktadır.Ayasofya doğu ezilmişliğinin ve dahi batı emperyalizmi karşısında zayıflayan Müslümanlara yeniden güç , moral ve birlik şuuru verme konusunda tarihi ve sembolik anlamı oldukça sık kullanılan bir yapıdır. Şiirlere , ezgilere , yazılara vb konu olmuştur bu hususa da değineceğiz örnekler paylaşacağız.
Ayasofya ülkemizde, x şehrinde yer alan y camisi gibi ibadete kapalı herhangi bir camiinin yeniden ibadete açılması veya yıkılmış bir camiinin yeniden ihya edilerek ibadete açılması gibi bir anlam ifade etmeyip dini , siyasi , sosyal ve kültürel şekilde çok derinlemesine anlamlar ifade eden ve ibadete açılsa da yeni anlamlar kazanarak devam edecek bir mekan olarak varlığını sürdürmektedir.
Ayasofya’nın önemine geri döneceğiz ama öncelikle Ayasofya’nın yapımından bugüne geçirdiği serencama da değinelim.Zira oldukça eski bir yapı olan Ayasofya önemini büyüklüğü , sanatsal ve mimari değeri yanında bu oldukça uzun yaşından dolayı da almakta olup bu serencamı ifade etmemiz gerekir çünkü bunu hak etmektedir.

IMG_7920 IMG_7910
Ayasofya , İstanbul şehrinde yapılmıştır.O zamanki adıyla Konstantinopolis adıyla anılan Doğu Roma İmparatorluğu’nun veya Bizans’ın başkentinde. Bugünkü yapıdan öncede Ayasofya’nın yerinde eski pagan tapınakları olduğu daha sonra Ayasofya adıyla daha küçük yapıldığı diğerlerinin bu ihtişamda olmayıp çeşitli halk isyanları ile yıkıldığı bilinmektedir .Bu yapı ise M.S. 537 yılında ibadete açılmıştır.537 yılı açısından değerlendirildiğinde Ortadoğu bölgesi açısından yapılmış en büyük ve ihtişamlı mabed olduğu tartışmasızdır. Bizans İmparatorlarının taç giydiği ki o dönem açısından Doğu Roma ( Bizans ) ve Sasaniler dünyanın iki süper gücü olup gücü , sanatı , ekonomiyi , ihtişamı ellerinde bulunduruyorlardı , o güçle orantılı , insanları şaşırtacak , muhteşemliği ile etkileyecek , konuşturacak bir kilise olması öngörülmüştür.
Daha öncesinde bu bölgede yani Anadolu , Ortadoğu ve istanbul’a da Roma İmparatorluğu hükmediyordu. Hz.İsa Aleyhisselam’ın zuhuru ile yeni bir din ve şeriat Yahudilere bildirildi.Yahudiler tarafından Hz.İsa Aleyhisselam peygamber olarak kabul edilmemişti ayrıca Hz.İsa Aleyhisselam Romalıları da rahatsız ediyordu ve detayına girmiyorum neticede öldürme planı yapılmıştır.Bizim inancımıza göre Romalılar , Hz.İsa Aleyhisselam’a hiçbir şey yapamadılar ve Hz.İsa Aleyhisselam göğe yükseltildi. Yerine de ona Allah tarafından benzetilen ihbarcı havari öldürülmüştür. Hz.İsa Aleyhisselam’ın yanında bilindiği üzere havari adı verilen sadık dost ve öğrencileri vardı.
Bu havariler tam anlamıyla Hz.İsa Aleyhisselam’dan sonra neler yapmışlardır , İncil yazıya geçiriliş miydi , geçirildi ise ne olmuştur , geçirilmedi ise ne olmuştur , Hirstiyanlık nasıl yayılmıştır bu bilgiler genelde Hristiyanlara ait bilgi ve belgelere dayandığından güvenilirliği bizim açımızdan oldukça şüphelidir.Zira Hristiyanlık inancı kısa sürede çok fazla tahrif olmuş ve başta Roma putperestliğinden etkilenmek üzere tevhidi bir inanç olmaktan çıkmıştır.Üçleme bir ilah anlayışı ile de Hz.İsa’ya haşa ilahlık atfedilmiştir.
Hristiyanlık Ortadoğu ve Anadolu coğrafyasında baskılara rağmen , gizli , kapaklı ,mağara şehirlerde , yer altı şehirlerinde vb de yaşanmak suretiyle , halka rasında kendini dine adayan ruhban ve keşişlerin tebliği ile hızlı bir yayılma göstermiştir.Havarilerin Hz.İsa peygamberden sonra bu dini yaymak için dağıldığı iddia edilmektedir. Hristiyan teolojisine göre de havarilerden nakille çok farklı sayıda İncil ortaya çıkmış olduğu düşünülüyor lakin bize göre bu İncillerinde tahrif edildiği açıktır. Çok sayıda fazla İncil metni daha sonraları hristiyanlar içinde sorun teşkil edecektir.
Hristiyanlarda ibadet etme maksadıyla kilise , katedral , şapel vb büyüklük küçüklük anlayışıyla mabetler inşa etme gayretine girmişlerdir.Bu kilise denilen mabet yapma ihtiyacı , anlayışı şekli nereden nasıl bir gerekçeyle çıkmıştır. Şimdi Yahudilerin ibadet mahalli sinagog olarak bilinir esasında sinangoglar , Süleyman Mabedi yıkılınca onun işlevini yerine getirme maksadıyla mabed yeniden yapılıncaya kadar oluşturulmuş onun misyonunu devam ettiren yapılardır. Bugünkü sinangoglar işte geçmişte mabedin mihrabında saklanan Tevrat tabletleri gibi , Tevrat’ın saklandığı bir dolap vb bulunan Tevrat okunan bir toplanma yeridir.İçinde resim , heykel vb barındırmaz. Hristiyanlar Kiliseler için Sinagogları mı örnek almıştır kanaatimce almamışlardır.
Hristiyanlık , ilk zamanlar açısından bu tahrif edilmiş haliyle bile mabet temelli bir yayılım yerine insan yani ruhbanlar üzerinden teşkilatlanmış ve yayılmış bir dindir.Mabetli haline ne zamanlar geçildiği hususu atıflardır.Bu atıfın en temelini işte Roma Kilisesi inancı oluşturur.Bu mevzuyu biraz daha detaylı anlatalım. Hristiyanlık dini tartışmalara düştüğünden , yeni kiliseler , devlet desteği ile aşırı genişleme , yayılma , din adamları arsında tartışma vb sonucu bir meclis toplanarak bazı kararlar alma ihtiyacı hissettiler.Bu sebeple M.S. 325 yılında bugün Bursa ilimizde bulunan İznik ilçesinde 1.İznik Konsili toplanmıştır.Burada alınan kararlardan bizi ilgilendiren üç ekümenik kilisenin belirlenmesidir.Yani daha kolay anlaşılması açısından bir birine denk , üç üstün kilise bunlar Roma , İskenderiye ve Antakya kiliseleridir.Diğer kiliseler bu kiliselere bağ yoluyla idare edileceklerdir.
Ekümenik kilise nedir kısaca ekümenik kilise olabilmek için o kilisenin bir havari tarafından kurulması gerekir.Yani kiliselerin nasıl kurulduğu hususunu Hristiyanlar havarilere bağlamışlardır. Roma’da Vatikan’da ki kiliseyi Aziz Petrus kurmuştur , oradaki katedrale de ismini vermektedir ve orada gömülü olduğu da iddia ediliyor , papalar onun halefidilerler. Aynı Aziz Petrus , Antakya’da ki kiliseyi de kurmuştur , dünyanın ilk kilisesi olduğu iddia edilir , Antakya kilisesini de Süryani Ortodoks Kilisesi patrikliği temsil eder lakin bu kilise merkezini 1959’da Şam’a taşımıştır. İskenderiye ( Mısır’da ) kilisesini de İskenderiye Ortodoks Patrikliği temsil eder ve bu kiliseyi de İncil yazarı ve ismi de o İncile verilen havari Markos kurmuştur denilmektedir ve oradaki patrikte Markos’un halefi sayılır.
Hristiyanlığa göre kiliseler bu anlamı ifade ediyor ama görünüm nedense bize aksini düşündürtmektedir.Çünkü hızla yayılan Hristiyanlığın kısa sürede tahrif olması başka inanç ve kültürlerden kısmen değil esaslı etkilendiğini ve Roma İmapartoru’nun Hristiyanlığa geçişi ile de Roma pagan dininin adeta hristiyanlık adı altında sanki varlığını sürdürdüğünü düşündürtmektedir.Roma imparatoru MS.300’lü yıllarda hüküm süren 1.Konstantin Hristiyan olmuş ve daha sonraki imparatorlarda bu inancı benimsemişlerdir.Arkasına devlet gücünü de alan Hristiyanlık yer altından çıkmış aleni yaşanır olmuştur. ( Konsül’de zaten bu tarihten sonra toplanmıştır ) Fakat Roma Putperestliğinde yer alan tanrı heykellerinin yerini bu sefer Hz.İsa ve Meryem heykelleri veya ikonalar almış ve ikonacılık anlayışıyla kiliseler heykel ve resimlerle dolmuştur.Çarmıh şeklinden alınan haç şekli kutsal bir anlam kazanmış ve yaygınlaşmıştır. Hristiyan ibadet ve duaları bu heykeller ve haçlar önünde yapılır olmuştur. Ayrıca Hristiyanlığın Avrupa içlerine yayılması ile orada yaşayan Cermen , İskandinav vb kültürleri de Hristiyanlığa girmiştir.Dolayısıyla kilise mimarisi , kilise anlayışı , kiliselerin dizaynı , içerisinde yer alan heykeller , ikonalar , resimler vb görüldüğü kadarıyla sinagoglardan değil , kendilerinin ifade ettiği gibi havarilerin kurduğu kiliselerden de değil basbayağı pagan tapınaklarından etkilenmiştir.
İşler böyle giderken , Bu Hristiyan olan Roma İmparatoru , İstanbul’u başkent ilan eder , ardından da bir 60 kadar yıl sonra Roma İmparatorluğu , Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu diye ikiye bölünür.daha sonra yani bugünkü haliyle olan Ayasofya inşa edilmeden batı Roma’da yıkılır.Dünya’da güçlü ve Hristiyan olarak kalan devlet Doğu Roma yani Bizans’tır ve başkenti de İstanbul’dur.
İstanbul başkent olmasına başkenttir ama İstanbul Hristiyanlar açısından dini bir merkez değildir bu gücünü artırmak maksadıyla imapartorlar İstanbul’u ekümenik kilise merkezi yapmak için uğraşmışlardır , bir rüya ile güya İstanbul’da Havari Aziz Andreas’ın mezarının olduğu tespit edilmiş olduğu bu sebeple burada da havari kilisesi kurulduğu ve ekümenik kilise olduğu iddiası ile bir konsil toplanmış imparator zoruyla karar alınmış fakat dini tartışmalar nedeniyle bu kararlar kabul görmemiştir.Bu meselenin detayları çok uzun olduğundan değinmeyeceğim.Yüzyıllardır Ortodokslar uğraşsa da dinen İstanbul’u ekümeniklik merkezi yapamamışlardır.Dinen merkez yapamayınca da siyaseten yapma uğraşısına girmişlerdir.
İstanbul patriği imparator desteği ile güçlü bir patrik olmuş ve İstanbul’a yakışır , muazzam bir kilise olması amacıyla işte fiziki yapısıyla da üstünlük kazanması maksadıyla Ayasofya inşa edilmiştir.Ayasofya’nın görkemli olmasının esas amacı dini merkez olamayan İstanbul’u siyaseten ve ihtişamlı bir kilise ile fiilen merkez olmasını sağlama gayretidir.
Ayasofya Miletli İsodoros ve Aydınlı Anthemios adlı iki mimara yaptırılmıştır.Mimari olarak hala oldukça güzel olan bu eser yapıldığı tarihten bu yana sayısız onarım , ek , süsleme vb görse de önemli olan Anadolulu iki mimar tarafından yapılma başarısıdır.Ayasofya muazzam kubbesi , iç genişliği , sütunları ve ünlü mozaik süslemeleri ile etkileyici bir mabettir. Çok detay meraklıları miamri özelliklerine ilişkin veya mimari tarihine ilişkin eserleri okuyabilirler.
Ayasofya’nın muazzam bir mabet olması amacıyla ilk zamanlarında hiçbir masraftan kaçınılmayarak içine altından , yakuttan vb kürsüler , şamdanlar , sunaklar , kıymetli örtüler ve doldurulmuştur.Ayrıca ülkenin çeşitli yerlerinden başta Kudüs’ten olmak üzere kutsal eşyalar Ayasofya’ya toplanmıştır.Hz.İsa’nın kanının olduğu şişe , çarmıh parçaları , Hz.İsa’nın yüzünü silip yüzünün çıktığı havlu vb daha değişik kemikler vs artık Ayasofya imparatorluğun kutsal emanetlerinin toplandığı merkez olmuştur. Tüm bunların toplanma amacı Ayasofya’ya bir değer ve kutsallık kazandırma amacıdır.
Ayasofya’nın bu dillere destan ihtişamı , görkemi günden güne artarken 4.Haçlı seferi ile Haçlılar İstanbul’u işgal etmişlerdir.Haçlılar malumunuz olduğu üzere dini Saiklerle ve doğunun zenginliklerini sömürme maksadıyla toplanmış , Avrupa ortaçağının barbar ve yağmacı insanlarıdır.Bu insanlar kafir gördükleri Ortodoksların bu muhteşem mabedi Ayasofya’yı da yağmalamışlardır. İçeriisnde bulunan paha biçilemez heykeller , sunaklar , mozaikler vb yağmalanmış , tarihçilerin ifadesi ile katırlarla altınlar değerli eşyalar vb günlerce taşınmıştır. Tarihte haçlı yağmalaması kadar Ayasofya’ya zarar veren , harap eden başka bir hadise olmamıştır. 1200 lü yıllarda gerçekleşen bu yağmadan sonra’da Ayasofya bir daha eski ihtişamını kazanamamıştır.
Ayasofya bu yağmadan sonra Ortodoks kilisesinden Katolik Katedraline çevrilmiştir.Latin istilası bitinceye kadarda sanırım 50 -60 yılda Katolik mabedi olmuştur. Tekrar Bizans İstanbul’a hakim olunca Ayasofya eski haline dönmüştür ama artık zayıflayan ve fakirleşen Bizans Ayasofya’yı eski ihtişamlı haline döndürememiştir.Ayasofya fethe kadar artık eski günlerinden uzak ve yer yer harap olmuş vaziyettedir.
Fetih sonrası döneme geçmeden bu döneme dair genel bir değerlendirme yaparak tarihçe kısmında da bir son verelim.Siyaseten güçlendirilen bu kilise dünyada namı duyulan bir kilise olmuş fakat kendi dindaşları tarafından tahrif edilmiştir. Bu tahrif hem dini hem de ekonomik maksatla olmuştur. Ezoterizm meraklılarına göre ise haçlılar Ayasofya’da kutsal emanetleri arıyorlardı. Nitekim bazıları kaybolmuş bazıları da çeşitli Avrupa ülkelerine gitmiştir.
İmparatorların taç giydiği bu büyük tören kilisesi Bizans’ın siyasi gücü ile de orantılı olarak artmış ve azalmıştır. Türklerin Anadolu’ya gelmesi ile günden güne gerileyen Bizans , Osmanlı Devleti’nin kurulması ile yönünü batıya çeviren Türklerin hedefinde yer almış bütün topraklarını kaybederek şimdilerde İstanbul’un suriçi denilen Avrupa yakasında tarihi İstanbul surlarının içerisinde yer alan İstanbul şehrine sıkışıp kalmıştır.
Bizans veya artık İstanbul şehrinin uzun süre fethedilmemesinin nedeni coğrafi konumu meşhur surlarıdır.Surlarının hayli yüksek ve güçlü olması , kuşatmaları zorlaştırmaktadır. İstanbul’u fethetmek için çeşitli milletler zamanında gelmişler ama fethedememişlerdir.Şimdi haçlılar nasıl ele geçirdi diye sorabilirsiniz haçlıları bizzat anlaşmaya binaen imparator İstanbul’a almıştır ama sonrasında haçlılar fikir değiştirmiştir.
Peygamber Efendimiz SAV Hendek savaşında bir kayanın kırılması zorlayınca kazmayı mübarek eline alıp taşa vurunca tekbir getirerek Kisra’nın köşklerini gördüm buyurdu , bir daha vurdu Rum’un köşklerini gördüm buyurdu , bir daha vurunca San’anın köşklerini gördüm buyurdu. Belki çeşitli rivayetleri de olsa da buradan Rum diyarının , başkentinin , İstanbul’un fethedileceği müjdesi çıkmaktadır.Yine Efendimizden rivayet edilen Hadis’i Şerif’te Konstantiniyye yani İstanbul’un mutlaka fethedileceği ifade edilmiş ve onu fetheden komutanın ne güzel bir komutan fetheden askerlerinde ne iyi askerler olduğu övgüsüne mazhar olmuşlardır. Başka rivayetlerde Hadis-i Şerif’in devamında Roma’nın da fetholunacağı müjdesi verilmiştir.İnşaAllah Allah o günleri de Müslümanlara gösterir.
Fetih demişken şu hususu da ifade edelim , İslam’da adaletin olmadığı yerde zulüm vardır , küfür de en büyük zulümdür , adalette ancak İslam ile mümkün olacağı içini insanlığı adalete , huzura , barışa kavuşturmak ve küfürden kurtarmak maksadıyla Müslümanların olmadığı yerleri ele geçirerek insanları küfürden kurtarmaya fetih denir.Fetih bu haliyle toprak kazanma , ülke genişletme , ekonomik kazanç ,z enginlik vb için yapılmaz onlar amaç değil sonuçtur.
Neticede İstanbul’un fethi müjdesi ile İslam devletleri de İstanbul’a akınlar düzenlemiş sahabeden Hz.Peygamber’in mihmandarı Hz.Ebu Eyyubel Ensari Hz.leri de ileri yaşı ve hastalığına rağmen bu sefere katılmış ve İstanbul surları önünde vefat ederek şehid olmuş ve surlara en yakın bugünkü Eyüp Sultan Türbesi olarak bilinen yere defnedilmiştir.
İstanbul’un fethi Osmanlı padişahı 2.Mehmed’e nasip olmuş , kuvvetli toplar ile surların yıkılması , azim ve kararlılıkla şehir fethedilmiş ve sultan , Fatih ünvanını almıştır.

Ayasofya Camii

IMG_7911
İstanbul kuşatması sürerken halk tabi en büyük kilise olan Ayasofya’da toplanarak dualar ediyordu , Bizans halkının şehrin Tanrının korumasında olduğu gibi bir inancı vardı fakat kuşatma sırasında geleneksel olarak Hz.Meryem ikonası önlerinde sokakta yürürlerken birden ikona durduk yerde çamura düşmüştür.Bu sebeple halkında morali bozulmuş ve Tanrı’nın korumasının kalktığını düşünmüşlerdir.
İmparator , İstanbul’u kurtarma amacıyla kiliselerin birleşmesine yeşil ışık yakmıştır.Karşı çıkan patriği de azletmiştir. Halk tabi eski haçlı zulmünü bildiğinden buna karşı çıkıyor ve meşhur İstanbul’da Latin şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz diyordu.
Neticede bu haleti ruhiyeye sahip İstanbul’u fetheden Fatih şehre girince doğruca Ayasofya’ya gitmiş kılıç hakkı olarak ve bir gelenek olarak şehrin bu büyük mabedinin camiye çevrilmesini emretmiştir ve ilk Cuma namazı da bu camide bizzat padişahın katılımı ile kılınmıştır.
Ayasofya artık camidir , harap olduğundan onarımlar başlamış ve ahşap bir minare eklenmiştir.Ayasofya’nın bir çan kulesi olduğu biliniyor ama bu çan kulesi ne oldu , ne zaman kalktı vb belirsiz.
Fatih Sultan Mehmet Han , İstanbul’u fethedince kendisini aynı zamanda Doğu Roma İmparatoru olduğunu da ifade etmiştir.Osmanlı gerçek tarihçiler üzerinden eserler okunursa Bizans devlet geleneğinden oldukça etkilenmiştir. İlber Ortaylı hocanın , Osmanlı 3.Romadır sözü esasında çok da isabetsiz değildir.Bu ifade hükmettiği coğrafya , emperyal bakışı ve devlet sistemine istinadendir yoksa din ve kültür alanında değil.Osmanlı yemek , musıki , mimari vb gibi alanlarda Bizans’tan da etkilenmiştir bu bir gerçektir.
İşte burada Ayasofya eskiden imparatorun tören kilisesi iken Osmanlı’da da saray nezdinde en prestijli cami haline gelmiştir.Cuma namazları genellikle Ayasofya’da padişahlar tarafından kılınmış ve Cuma selamlığı merasimi burada gerçekleştirilmiştir.Hele bazı padişahların Ayasofya’ya ayrı bir sevgi ve ihtimamı da olmuştur bunları da belirteceğiz.
Ayasofya’da Cuma selamlığı yapılması , bazı kandil gecelerinde padişahlar burada bulunsa da mutlaka devamlı oldukları bir gece vardı oda Kadir Gecesi , Kuran-ı Kerim’de bin aydan daha hayırlı olduğu belirtilen bu önemli gece , tabi hangi gece olduğu tam belirsiz olsa da genel kabul ramazan ayının 27. Gecesi olup padişah mutlaka o gece Ayasofya’da tertip edilen kandil programına dahil olurdu.Ayasofya ile bu oldukça mübarek gün arsında bağlantı kurulmuş olması Ayasofya’ya özel bir önem atfettikleri görülmektedir.
Fatih Sultan Mehmet , İstanbul’da Havariyun ( Havariler ) Kilisesi olarak adlandırılan yeri ki burada bir havari mezarı bulunduğu iddiası vardı yukarıda bahsettik orada inşa edilmiştir ve diğer havarilere de atfedilen mezarlar vardır o kiliseye de aynı zamanda imparatorlar da defnedilir , orayı yıktırıp Fatih Camii’ni inşa ettirmiş ve bahçesine de defnedilmek suretiyle esasında benzer geleneği şekil değiştirterek devam ettirmiştir.
Ayasofya Hristiyan kutsal emanetleri için merkez teşkil ederken , Osmanlı’da da ilginçtir ,İslam dünyasında peygamberlere ait eşyalar toplanmak suretiyle ki şimdi bunlar Topkapı Sarayında muhafaza edilmektedir o geleneği de devam ettirmişlerdir.Ayrıca bizde anlatılan evliya menakıblarının da bazı Bizans azizleri ile anlatılan menkıbelerle benzerlik arz etmesi de ilginçtir.Türbe ziyareti geleneği de Bizans’ta yaygın bir adettir.
Yavuz Sultan Selim ile beraber hilafetin Osmanlı’ya geçtiği kabul edilir , esasında daha önceden Osmanlı padişahlarının halife ünvanını kullandığı bilinmektedir.Yavuz’un seferi ile Memluklu kontrolünde geleneksel Abbasi halifeliği ortadan kalkınca , halifelik iddiasında bulunabilecek tek kişi Osmanlı padişahları kalmıştır , işin gerçeği budur. İstanbul bu maksatla halifelik makamı da olmaktadır.Nitekim Ayasofya’ya atfedilen ve kesinlikle gerçek olmayan bir anlatıya göre Abbasi halifesi Ayasofya’da halkın huzurunda sırtında bulunan peygamberimizin hırkasını çıkarıp Yavuz’a giydirmek suretiyle devrettiği anlatılır ama burada önemli olan Ayasofya’nın bu devir teslim töreninin mekanı olması inanacıdır.
Yine dinen herhangi bir dini merkez ve kutsiyeti olmayan İstanbul siyaseten dini anlamda güçlendirilmek için , kutsal emanetler vb toplanmak , büyük selatin camiler inşa etmek , ilim ve medeniyet merkezi haline gelmek için açılan medreseler vb yapılması da Bizans politikası ile benzerlik arzetmektedir.
Ayasofya’da halk efsaneleri doğrultusunda bu akımda yerini almıştır.Bunlardan en bilinenleri Ayasofya’nın kubbesinin bir türlü yapılmadığı , o zamanlar bunun çaresi ne olur diye istişare edilince , ancak ahir zaman peygamberine başvurmak gerekeceğinin anlaşılması , Medine’ye gelen bir heyetin Hz.Peygamber’e başvurduğu , tükürüğümü harca karıştırın dediği , harca karıştırılınca kubbenin inşa edildiği gibi efsanedir.
Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’da namaza durunca Kabe’yi görememesi , delikli sütuna başparmağını sokup yönünü çevirdiği veya Hızır Aleyhisselam’ın çevirdiği gibi hadiseler anlatılır.Oysa gerçek şudur ki Bizans devrinde Ayasofya içinde hastalıklara iyi geldiği söylenen yerler , taşlar , duvarlar ve sütunlar vardır , insanlar gelir oraya kendini veya hasta uzvunu sürter , bekler vb iyi olacağını düşünür.Şimdi bazen basın yayın , internette Fatih Sultan Mehmet’in mucizesi diye bu hadise anlatılıyor oysa mucizeler peygamberlere hastır keramet dense anlayacağım ama Ayasofya ve bağlantılı hadiselerde üslup bazen amacından aşıyor.
İzah edildiği üzere Ayasofya bir prestijli , devlet adamlarının katıldığı bazı önemli gün ve gecelerde bu camiye geldiği , önem atfettiği bir cami haline getirilmiştir.
Ayasofya Fatih zamanında , namaza durulduğu hizada bulunan kısım basit bir badana ile kapatılmış olup onun haricinde herhangi bir resim vb kapatılmamıştır mihrap üstü dahil bu hususta oldukça ilginçtir.Ayasofya’da resimlerin üstünü kapattıran padişah dindarlığı ile de bilinen Sultan Ahmet Camii’ni yaptıran 1.Ahmet’tir. Daha sonra ise yine kapattırma işlemi yaptıran ve yine dindarlığı ile bilinen içerisinde 1.Mahmut Kütüphanesi’ni eklettiren 1.Mahmut’tur. Nitekim 1.Mahmut , Ayasofya’dan namazdan dönerken vefat etmiştir. Onların döneminde dahi kubbede yer alan melek tasvirlerinin yüzü açıktır , yüzleri levha ile kapatan Abdülmecit döneminde restorasyon yapan Fossati’dir.İlginçtir Fossati diğer mozaikleri açtığı halde melek yüzlerini kapatmıştır bunun da sebebi bilinmemektedir.

IMG_7916
Ayasofya mozaikleri resim sanatı konusunda mükemmel olup detayları ayrıntılı eserlerde okunabilir bunlardan en önemlisi Deisis Mozaiği’dir.Hz.İsa tasvirinin farklı bir tasvir olduğundan bahisle buda pagan etkisi hususunda bir tasvirdir.
Ayasofya’ya en çok ihtimam gösteren padişahların başında 2.Selim gelir nitekim türbesi de Ayasofya bahçesinde dir.2.Selim türbesi aynı zamanda en güzel padişah türbesi olduğu da ifade edilir.Bir diğer türbe 2.Selim’in oğlu 3.Murad türbesi bir diğer türbe de 3.Murad’ın oğlu 3.Mehmet türbesidir.
Ayasofya’da ilginçtir 2 padişah daha metfundur.Bunlardan birincisi 1.Mustafa’dır , malumunuz 1.Mustafa , 1.Ahmet’in kardeşi olup kardeş katli uygulanmayan ilk şehzadedir.Fakat 1.Mustafa 2 defa da tahta çıksa da akli dengesinin yerinde olmadığı açıktır.Tahttan indirildikten yıllar sonra vefat ettiğinde nereye gömüleceği hususu tartışılmış hangi sebeple bilinmez Ayasofya’nın vaftizhane binasına gömülmesine karar verilmiştir.Vaftizhanede yekpare vaftiz havuzu vardır ve kapıdan çıkmamaktadır , vaftizhanenin bir kısım duvarları yıkılmak suretiyle dışarıya çıkarılmış ardından duvar geri örülmüştür.Daha da ilginci yine daha sonralardan padişahlık yapacak Sultan İbrahim oda malumunuz Deli İbrahim diye bilinir vefat edince 1.Mustafa’nın yanına defnedilmiştir. Niye böyle bir uygulama yapıldı , türbe yapılmadı ve yine akli dengeleri pek yerinde olmayan bu iki padişah niye yan yana defnedilmek istendi gerçekten ilginçtir.
Ayasofya’yı kurtaran ve bugüne ulaştıran kişinin Mimar Sinan olduğu ifade edilir.Ayasofya’yı ciddi onarımdan geçirmiş ve deprem riskine karşı dışına payandalar eklemek suretiyle Ayasofya’nın ömrünü uzatmıştır , bugün bu haliyle görüyorsak Allah’u Alem Sinan’ın etkisidir diyebiliriz.Bilindiği üzere Ayasofya’nın minareleri bir birinden farklıdır.Kırmızı minare ilk minaredir ve tuğladan yapılmıştır Fatih veya Beyazıt dönemi olabilir denmektedir Ayasofya’nın tuğla yapısı ile uyumlu olarak yapıldığı düşünülmektedir.yanına yapılan ince taş minare ise 2.Selim döneminde tam bilinmese de Sinan’ın olduğu düşünülüyor. Fakat bu minare niye farklı yapıldı orası biraz düşündürücü gerçekten.Karşılarında yer alan iki kalın taş minare ise bir birinin aynısıdır ve 3.Murat döneminde Sinan tarafından yaptırılmıştır.Minareler aynı zamanda payanda işlevi de görmektedir.
Ayasofya kubbesi tabi yapıldığı zaman şartlarına göre de oldukça muhteşem bir kubbedir.Kubbede Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Fosatti restorasyonu zamanında yazdığı Nur Suresi 35.Ayet-i bulunmaktadır.Ayet-i Kerime’de Allah göklerin ve yerin nurudur diye başlamakta olup özellikle seçilmiştir.Daha öncede bir Hz.İsa figürü olduğu iddia ediliyor.Mustafa İzzet Efendi diyince Ayasofya içerisinde yer alan devasa Hat levhalarını yazmıştır.Bence şuan Ayasofya’ya cami havasını ve muhteşemlik veren görüntü bu büyük ölçekli levhalardır.1800’lerden sonra asılan bu levhalar gerçekten oldukça etkileyici olup müze yapılınca indirilen bu levhalar kapıdan çıkmayınca yeniden yerine asılmıştır ama bu hadisenin yaşanmış olması bile üzücüdür.Mihrap bölümünde de önemli hat levhalar olup Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi Hz’lerine atfedilen resimde Ayasofya’da bu hat levha önünde çekilmiştir.

IMG_7912 IMG_7913 IMG_7915
Ayasofya ilginçtir Osmanlı döneminde de ikinci katı ibadete kapalıdır.Yabancıların gezip görmesine fırsat vermek için o bölüm halıyla kaplanmamıştır.Aslında günümüz içinde çözüm noktası budur , alt kısım ibadete açılıp üst kısım yine gezip görmeye gelen Müslüman , hristiyan yahut başka din mensuplarına açık bırakılır.
Ayasofya’yı anlat anlat bitirmek mümkün değildir altında yer alan dehlizler , mezar odaları , geçitler , büyük mermer küpler vb vardır. İçinde Viking yazısı , bir komutanın mezarı , çeşitli figürler , semboller vesaire çokça ilginç özellikler vardır.Bahçesi çevresi , minaresi , mihrabı vs her bir taşı , nakşı , mozaiği ilginçtir.
Bu hususlara son noktayı Ayasofya’nın içinde bir yerlerde hala kutsal emanetlerin vb saklandığı iddialarıdır.Ezoterizm meraklılarının pompaladığı bu tartışmalar okuması vs keyifli ama gerçekliğine de fazlaca kişinin kendisini kaptırmaması gereken şeylerdir.Son zamanlarda en önemli iddia ahit sandığının da Ayasofya’da olabileceği iddiasıdır.Bunun sebebi de ahit sandığının üstünde Tevrat tasvirine göre 4 keruv meleği vardır , Ayasofya kubbesinde de yer alan 4 melek tasvirleri de keruv olduğuna göre bu bilinçli seçilmiş olabilir ve ahit sandığı burada olabilir diye iddialar dillendirilmektedir.Bu hususlara çok takmamak gerekir okuması keyifli ama bazen sonucu olmayan yorumlardır.
Ayasofya tabi yaşlı bir yapı nitekim Birinci Abdülmecit zamanında esaslı bir restorasyona ihtiyaç duyulmuştur bunu kim yapar araştırması sonucu Fossati adlı Rus elçilik vb binalarını da yapan mimarla anlaşılır.Fosatti esaslı bir restorasyon yapar ama mimarların ifadesine göre Fosatti Ayasofya’ya en fazla zararı vermiş kişidir çünkü yaptığı değişiklikler oldukça ilginç ve farklılaştırıcıdır.
Ayasofya’da bazı mozaikler gün yüzüne çıkarılırken , melek tasvirleri yüzleri eskiden açıkken kapatılmıştır. Yarım kubbede Sultan Ahmet döneminden kalma büyük hat yazıları kapatılırken kubbeye Nur Suresi 35.Ayet-i yazılmıştır. Türk İslam mimarisi özelliği taşıyan hünkar mahfili kaldırılarak Bizans stili bir hünkar mahfili yapılmıştır bu mahfilin Ayasofya ile uyumlu olduğu söyleniyor mimarlarca ve ondan dolayı pek dikkat çekmiyor deniyor.Ayasofya içine bazı masonik semboller yerleştirdiği biliniyor.Dökülen mozaiklerden bir Sultan Abdülmecit tuğrası yapıyor. Velhasıl Ayasofya’nın içinde ve dışında oldukça değişik çalışmalar ile Ayasofya’ya etkisi oldukça fazla olup usulüne uygun olmayan restorasyon ile zararı olduğu ifade edilmektedir.
Ayasofya devlet adamları tarafından önemsendiği kadar ulema arasında da önemli bir yere sahipti.Ayasofya vaizliği bu alanda önemli bir makam olarak kabul ediliyordu. İstanbul’un en etkin din görevlilerinden biri de Ayasofya vaizidir.Nitekim bunlardan Patrona Halil İsyanı’nı planlayan ve tahrik eden olarak kabul edilen İspirzade meşhurdur.

IMG_7917 IMG_7918 IMG_7919
Ayasofya İstanbul’da ehl-i tasavvuf tarafından da rağbet gören bir camii idi.Nitekim Ayasofya’ya ait eski bir fotoğrafta kalabalık bir zikir halkası bulunup bir zikir töreni yapıldığı görülmektedir.Gerçekten Ayasofya’nın o muhteşem atmosferi ve akustiğinde bir zikir töreni muhakkak etkileyicidir.
Velhasıl halkında rağbet ettiği bu fetih sembolü camii 1453’ten itibaren cami olarak hizmet verirken 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye dönüştürülmüştür.Bakanlar Kurulu kararı üzerine son yıllarda iddialar ortaya atıldı ama bunlar bu kararda imzası olanlar , uygulamayı da gördükleri halde imzalamamış olsalardı biz böyle bir şey herhalde imzalamadık derlerdi , onun için hükümet tarafından gösterilen irade müze olması yönündedir bu konu şüphesizdir.
Ayasofya niçin müze olmuştur onun tam sebebi bilinmemektedir , bir iddia Balkan paktı imzası için Yunanistan’a bir jest yapılacağı iddiasıdır.Bu pakt için bu kadar büyük bir jeste ihtiyaç var mıydı hususu herhalde tartışılması gereken bir durumdur.
Kanaatim Ayasofya’yı hükümetin ne yapılacağı konusunda önemsediği o dönemlerde bazı yabancı danışman ve uzmanların da telkinleriyle müze olmasının teklif edildiği , o zamanki hükümetlerin dini yapılara bakış açısı ve görüşlerinin de bu kanaatlere yakın olduğu bilinmektedir.Bu gibi saiklerle Ayasofya’nın belki içerisinde de ilginç bir tarzda sergilerin olacağı bir müze olması hayal ediliyordu.Ayasofya’nın müze olması Ayasofya’nın Bizans dönemi araştırmalarına ilişkin uzmanları memnun ettiği kadar Hristiyan dünyayı da memnun ettiği açıktı.Ayasofya müze olmakla dini yapı olmaktan çıkıp alan değiştirmiş tarih ve kültür mirası kategorisine geçmiş ve turizm odaklı tanıtımlara konu olmuştur.Ayrıca giriş , çıkış bilet gelirleri vb de ilerleyen yıllarda belki ekonomik gözle bakıldığında gelir getirici bir yer olarak değerlendirilmesine sebebiyet vermiştir.
Ayasofya ile ilgili gizli antlaşmalar olduğu iddiası ancak bir iddiadır.Lozan’da Ayasofya ile ilgili herhangi bir madde bulunmamaktadır.Bunlar belgesiz tarihçiliğin ve uydurma tarihçiliğin siyasi ideoloji ile günümüze yansıması asılsız iddialardır.
Ayasofya’nın ibadete kapatılması kimi üzmüştür muhakkak sadece Müslümanları üzmüştür bilhassa Anadolu Müslümanlarını daha fazla üzmüştür.Çünkü fetih sembolü bu mabedin bir müze olması , minarelerinden gürül gürül ezanların okunduğu , içerisinde namazların kılındığı , Kur’an okunduğu , zikirlerin , salavatların çekildiği , duaların edildiği bu muhteşem atmosfere sahip camiye artık biletle yerli turist gibi girmek vatandaşlarımızı üzmüştür.
Ayasofya’nın cami serencamını da böylelikle noktalayarak Ayasofya’nın geleceği ne olur başlıklı kısma geçmek istiyorum.
Ayasofya’nın Geleceği
Ayasofya müze olarak devam eder mi ? yoksa ibadete tekrar açılır mı ? Benim şahsi kanaatim Ayasofya’nın tekrar ibadete açılacağı yönündedir.Fakat bu ne zaman olur kısa vadede de mi olur , uzun vadede mi olur kestirmek zordur .Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması bir hükümet kararı ile mümkün olup bu hususta kararlı bir siyasi irade olması yeterlidir.Bu siyasi iradenin de bu kararı alabilmesi için güçlü , yerli ve milli olması gerekmektedir.
Ayasofya’nın niye ibadete açılacağını düşünüyorsun diyenlere de yazının başından sonuna iddiamız Ayasofya’nın sembolik öneminin olduğu hususudur.Bugünde ibadete açılırsa dini saiklerle değil yine sembolik saiklerle gerçekleşeceğindendir.Devletlerin iç ve dış politikaya bakış açıları , dış dünyaya mesajları , değişen konjoktür Ayasofya’ya da etki edecektir.Dini saik temel ve tetikleyici unsurdur ama nihai kararda siyasi sembolik durum etkili olacaktır diye düşünüyorum.Nihal Atsız gibi dini saiklerin dışında gerekçelerle Ayasofya’nın açılmasını savunanlarda olmuştur.
Ayasofya müzeye çevrildiği yıllarda iktidarda tek parti ve Osmanlı Devleti’ni , hanedanını , kurumlarını sonlandırmış kadro iktidardaydı.O kadronun Osmanlı’yı anımsatacak her türlü şeye karşı olduğu bilinen bir gerçektir.Alfabeden , kılık kıyafete her türlü değişim batılı yönde gerçekleştirilmiştir.
Devlet binaları üzerinde padişah tuğralarının yasaklı olduğu kanun hala yürürlükte olup deletin bakış açısını göstermesi açısından önemlidir.Daha ilginci milliyetçilik ilkesine rağmen Türk tarihi üzerine daha fazla ihtimam varken alaturka musıki bile Osmanlı’yı hatırlattığı gerekçesiyle icrası yasaklanmıştır.
O kadronun dini hayata bakış açıları da bilinen bir gerçektir.Başta hilafetin ilgası , laiklik ilkesi , Türkçe ezan uygulaması , dini neşriyat yasağı , tekke ve türbelerin kapatılması gibi uygulamaların hala bugüne ciddi etkisi bulunmaktadır.
O siyasi atmosferde herhalde Ayasofya niye müze oluyor veya yeniden ibadete açılsın demek pek mümkün olmasa idi.Fakat çok partili hayat ile Türkiye’de hak ve özgürlüklerin gelişmesi , siyasi hayatın çeşitlenmesi , devletin dine bakış açısını değiştirmesi vb ile pek çok şey değişmiştir.
Türkçe ezan uygulaması 1950’de kaldırılmıştır. Türbeler , de facto açılmıştır bugün milyonlarca ziyaretçileri vardır. Sayısız eski eser , cami restore edilmiş ve ibadete açıktır .Diyanet İşleri Başkanlığı etkin bir kamu kurumudur. Ülkede binlerce imam hatip lisesi , Kur’an Kursu vardır.Üniversitelerde ilahiyat fakülteleri bulunmaktadır.Dini neşriyat serbesttir.Ülkede vakıflar , cemiyetler vb üzerinden tasavvufi faaliyet yapılabilmektedir.Hocalar , din adamları vb her türlü konuşmalarını vb yapmaktadır.Uzunca bir süre başörtüsü ile ilgili sıkıntılar yaşansa da artık başörtülü milletvekili ve bakanlar vardır. Daha yüzlerce vb örneği vardır.
Devletin Osmanlı’ya bakışı da değişmiş , Osmanlı’dan kalan her türlü bilgi , belge ve objenin titizlikle korunmasına gayret edilmektedir.Osmanlı hanedanı yeniden vatandaşlığa alınmıştır.Mehter Marşı bir çok kamu organizasyonunda dahi icra edilmektedir.Okullarda Osmanlı Türkçesi dersleri verilmekte kurslarda öğretilmektedir.Osmanlı’yı övmek , anlamaya çalışmak bir akım haline gelmiştir.Sadece bugünkü yapımlar değil geçmişte de başlayan bir akımla Kara Murat serisi dahi Osmanlı’ya bakışın olumluya döndüğü sinema yapımlarıdır. Son yıllarda ise Kuruluş dizisi kaliteli bir yapım olarak yer almıştır.Osmanlı padişahları ile ilgili tv dizileri , kitaplar vb yaygınlaşmış hatta Osmanlı’nın kuruluşundan önceki dönem dahi uzun bir tv dizisine konu olup diriliş ruhu canlandırılmak istenmektedir. Ülkemizde uzun yıllardır İstanbul’un fethi kutlamaları yapılmaktadır.
Tüm bu akımlar siyasetin tersine gelişmiş değil aksine siyasetle gelişmiş anlayışlardır.1950’de iktidara gelen Adnan Menderes’in örtülü ödenekten hanedan mensuplarına yardım ettiği bilinmektedir.
Bu çok partili hayata geçildikten sonra ülkede bulunan dindar yazar , gazeteci , aydın vb kişilerin katkıları , Mehmet Zahit Kotku gibi dini liderlerin teşvikleri ile İslami değerleri önemseyen bir parti kurulması düşünülmüş ve 1970 yılında Necmettin Erbakan başkanlığında Milli Nizam Partisi kurulmuştur.Milli Nizam Partisi ve Erbakan Osmanlı’yı övmüştür hatta kapatılan iddianamesinde bu husus vardır ama biz ilgilendiren Ayasofya’yı tekrar ibadete açılacağının ifade edilmesidir.
İşin özü hülasası artık Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması hedefi Türkiye’de siyasal İslam ideolojisinin hedefi ve ana propaganda söylemlerinden biri olmuştur.Neredeyse 50 yıla yakın süredir bu söylemelere rağmen Ayasofya’da ibadete açılmamıştır ama çoğu gitti azı kaldı inancıyla bakmak lazım , Ayasofya açılacak mutlaka çoğu gitti azı kaldı çünkü ülke siyaseti , değişen anlayış onu gösteriyor.
Necmettin Erbakan önderliğinde siyasi partiler malumunuz kapatıldı , yenisi açıldı vb devam etti yoluna , 1996-1997 arasında başbakan oldu yani siyasal İslam yok olmadı aksine ülkede ana akım siyasi anlayış haline geldi. Yine bu ideolojiden başka partiler , liderler çıktı , gelişti ve devam ediyor.Bu tabiî ki üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir hadisedir.Türk siyasi hayatının en incelemeye değer , tarihsel ve uluslararası anlamı da olan bir gelişmedir.
Necmettin Erbakan Ayasofya için ne demiştir şöyle bir bakalım “Ayasofya’ya vurulan kilidi Akıncının çelik yumruğu parçalayacaktır” “ Ayasofya Hakk’ın batıla galebe çalmasıdır. “ çok kere de Ayasofya’nın ibadete açacaklarını mitinglerde ifade etmiştir.
Ayasofya ile ilgili en meşhur yazı üstad Necip Fazıl Kısakürek’in dir.Onu yazının sonunda tamamıyla ekleyeceğiz , çok güzel bir yazıdır.

Osman Yüksel Serdegeçti’nin de meşhur şiirini paylaşalım
Ey İslam’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!
Şerefelerinde fethin, Fatih’in şerefi,
Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!…
Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?

Hani minarelerinden göklere yükselen,
Ta maveradan gelen ezanlar?…
Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar?…

Ayasofya ses vermiyor,
Ayasofya bir hoş,
Ayasofya bomboş!…

Hani nerede?
Şu muhteşem minberde,
Binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde,
Şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?…

Ayasofya! Ayasofya!…Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!…

Hani nerede?
Gönüllerden kubbelere,
Kubbelerden gönüllere
Gürül gürül akan Kur’an sesleri?…
Kur’an sesleri dindirilmiş,
Müslümanlar sindirilmiş!…
Allah-Muhammed-Hülafa-i raşidinin
İsimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!…

Fethin, Fatih’in mabedinden kitab-ı mübini,
Bu ulu dini kaldıran kim?
Dinimize, imanımıza saldıran kim?
Mabedimin göğsüne uzanan namahrem eli,
Kimin elidir?!…
Söyle Ayasofya, söyle.
Seni puthane yapan hangi delidir?!…

Elleri kurusun, dilleri kurusun!
Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!…

Ayasofya,
Ey muhteşem mabet;
Gel etme,
Bizi terketme!…
Bizler, Fatih’in torunları, yakında putları devirip,
Yine seni camiye çevireceğiz…

Dindaşlarımızla,
Kanlı göz yaşlarımızla,
Abdest alarak secdelere kapanacağız,
Tekbir ve tehlil sadalarıboş kubbelerini yeniden dolduracak
İkinci bir fetih olacak,
Ezanlar bu fethin ilanını,
Ozanlar destanını yazacaklar…

Putperest Roma’ya yeni bir mezar kazacaklar, sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek! Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed’in aşkına, şerefine ışıl ışıl yanacak; bütün cihan Fatih Sultan Mehmed Han dirildi sanacak!…

Bu olacak Ayasofya,
Bu muhakkak olacak…
İkinci bir fetih, yine bir ba’sü ba’delmevt…
Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır,
Ayasofya, belki yarından da yakın!…

Osman Yüksel Serdengeçti
Üstad Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi’de Ayasofya ile ilgili şiiri de duygu yüklüdür.
AYASOFYA
Ürperdi hayâlim, bu nasıl korkulu rüya?..
Şaştım, neyi temsil ediyorsun. Ayasofya?..

Çöller gibi ıssız, ne hazin ülke muhitin,
Yâd el gibi, yurdunda garib olmalı mıydın?..

Beşyüz senelik bezmine ermekti ümidim,
Çöller gibi ıssız, seni ben görmeli miydim?..

Bayram, Ramazan, Cum’a, mübârek gecelerde,
Avize değil, mum bile yanmaz mı içerde?..

Gâşyolmuş İbâdetlere hayrandı felekler..
Tekbirine ses verdi, asırlarca melekler..

Coşmaz mı denizler gibi, yâdındaki âlem?..
Göklerde melekler, tutuyor hep sana mâtem..

Yâdında bin üçyüz senelik menkıbeler var.
Her menkıbe, hicrânına mâtem tutar, ağlar!.

Beş yüz sene âlem, seni tehdid ediyorken,
Devler gibi düşmanlara, meydan okudun sen!..

Târihimin ömründe, gönüller dolu güldün,
Çılgınca esen, bir acı rüzgârla döküldün!..

Paslanmada! Altın yazılar, âh! O eserler.
Kabrinde kan ağlar, bunu gördükçe (Kazasker)..

Fâtihleri ağlatmada, hâlin, Ulu Mâbed..
Yâdın, kanar imânlı gönüllerde müebbed!…

Gamlı renklerle örülmüş, ne hâzin çerçevesin,
Bir yıkık türbe mi, virâne misin, yoksa nesin?

Bak, hayâlimdeki âlem, geliyor vecde yine,
Gözlerim daldı; sütunlarla (Fetih Âyeti) ne!..

Muhteşem âbidesin: Dinimin ulviyetine,
Remz idin, beş asır ecdâdımızın şevketine!…

Aldı senden beş asır, azmine kuvvet kaleler..
Yine hep, aynı tehassüsle yücelmiş kuleler..

Nerde: Yandıkça, Süreyyâlara dehşet vererek,
Coşan âvizelerinden yayılan: Binbir renk!..

Çan sesinden, seni kurtarmış ezanlar nerde?..
Hani bülbül gibi Kur’ân okuyanlar nerde?

0 ezanlar, bütün İslâm’a şerefler verdi,
Sanki her pencere, lâhuta bakan gözlerdi!..

O ilâhî yüce sesler, yine gelmez mi dile?
Şimdi artık, işitilmez mi, sönük nağme bile?

Şimdi Cennet, sana sermez mi yeşil gölgesini?..
Şimdi hûriler, işitmez mi ilâhî sesini?..

Nice bin hâtıra, gönlümde coşup canlanıyor..
O ne parlak görünüş! Sanki hayâlim yanıyor!

Hutbeler çağlamaz olmuş, şu yeşil minberden,
Gamlı bir gölge yayılmakta bugün, her yerden!

Gizli bir âh ile artık yanar ağlar mı için?..
Nice bin derdile kalbin doludur çünki senin!

Hangi eller, sana akşamları, zinci vuruyor?
Yüce feryâdını, kimler boğuyor, susturuyor?..

Sen, ne âlemleri gördün, ne ömürler sürdün..
Batı dünyasına dehşet saçıyorken daha dün.

Gizli kurşunla, habersizce vuruldun mu bugün?..
Dönmeler, dans ederek yapmada karşında düğün’…

Dehre meydan okuyan, koskoca tarih, nerde?’..
Ülkeler fetheden erler, yüce (Fâtih) nerde?..

Seni Tevhide kavuşturmanın aşkıyla yanan,
O şehir orduların, döktüğü seller gibi kan,

Heder olmuş mu desem? Ah! Dilim varmaz ki,
Bugün onlar bile, mâtem tutuyorlar. Belki!

Bugün ağlattın eminim, ölüler âlemini,
Kerbelâ tutsa gerektir yeniden mâtemini!..

Tek ziyâretçin olan gün de yol almış gidiyor,
Muhteşem kubbeni, zulmette nasıl terkediyor?’..

Cemiyetlerden uzak; çölde mezâr olsaydın,
Orda billâhi, mezarlar bile senden aydın!..

Çöllerin, Ay-Güneş, en hisli ziyâretçisidir,
Hilkâtin Arşa çıkan zikrini her an işitir!

Şu perişan denizin inlemesinden duyulan!
Hıçkırıklarla boğulmuş, tutuşan bir hicran!..

Çağıdır ağlamanın, ey Ulu Mâbed, ağla!..
İntikam aldı firenkler, seni ağlatmakla!..

Dostun ağlarken, o bir yanda da düşman gülsün,
Kanamıştır yeniden kalbi, hazin (Endülüs)’ün!..

Bu elim fâcia, billâhi, yürekler acısı,
Müslüman Türkün evet şimdi bu en kanlı yası!..

Ey derin fâcia, manzumeye sen sığmazsın,
Tutuşup yanmada kalbim, seni târih yazsın!..

Ali Ulvi KURUCU

Prof.Dr.Mahmud Es’ad Coşan

Hocaefendi’de , İslam’da Siyasetin Yeri ve Önemi adlı yazısında “Din, bir bütündür, bir kısmını yapıp, diğer kısmına sırt çevirmek olamaz. Ülkemizdeki laiklik, müslümanların siyasetle uğraşmamaları demek değildir. Aksine var güçleriyle uğraşmalarını ve siyasî yönden teşkilatlanmalarını gerektirir; çünkü yönetim, demokrasi ve rey oyunlarıyla dine karşı grupların eline geçer, inhisarına düşerse, bu, müslümanların en tabiî haklarının çiğnenmesi, ibadet ve taatlerini dahi yapamama durumuna düşülmesi sonucunu doğurabilir (Başörtüsü, Cuma namazı, faiz, Ayasofya vs. konularında olduğu gibi). Müslümanların seçimlere katılmamaları, siyasetle ilgilenmemeleri, devlete talip ve sahip olmamaları, yönetime iştirak etmemeleri, pasif kalmaları, içteki azınlıkların, dıştaki emperyalist güçlerin arzusudur. “ derken Ayasofya örneğini vermesi önemlidir.
Yine bir çok Hocaefendi , Tahir Büyükkörükçü gibi , Timurtaş Uçar gibi vaazlarında , sohbetlerinde Ayasofya’nın açılması talebi şiddetle anlatılmıştır.
Ayasofya için muhakkak pek çok kişi , siaysetçi , yazar , çizer , aydın , hoca sözler söylemiş bu uğurda çalışmıştır burada hepsini aktarmak mümkün değil bu hususta nadide insanlarda örnekler verelim dedik ,onarlında hepsine rahmet olsun.
Ayasofya siyasal islam’ın gündeminde yer alınca ezgilere , ilahilere vb de konu olmuştur. Bunlardan birini de paylaşalım.
AYASOFYA

Aylar yıllar geçti, hâlâ ağlarsın
Artık yaşlarını sil ayasofya!
O mahzun halinle yürek dağlarsın
Fethin sembolüsün bil ayasofya.

Biliriz yaranı derindir, derin
Bakarsın bizlere mahzun ve serin
Gönüllerde yine aynıdır yerin
Olmasın yaşların nil, ayasofya.

İsteriz müminler sende cem olsun
Haktan hakikattan her gün dem olsun
Kuduz köpeklere varsın yem olsun !
Sana uzatılan dil ayasofya.

Fatih in vakfını tutarız müze
Torunuyuz deyip çıkarız düze ,
Gün gelip bu hesap sorulur bize
Görecek göz neden mil, ayasofya.

Gaflet uykusundan millet uyansın !
Hakk ın boyasıyla yine boyansın !
Zalimlere değil Hakka dayansın!
O zaman düşmanlar çil ayasofya !
Ayasofya mevzusunun siyasallaşmasının zararları var mıdır ? Bugün Ayasofya hakkında iki yanlış gidişat bulunmaktadır.Yukarda uzun izah ettik detayına girmeyeceğim.
Birincisi kutsal mabet Ayasofya , sırlı mabet Ayasofya , gizemli mabet Ayasofya gibi anlayışlar , konuşmalar , eserlerdir.
İkincisi ise siyasallaşmanın getirdiği anlayışla Ayasofya’nın tüm Müslümanların değil lokal grupların davası imiş gibi bir hale bürünmesidir. Ayasofya ibadete açılsa , içerisinde ibadet vb yapılması diğer camiler gibi rutin ve doğal seyrinde olacak mıdır yoksa önemli gün veya gecelerde siyasal ve dini yapılar illa Ayasofya’da program yapma konusunda bir arz ve talep ısrarı içerisinde olacaklar mı ? Ayasofya bir takım tepki ve protestoların mekanı olacak mı ? Ayasofya imamlığı , vaizliği vb yine ulema arasında bir çekişme vesilesi olacak mı ? gibi gibi bazı sorular vardır , Müslümanlar bu konuda şuurlu olmalıdır , Ayasofya bir camidir , camiden daha farklı bir anlam yüklemesine halkı maruz bırakmak tehlikelidir.
Yazımızın sonuna geliyoruz.Ayasofya’nın ibadete yeniden açılacağını düşünüyorum , fetih sembolü , kılıç hakkı bu muazzam mimariye sahip mabedin hakkı cami olarak hizmet vermesidir.İçerisinde resimler ve ziyaretlere engel olmayacak düzenlemeleri yapmak son derece basittir.Ayasofya sembolik olarak da önemlidir ve güçlü Türkiye’nin de bir sembolü olarak yer alabilir.Ayasofya üzerinden nemalanan varsa da onlarda halkımızın prim vermemesi gerekir.Ayasofya ülkemizde dini , yerli ve milli bir davanın da sembolü olmuş olup bu işin nihayetinin de yeniden camiye çevrilmesi olduğu açıktır.Vatandaşlarımız bunu samimiyetle beklemektedir.İnşaAllah Ayasofya’nın yeniden ibadete açıldığı günleri göreceğiz , namazlar kılacağız.İnsanın gönlü bunu acilen istiyor ve dediğim gibi çoğu gitti azı kaldı.
Yazımıza Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Hitabesi ile son veriyorum.
Gençler!..

Ayasofya üzerinde çok lâf ettik! Ama lâfta bile onu tasarruf edebilmiş, mülkiyetimiz altına alabilmiş değiliz!

Bana öyle geliyor ki, yalnız mânayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra herşey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.

Biz kimden, neyi istiyoruz.

Yemen’den Viyana’ya Fas’tan Kafkasya’ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde… Evet, böyle bir zemin üzerinde… Atalarımızın… Ata derken halimize bakıp başımızı doğduğumuz nur insanların… Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini… 700 bin kilometre kareye indikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra… Evet, bütün bunlardan sonra… Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?

İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.

Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.

“- Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?”

Derler böyle insanlara ve milletlere!..

Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin ve sonra ikinci bir başla onu seyretmenin, kısaca ulvî nefs muhasebesine girişmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki, bizi, şiltesi üç kıt’ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de:

“- İşte sana lâyık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!”

Dediler.

Bu bakımdan Ayasofya… Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?

Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris’in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız…

Ayasofya budur!

129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya’yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

Frenk kelimesinden gelen “frengi” ismine dikkat ediniz! Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, “frengi” mefhumunun tâ kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler… !> Şimdi buradan saffet devrimize geçelim. Şairin;
Şâyestedir denilse,
Âlem senin mezarın…
Dedikten sonra:
Hâlâ gelir zeminden
Tekbir-i zâr-ü-zârin…
Diye belirtmeğe çalıştığı; dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar’ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul’u fethedip onun kalbi Ayasofya’da namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransa’da kırılıp Viyana’da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti.

Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir; onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed’dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamıyanlardadır. Fatih’e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî Sultan Süleyman gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam (aksiyon) akışında en büyük hız payı, yine Fatih’indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud gibi şeyhülislâm, Sokullu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih’in, hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzüsuyu hürmetine yetişmiş büyükler…

Târihimizde, Fatih’ten başka her hükümdarın (aksiyomu, isterse vatana eklediği toprak Fatih’inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemâl ve noksansızlık mânasına, tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih’dedir ki, kendi zaman ve mekânına göre, dâva hedefini, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde buluyoruz.

İşte bütün bunları (sembolize) eden, remzlendiren de cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya…

Salibin ağırlığından kurtarılıp hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece Yirminci Asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu onunla gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştiren eski Bizans eseri ve artık yeni tekbir yuvası tarihi kubbe…

Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mâna, yalnız mâna…

İstanbul’daki Süleymaniye, Edirne’deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma’daki (Sen Piyer) ve Paris’teki (Notrdam), bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mâna kıymeti olarak, Ayasofya’nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan herbiri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eser… Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki, ne madde, ne de tek taraflı mâna ölçüsüyle ona varmak kabil… Ayasofya, bir mânanın, zıd mânaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesi…

Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi; ve Ayasofya’yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.

Târihimizde daha nice zapt ve fetih hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, hâs isim olarak Fatih değil?..

İmdi:

Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, (İmperyum Romanum)dan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk’ü binbir tarihî saik yüzünden çüceleştiriyorlar, 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih’in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor; Ayasofya Türk’ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk’lerin eliyle mânasından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur bir müze, yani içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor. Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mânanın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk’ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, “buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!” diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya’nın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâket…

Böylece, Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya’nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar…

Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..

Ayasofya’nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk’ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.

Allah diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır. Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordelâdır. Topyekûn şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs dâvası!.. O kadar Batılılaştığımızı, uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor muyuz? Bizim, kendimizi, kendisinden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor. O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı asla benimsemiyor; ve ismini taşıdığı (Greko-Lâtin) medeniyetinin piçleşmiş uzvunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her ân tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord (Baynn)ın Türklere karşı Yunan istiklâl çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hâlâ selâmeti, Türk’ün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özenişinde arıyor.

Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.

Bütün bu mânalar Ayasofya’ya bağlı… Daha neler ve neler!.. Türk İstiklâl Savaşı’nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.

Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve târihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için kapanıyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için… Şahsiyetsizliğin ceremesi… Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han’a hürmet ediyordu. Almanya imparatoru (Vilhelm) siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens (Bismark) tam bir Abdülhamid düşmanı olduğu halde, onu, asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu. Eğer Abdülhamid’e, Ayasofya’yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi. İnkarcı (Volter)in Allah’ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti’nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han’dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya’dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugâh kurmakla cezalandırmıştı. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı’nın hayali, İstiklâl Savaşı’ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde dikilip duruyor da, bizde, onun iki gözünü birden çıkaracak (enerji)den eser görünmüyor.

Sebep?

Çünkü Ayasofya’nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya’ya bağlı…

Ayasofya açılmalıdır. Türk’ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, Yunanlıya “ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!” demekten farksızdır.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler’den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara “artık benim hayat hakkım kalmadı!” demektir.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk’ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, Allah’a sövmeye, Kur’ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak… Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek…

Ayasofya açılacak!… Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak…

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak…

Ayasofya’yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak…

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın… Sel yakındır.

Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!

Mehmet Emin Başalp ( 16.05.2017)

Şehir Estetiği , Betonlaşma ve Gökdelenler

IMG_7585 ŞEHİR ESTETİĞİ , BETONLAŞMA , GÖKDELENLER
Twitter adlı sosyal medya sitesinde Ayasofya camisi arkasında yer alan gökdelen silüetlerinin aradaki bitişik nizam apartman , işhanı vb gibi beton yığınlarından daha estetik göründüğünü ifade etmiştim.Hak verenler oldu , eleştirenler oldu vb , yine o site üzerinden bir flood yani bir dizi tweet atacağım demiştim ama konu hayli uzun olup derdimi tam ifade edeyim diye blog yazısı yazmaya karar verdim.
Şimdi beni bilen bilir ben şehir estetiği , betonlaşma , mimari eser estetiği , yeşil alan , tarihi yerlerin korunması , kadim kültürümüzün yaşatılması konularında falan oldukça hassasımdır. Lakin son dönemlerde şehirleşme karşıtı söylemlerde bulunanlar sıklaştı fakat ne geçmişi analiz edebiliyorlar ne öne sürdüklerinin vatandaşta karşılığı var ne sorunları yerinde görmüş , yaşamış, gözlemlemiş kişiler ne de kültürümüze veya estetik kaygımıza yönelik anlam ifade eden değerlendirmelerde bulunuyorlar tamamen keyfi ve sloganik bir tepkisellik var. Avrupa , Asya , Amerika hatta Afrika , Arabistan vb kıyaslarda cabası oluyor bu mevzunun.
1984 doğumlu bir insanım , 1800’lerin İstanbul’unu veya 1950’lerin Konya’sını falan gözlemleyebilmiş değilim.Ancak sorarak , dinleyerek , okuyarak falan malumat sahibi olmuşumdur.Kısa kısa örnekler vermek suretiyle geçmiş şehir algılarına bir bakmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Osmanlı döneminde doğmuş İstanbullu yazarlar Mehmet Akif olsun Mithat Cemal olsun Refik Halid olsun sayıca çokdur daha İstanbul şehrini tasvirde şehrin ahşap mimariden kaynaklı olarak ahşabın zaman içerisinde kararması ile de mahalle ve sokakların korkunç gözüktüğünü ifade ederler. İstanbul’u yemyeşil olduğunu falan tasvir eden yoktur aksine kapkara olduğunu öne sürerler..Sadece Boğaziçi yalı kültürünü falan bilen biraz daha zengin ailelerin yaşamlarını gören Abdülhak Şinasi Hisar’ın “ Boğaziçi Mehtapları “ ve “ Boğaziçi Yalıları “ “ Çamlıca’daki Eniştemiz “ kitapları farklılık arz edebilir. Gelelim Akif’e ne diyor , Akif’i niye önemsiyorum , o dönemi realist , çekinmeden anlatmış bir yazardır.
Safahat’tan ;
“Görüyordum, iki üç bin mil açıktan bakarak,
Şu sizin kapkara İstanbul’u, kardan daha ak. “
“ Bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek”
İstanbul kapkara gözüküyor ve Fatih’e oturan Akif sokaklarda yüzüleceğinden bahsediyor.
“ ne Haliç’in o yosun çehreli miskin suları ne onun hilkate küsmüş gibi duran kenarı,
ne karşı sahilin baş başa vermiş düşünen, pis, eski, ağlamış yüzlü sakîl evleri “
Ev tasavvurları da pek iç açıcı değildir. Daha çok sayıda tasvirler kıyaslar vardır ama yazının tümünü bu konuya ayıramayız. O dönem yazarlarının hepsi şehri , yapılaşmayı eleştirir , ahşap evlerin tahtakurusu şikayetinden , sokaklardaki çamurdan , tozdan vb bahsedilir ne mamur şehirlerimiz , ne ferah meydanlarımız , ne yeşil sokaklarımız var filan diye yazdıkları pek vaki değildir.
Yine Konya’dan duyduklarımız örneklerini azda olsa görebildiklerimiz , bahçe ve bahçeden ziyade ören denilen bir açıklığa sahip kerpiç binalardan oluşan bir Konya , o bahçelerde de pek ağaçlık değildir çünkü bahçeye bostan ekileceğinden gölge etmesin diye pek ağaç da dikilmez , şimdiki gibi şehir peyzajında da çam vb de bulunmaz bunlar orman ağaçlarıdır. Konya sokaklarının yazın tozu , kışın çamuru hala yaşlılar tarafından anlatılmaktadır.
Anadolu’yu gezen bütün yazarların vb bilhassa Osmanlı son dönemi dahil Anadolu’nun çorak ve harap durumda olduğundan bahsederler. Kendi köyümüz için duyduğum bizim bazı bağlarımız vardır , bu bağların Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir Nahiye müdürü tarafından zorlama ile oluşturulduğu yönündedir.Nahiye müdürü o zaman köylülere buraları bağ yapın dediğinde orada bağ olmaz diyip köylüler umursamıyor , nahiye müdürü bir kısım köylüyü karakolda falakaya yatırınca “ gül dahi yetişir efendim “ diye acıyla bağırdıklarını ve akabinde ağaç , üzüm vb ekmek suretiyle bağların oluştuğunu ifade ederlerdi.
Bütün bunları niye ifade ettim , öyle yeşil şehirlerimiz falan yoktur , şimdi geçmişe göre daha yeşil , daha sosyal donatı alanları ile dolu bir şehirciliğimiz oluştur , yeterli mi kesinlikle değil o ayrı mevzu.
Bir diğer husus yapılaşmamız , şimdi Osmanlı döneminde de düzenli yapılaşma , kaliteli yapılaşma falan şehirlerimizde yoktur , yerel ustalar kaynaklı , kişinin hali vakti yerindeyse daha güzel ve geniş evler , maddi durumu yetersizse daha tek katlı iki göz bir mabeyn denilen evler ağırlıkta , onlarda birbiri içerisine geçmiş , karmaşık sokak yapılarına dayalı. Tarihi binaların bile diplerine kadar yapılaşmanın olduğu açıktır.Fotoğrafını görmüştüm Çemberlitaş’ın etrafı evlerle kapalıdır, Ayasofya ve Sultanahmet arasında camilerin diplerine kadar yapılaşma vardır o mahalle yandığı için yeniden yapılaşma olmamıştır , etrafları açılmıştır.Yine Konya Mevlana Türbesi ve Sultan Selim Camii yanında hamamlar , tuvaletler , kahvehaneler vb olmak üzere harabe binalar yaygındır.Daha sonraki yıllarda etrafta düzenleme çalışması yapılmış yıkımlar olmuştur.Efendim otantik durumu bozulmuştur diye belki eleştirilebilir ama buda bir anlayıştır , etraf ağaçlık hale getirilmiştir.Aynı şekilde Alaaddin Tepesi’nde de eski fotoğraflarında ağaç gözükmezken yeşillendirilmiştir.
Daha sonraki yıllarda ise bir anlayış değişikliği daha gerçekleşti tarihi mekanların silüetlerinin daha iyi görülebilmesi etraflarının açılması politikası güdüldü.Her binanın durumuna göre değişir ama ben bunu destekleyenlerdenim. Bilhassa Türbeönü çok tartışıldı fakat o bölgede ağaçlar varken , gidip gözlemlediniz mi ? Bilhassa insanları rahatsız edebilecek şekilde ağaç diplerinde yazları yatan kalkan kişiler oluyordu , bu tür parkları mesken edinen bir banka otursan yanına gelip rahatsız edecek kişiler yaygınlaşıyordu. Çekirdek çitleyen kişiler , dilenciler vb hadi daha fazlasını belirtmeyeyim bir takım pazarlıkların yapıldığı bir mekan haline bile geliyordu.Yoğun ağaç ve çalı durumu güvensiz bir ortam oluşturabiliyordu bilhassa geceleri. Ayrıca çim sulamasının atrihi eserlerin temellerine zarar verdiği de ifade ediliyor. Efendim asayiş sorunlarının çözümü ağaçları kaldırmak mı idi diye sorarsanız buda bir bakış açısıdır ama bu etrafını açma konusunu ben daha doğru buluyorum. Değil ağaç bölgede çirkin yapıların yıkılması ve cepheleri düzenli binaların olmasını istiyorum işte o zaman estetik bir şehirleşmeden bahsedilebilir.
Esas mesele estetik sorunudur.Türkiye köyden şehre göç olgusunu derinlemesine yaşamış bir ülkedir , milyonlarca insanın göç ettiği şehirlerde hiçbir idare düzenli ve estetik şehirleşme başarısı ortaya koyamaz.Bu göç şehir merkezlerinde zamanında çok da yüksek olmayan bitişik nizam apartman kültürünü maalesef getirmiştir.Bu apartmanlar düz , dışarıya da sadece pencereleri olan hiçbir estetik çizgisi olmayan alelade yapılardır. Bendeniz 30 yıl kadar Konya Şehri’nin merkezinde oturdum , bizimde apartmanımız 3 katlı ve bitik nizamdı , bir odamızın hiç penceresi yoktu bu evlerin genelide böyledir.Bu bitişik nizam apartman stili en kötü yapılaşmadır , bahçeli siteler bunlardan çok çok daha iyidir isterse 20 katlı olsunlar. Gelelim bahçeli müstakil ev dururken niye yüksek yapılaşma bu maalesef realitedir , şehrine nüfus yığılmış , konut ihtiyacı var , yüksek yapılaşma izni olmazsa bunun sonucu vatandaşı gecekondulaşmaya itmek olur.Ayrıca bu kadar yoğun nüfus halinde müstakil evlerden oluşan bir şehirde eğitim , sağlık ve başta ulaşımı kısa vadede nasıl sağlayacaksın.Bunlar önceden planlanmış ve az yoğunluğun olduğu şehirlerde ancak belli bir kültür ve planlama ile mümkündür.Maalesef gönül ister ki böyle olsun ama işin realitesi buna izin vermiyor.Demirel’in meşhur bir sözü vardır “ Bize plan değil pilav lazım “ diye vatandaş ucuz konut ister , iyi konut ister , geniş konut ister , ulaşımı kolay olsun ister , tüm bunları ayarlayabilmek de öyle çok kolay değildir.Burada maalesef betonlaşma , alçaklık , yükseklik falan değil esas ihmal edilen estetiktir , çirkin yapılaşma , çirkin balkon düzenleri , çirkin renkler , teraslara kat çıkmalar , balkonlara yapılmış birbirinden farklı kapatmalar , çirkin tabelalar , çirkin çatılar , antenler , bacalar , mesele yapıların estetiksizliğidir. Yine tekrar ediyorum tüm çirkinliğin sebebi alçaklık , yükseklik değil bu estetiksiz binalardır.Gökdelenin olması , apartmanın olması veya müstakil yapının olması veya orada atrihi bir yapının da olması eğer bunlar iyi planlama ve estetik yapılaşma halinde aynı sokakta bile sırıtmadan ve uyum içinde bulunabilir. Gerçi yüksek yapılaşmaya karşı çıkan vatandaşımızda kendi arsasına bir kat daha fazla imar alabilmek için yapmayacağı şey olmayacak kadar da ilkesizdirler.
Konya Şems Camisi etrafı parktır , bazen camii ve parkı öyle fotoğraflıyorlar ki ne güzel diyorum ama gerçek böyle mi değil , parkın etrafıyla birlikte birbirinden çirkin , herhangi bir nizamı olmayan apartmanlar, işyerleri , çay ocakları , yapılaşmayı görünce sivil mimarinin çirkinliğini anlıyorsun.Bunu görünce dersinki keşke etrafında 4 gökdelen olsa diyebilirsin bir düzen bir estetik olur hiç olmazsa diye.
Gökdelenler tabiî ki istenilen bir yapılaşma değildir , hele bizim dini ve kültürel algımızda yüksek yapılaşmayı sakil karşılar , bu tür yapılaşmayı belki mahallenin içine sokmamak lazım , iş ve ticaret merkezleri ağırlıklı bölgelerde yapı stoğunu azaltmak için gökdelen iyi bir fırsattır. Belli bölgelerde de toplanabilir.
Gelelim bir tarihi yapının ardında vb gökdelen gözükmesi çok mu kötüdür , kötü olduğu da vardır fakat tarihi mekanın ardı , birbirinden çirkin beton bloklarla dolu olacak , çok uzaklardan yapılan bir çekim ile arkada gökdelen silüeti görülebilecek , kusura bakmayın oradaki çirkinlik gökdelenler değil etraftaki yapılaşmadır. Zaten Ayasofya vb yanında gökdelen yoktur dibine yapılırsa zaten çirkin olur İstanbul’da bunun örneği de Bezmi Alem Valide Sultan Camii’nin arkasında yer alan gökdelendir ve silüeti de , tarihi de , her şeyi de berbat etmektedir.ben buna karşıyım ama tarihi camilerin etrafında zevksiz tabelalar içinde berbat yapılaşmalara tepkimiz yok , gökdelen tepkimiz var olmaz. Estetik kaygısı en yakından başlayıp bir kül halinde değerlendirilmelidir.Ütopik şekilde düşüncelerden de vazgeçilmelidir.

Uzak fotoğraflar , tarihi yapılar etrafında gerçekleştirilen tartışmalar odağında bir şehircilik vatandaşın günlük yaşantısına etki etmez.Bir vatandaş olarak önce pencereden ne görüyorsun , estetik binalar var mı ? , sokağın geniş ve düzgün mü ? güneş alıyormusun ? en yakın yeşil alan sana ne kadar uzak ? okulun , camiin , alışveriş merkezin estetik ve temiz mi ? ilk önce değerlendirilmesi gereken bu. Sen mahallendeki parktan faydalanabiliyorsan , sosyal donatı alanlarından memnunsan , sıkışık trafiği olmayan bir caddede bulunuyorsan , aracını rahat park edebiliyorsan , evlerin cepheleri ve yapılaşması düzenli ise bir vatandaş olarak bunların korunması ve iyileştirilmesi ile uğraşmalısın. Yoksa senin sokağında kanalizasyon yoksa , karşındaki apartmanın altındaki dönerci taa çatıya kadar iğrenç bir baca çıkarttıysa , parktaki taşlar sökülmüşse bunlarla uğraşacağın yerde bilmem neredeki gökdelen seni rahatsız ediyorsa , yok bir meydanda ki ağaç sayısı azalmış ise bunlar gerçek yaşamdan uzak durumlardır. Esas mesele bunlarda değildir bunlar rahat bir şehir yapılaşmasının en son sorunlarıdır.Önemli olan konut alanlarında ki ferahlığın sağlanmasıdır. Çok yoğun yüksekliği olmayan , az sayıda bloktan oluşan yeşil alanı fazla site yapılaşmasına gayret edilmelidir. Şehir merkezinde ki bitişik nizam apartman varlığı bilhassa kentsel dönüşüm ile azaltılmalı ve ortadan kaldırılmalıdır.Tarihi binaların etrafı açılıp zevksiz ve estetiksiz binalar kaldırılmalıdır.Bina estetiğine önem verilmeli ve şehir ve sokaklarımız güzel ve uyumlu olmalıdır vesselam.05.05.2017

Mehmet Emin Başalp

NOSTALJİK BAKIŞ VE İSLAMCILIK

NOSTALJİK BAKIŞ VE İSLAMCILIK
Son günlerde bir İslamcılık tartışmasıdır gidiyor , İslamcılığı tarihi , siyasi vb teknik olarak analiz edecek değilim şöyle nostaljik bazı esintilerle İslamcılık geçmişine bir bakalım dünden bugüne ne değişmiş kabilinden dedim , belki şekil şemal hızla değişiyor olabilir ama fikirler ne ölçüde değişti sanırım onu ölçmekte hayli zorlanıyoruz o daha ciddi çalışmalar gerektirir.Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o meşhur dörtlüğünde de ifade ettiği gibi zaman kesintisiz şekilde devam ediyor ve biz içindeyiz hala , dün ile bugün birbirinin devamı iken farklılaşmak belki şaşırtıyor insanları.
“ ne içindeyim zamanın,
ne de büsbütün dışında;
yekpare, geniş bir anın
parçalanmaz akışında.”
Dönelim biz nostaljiye şöyle 90’lı yıllara tabi o dönem şahsen ezgilersiz olmaz. Bir dönemi en iyi müziğin anlatabileceğini düşünürüm. 90’lı yılların meşhur ezgileri vardır , kalksam ve dirilsem , dayan mücahidim , adeta dillere pelesenk olmuş bir güneş doğuyor , şehit tahtında veya o dönem ülkemizde yaşanan başörtü sorunlarından mütevellit ağlama karanfil . Bu eserler bir tür hem ülke içinde hem de İslam dünyasında yaşanan sorunlara karşı bir tür protest müzik idi ama oda sol cenahın kullandığı bir tabir olduğundan artık kim icad ettiyse ezgi deniyordu. Şarkı , türkü dinlemeyi kınayanlar o yıllarda ezgi dinlemeyi tavsiye ederlerdi. Nedense insanın kendini kalıplaştırması çok zor bir durum olsa da o dönemde insanlar kendilerini kalıba sokmayı daha önemsiyorlardı. Artık ezgi dinleyip dinlemediklerini bilmiyorum , bu ezgi sanatçıları da bazıları çeşitli arayışlara girse de müzikal faaliyetlerine devam ediyorlar fakat yeni bir müzikal açılım geliştirilemediği için 90 ‘lar pop şarkıları misali düşen kaliteli aynı şekilde bu cenahı da etkilemiştir.Bugün İslamcılık ile özdeşlemiş bir müzik akımı ve eseri bulunmamakta olup bu büyük bir eksikliktir.90’lı yıllardan daha fazla adeta iç içe yaşadığımız Suriye iç savaşı , göçler , göçmenlerin denizlerde boğulması gibi hadiseler şaşırılacak bir şekilde nedense ne müziğe ne edebiyata yansımıştır.Sosyal medya düzeyinde kalmış tepkisellikler haricinde bu dönem açısından zihinlerde herhangi kalıcılık bulunmamaktadır.Bu husus düşünülmesi gereken bir husustur.
90 ‘lı yıllarda Müslümanların sorunlarına ilişkin duyarlılık soğukkanlı analizler ve haberler ölçeğinde had safhadaydı.Çeçenistan , Bosna , Moro , Keşmir ve kanayan yara Filistin her zaman gündemdeydi , tabi o mücadelelerde güzel , anlamlı , hakiki yerli ve milli mücadelelerdi.Fakat bugün İslam dünyasında yine kan ve göz yaşı , mezalim tüm hızıyla devam ediyor ama mücadele adına Müslümanları kesen vahşileri , bir birinden vahşi katliamları vs gördükçe esas içimizi acıtan bu husus oluyor.yukarıda bahsettiğim acaba müzikal ve edebiyat derecesinde yansımamış olması acaba bu kafa ve görüntü karmaşıklığından mı geliyor yoksa bu konulara ilişkin sanatçı ve takipçi kitlesinin duyarsızlığından mı geliyor düşünülmeli.

Çünkü o günler açısından bir Bosna kermesi , bir Bosna mitingi vb bunları hatırlayanlar , katılanlar ancak anlayabilirler o günkü ruh halini . O günlerde bir Bosna veya Çeçen marşı duymak ile hissedilen ile bugün Suriye konusunda hissedilenlerin farklı olduğunu düşünüyorum. Nitekim buna sebep zihinsel ve fikirsel şekilde bölünme , çok fazla karmaşa ve bilgi kirliliğinden kaynaklı benimseyememe hali var.
O günden bugüne değişen ve gelişen güzel bir uygulama varsa , Müslümanlar arasında yardımlaşmanın güçlenmesi , teşkilatlanması .Bugün İslam ülkeleri arasında maddi imkansızlıklara karşı , savaşlara , tabii afetlere anında yardım faaliyetleri , tıbbi destekler vb hızlanmıştır , darda kalana ulaşma noktasında daha fazla imkan ve gayret var olduğu göze çarpmaktadır.
Müzikten başladık şiir ile devam edelim , İslamcılık ile şiirin arası hep iyi olmuştur.Şiir olmadan İslamcılık olmaz Mehmet Akif’siz , Necip Fazıl’sız , Sezai Karakoç’suz , Cahit Zarifoğlu’suz , İslamcılık olmaz. Şiir İslamcılığa ivme ve ruh verir.Şiir coşkundur İslamcılık celalli ve duygulu insanları sever , pısırık , çok mütereddit kişileri sevmez.Yılışık adamı sevmez mert adamı sever , sözü keskin etkileyici adamı sever.Şiir ve edebiyatta İslamcılık olacaksa usulü bu olmalıdır , maalesef bugün bu konuda da yeterli bir ivme görülmemektedir.
İlmi çalışmalar devam etmektedir ayrı bir kulvardır orada çok daha güzel çalışmalar yapıldığını düşünüyorum ama genel kitlelere hitab eden müzik ve şiir zayıfladığı gibi zaten zayıf olan hikaye ve roman türü ve güncel kitaplar hepten zayıflamıştır.İsterseniz romancılığa şöyle bir bakalım bugünden bakınca komik geliyor olabilir , eskiden bir hidayet öykücülüğü ve anlayışı vardı , insanlar gayri İslami bir hayat yaşasa da onlara gerekli nasihat yapıldığında hızla hidayete erecekleri inancı yaygındı. Burada da komik gelen esasında insanların hidayete ermesi değil , kendini hidayette sananların istikametlerini koruma becerisini bu süre zarfında gözlemlemek oldu.Çünkü bunu romanda anlatamadılar bu gerçek hayatta bizatihi gözlemlenerek yaşandı. İslamcıların dünyayı pek tanıyamamış olması , hayalcilikleri veya fikri yetersizlikleri buna sebebiyet vermiş olabilir diye düşünüyorum. Bir imamın kızının manken olması ve mankenlikten sonra hidayete erip geri eski yaşantısına dönmesi gibi bir şey niye akla geliyordu. Uçlardan örnek vereceğiz derken gerçeklik algısı kaybolmuş meğer , ülkede kaç imamın kızı manken olur son derece marjinal bir örnek yerine imamların doktor , mühendis , avukat , öğretmen , akademisyen vb olan kızlarını yazsaydık belki hayata dair daha gerçekçi sorunlar göz önüne çıkar ve toplum kendinden daha fazla şeyler bulabilirdi . Çünkü yaşanan sorunlar genel itibariyle dindar ailenin kızını ertesi gün barda bulmasıyla yaşanan sorunlar değildi , dindar ailelerin dindarlıklarını karmaşık modern bir dünyada yaşama sorunlarıydı ama kolay yolu tercih edenler hiç bu topa girmeden maalesef ucuz yayınlar yaptılar.Ben onları da kabahatli bulmuyorum bu bir birikim , gözlem ve bilinç gerektirir , kolay oluşacak bir şey değildir fakat hala bu yönde atılmış bir adım ve kaliteli bir yayına da rastlamadım.Şimdilerde de bu hidayet öykücülüğünün okunmasını teşvik etmekte bana oldukça gereksiz geliyor.

 
Güncel yayınlar meselesine gelirsek geneli tarihsel , toplumsal ve siyasi meselelere bakışı anlatan ama hiç olmazsa dili kuvvetli okkalı denilebilecek eserler denilebilir. İslamcılar eskiden okumayı severler ve gerçekten çok da ağır denilebilecek eserleri titizlikle okurlardı , okuyan , düşünen , yazan bir nesil her zaman başarılı olur.Tanzimatçılar nasıl çalışkan kişilerse , yazdıkları ve fikirleriyle şekillendirdikleri dünya hala bugünü etkiliyor ise yine İslamcılar da çalışkan kişilerdi , etkileri hala devam ediyor şüphesiz. Bilhassa o zamanki kaliteli dergi ve kitap yayıncılığını falan bugün mumla arasan bulamazsın ama o günlerde bu yayınlardan oldukça faydalanmış kişilerin bugün fikri bilinç düzeyleri hayli yüksektir sadece üzerlerindeki pası almak gerekir cevher yerinde duruyor .Şimdilerde böyle kişileri yetiştirebiliyor muyuz muamma.Şimdilerde de yetişmiş , dil bilen , kültürü , giyimi kuşamı , konuşması düzgün bir çok kaliteli genç var ama rahatlık mıdır , kültür müdür , fedakarlık eksikliği midir , taşın altına elini sokan dahası ses getiren kişi yok. Yani demek istediğim isim vereyim niye bir Sadık Albayrak çıkartamıyoruz. Genç yaşlarında o zaman için çok riskli sayılacak kitaplar yazıyorlardı şimdi niye bu ayarda eserler yok. Bu ruh hala bence var fakat üzerindeki toprağı silkelemek lazım maalesef en büyük sebebi olan rahatlık , tembellik ve atalet bizi çok sarmış , sarmalamış halde kibarlık , nezaket , kendi dünyasında yaşama , sükut , naiflik derken babayiğit İslamcılara hasret kalmışız , İslamcılık bu haliyle varsa var diyelim yoksa ses getirmeyen İslamcılığa pek de yaşıyor gözüyle bakmak çok iyimserlik olur.
Burada şu hususu paylaşmadan edemeyeceğim şuan belki söylem bazında daha kalabalık ve daha homojen bir kitle görüntüsü var ama o eski jenerasyonun bu grupta oranı ve derinliğini bugün şahıs bazında hissetmek mümkün değil , şimdilerde iki kelam etmeye kalktığı halde lafın başını , sonunu toparlayamayıp , meseleyi izah edemeyenlere bazen kıs kıs gülüyorsun , bazen sinir oluyorsun bazen de muhatap olmuyorsun .Çünkü kusura bakmayın ilkokulda Necip Fazıl okumuş bir nesil ile İHL’de dünya görüşünü iddialı şekilde ifade edebilen bir gençlik ile onlarla teşriki mesai yapabilen bir gençlik ile bugün Necip Fazıl’ı facebookta tanımış , sosyal medyadan , diziden , haberlerden vb duyup yorumlayabildiği ile dünya görüşü izhar edenler arasında dağlar , ovalar , yaylalar kadar fark olduğunu açıkça oturup , kalktıkça , konuştukça vb açıkça görüyoruz. İslamcılar arasında eskiden fikir bazında en azından bir eşitlik varken bugün bolca avam ucuzluğu , çığırtkanlığı ile entelektüel sessizliğine gömülmüşler arasında uçurum oluşuyor.İslamcılık bir tepeden bakma , klikleşme , toplumdan kendini soyutlama değildir fakat bugünlerde çapı yetmediği halde görüş izhar edenlere de tahammül gösterilmesi mümkün değildir.Bu gün dava şuurundan ziyade reklam kokan hareketlerin yaşandığını gözlemliyoruz. İslamcılık teşkilatçı , organizasyoncu , iş bitirici insanı sever ama şovmeni sevmez. Hatibi sever ama gevezeyi sevmez.
Cömert , ikram sahibi eskilerin deyimiyle sahavet sahibi insanı sever. Şimdi konudan konuya atlıyoruz ama müzik , şiir , edebiyat , okuma güncel yayın vb dedik ama hedef dava şuuru , muhabbette çimentosudur. Bugün muhabbet sıkıntısı had safhadadır.İnsanlar muhabbeti bulacakları , karşılaşacakları mekanları bulamıyorlar.Çünkü akademik temelli , bol organizasyonlu , resmiyetli işler bir yere kadar , muhabbet oturmak , kalkmak , bir şey yapmak , aynı işe koşturmak , aynı telaşı yaşamak , aynı üzüntüyü veya sevinci birlikte yaşamak gerekir.Bu olmayınca ne olur işte nargile kafeler de bolca muhabbet olur çünkü insanların kendini rahat hissedebildiği teklifsiz , sıcak , muhabbetli başka bir meclis ortamı var mı , yok. Gençleri eve davet yok , kahvaltıya , iftara davet yok , zengin ile gariban pek yan yana gelmiyor , mesleğinde başarılı , yoğun kişiler ile tecrübesizler bir arada bulunmuyor , bir organizasyonda bu ikisi birlikte el atmıyor , protokoldekiler ve arka sıradakiler olarak ayrıldık.Hatta muhitler , semtler ve STK’lar bile ayrıldı. Mesleklere göre , gençliğe göre , çalışma alanına göre vb aynı dava ise arada bir bari ortak bir zeminde buluşmaya , diz dize oturmaya , konuşmaya , dertleşmeye hatta tartışmaya ihtiyacımız var.Bu konuda STK’ları kabahatli buluyorum amaç organizasyon değil amaç şuur , birliktelik , samimiyet ve muhabbet olmalı.Muhabbet kendi aranda sevgi dilinin işlemesidir.
İslamcılık dışarıya karşı şimdi itiraf edelim eskiden sertti , söylem sertliği desen aman Allah’ım uygulamada da yoksa bile mangalda kül bırakılmıyordu. Emperyalizme düşmanlık , faize düşmanlık , hele hele fuhuşa karşı aşırı bir hassasiyet vardı , hatırlarsınız o ünlü konuşmayı bir umumhane açan belediye başkanına madem eşitlik istiyorsun diye başlayan o ünlü vecizeyi 🙂 , tabi o zamanlar beş yıldızlı otel denmez beş boynuzlu otel denirdi 😉

şimdilerde beş yıldız altı otellerde program yapmıyoruz , nedense tatile içkisiz otellere gitme konusunda hassas İslamcılarımız içkili otellerdeki iftar davetlerine koşa koşa gidiyorlar. Sokaklarda fuhuş kartları sıkça rastlanıyor üç – beş cılız tepkiyle karşılaşıyoruz bunlarda şu anki tezatlarımız.

 
Ben bunu şuna bağlıyorum şimdilerde hoca , hatip , vaiz vb çok ılımlı bir dil kullanıyor birde ülkede insanlar sert bir dil kullanıyor , tahammülsüz , ayrımcı , kutuplaşma olduğu gibi eleştirileri görünce gülüyorum.Eskiden cami kürsüsünde celalli vaizler meşhurdu , kürsüye çıktılar mı baştan aşağıya sert bir dille eleştirirlerdi. Şimdiki tesettür kıyafetlerini falan o hocalar görecekti de susacaktı , belki de susacaktılar ama yerden yere vurmaları gerekirdi diyelim. Vaazlarda fuhuş , zina , flört , kumar , içki , dans vb gibi konularda neler neler denirdi. Şimdilerde ağlak asr-ı saadet kıssacılığı ile derinlemesine fıkhi konulardan mütevellit bir gündem var oysa bu şuur vermiyor , şuur isteniyorsa konu ahlak olacak. Tamam yüzü soğuk bir sertlik olmasın eyvallah ama mıymıntılıkta olmasın sözünü evirip , kıvırmadan diyeceksin demezsen olacağı bu muhabbetsizlik zaten bağı kopartmış , birde uyaran yok. Herkes kafasına göre takılıyor.İslamcılık dağınıklığı , gevşekliği kaldırmaz.
Bir örnek vereceğim geçtim çok çok önemli meseleleri eskiden klozet tarzı alafranga tuvaletin ismine bile tahammül edilmezdi , görmediğimiz , kullanmadığımız halde bu tuvalet yerden yere vurulurdu , bizde derdik ki çok şükür kullanmıyoruz ne iyiyiz ne rahatız , al şimdilerde isyan ediyorum , her yerde bu tuvaletler var ve pislik içinde diye ama kime diyorum etrafta üç beş kişiye , bu tuvaletin olmadığı ne avm kaldı , ne bir lokanta ne başka bir yer canın isterse kullanma 🙂 Bir hatip bir hoca çıkıp ta şu konu üzerine bir saat vaaz etse çok mu , Allah aşkına arıyorum yok , ne yani başka meseleler çok mu önemli , imsak saati kadar şu mevzu gündem olmuyor.İslamcılık böyle ibadet konularını , fıkhi konuları şunu bunu sessiz sakin , akademik , ilmi konuşmayla olmaz , İslamcının sesi biraz gür çıkar , sözü sert olur , sözü gerekirse uzatır , bastırır , bunlar olmadıktan sonra ben İslamcıyım diyeceğiz hadi canım sende demek lazım köşe minderi gibi oturuyoruz oturduğumuz yerde.
İslamcılar kalkınmacı idiler hem maddi hem manevi kalkınma , gelişme.Şimdilerde İslamcılık adına kentlileşmeye , kalkınmaya , fabrikalaşmaya vb karşı çıkanları gördükçe şaşırıyorum bu eskiden olan bir görüş değildi yeni çıkmışa benziyor. Çünkü kalkınmayı sağlayamazsan fikirler yaygınlaşmaz , topluma inmez ancak dar bir felsefik tartışmaya döner.Eskiden mahallesinde , şehrinde , köyünde kıt kanaat geçinen Anadolu insanı İslamcı falan değildi.Göç almamış , yozlaşmamış , aile birlikteliği bozulmamış kadim mahallelerde edeb dahilinde yaşayan insanlar üzerinden İslamcılık teorisi kurulamaz. Maalesef bakarsanız o aileler o şehir eşrafı şimdinin İslamcıları falan değiller onlar farklı ideolojilere ve yaşam tarzına savrulurken , İslamcılık biraz çevreden , kenardan , taşradan gelip okuyup , kendini geliştirenler sayesinde gelişti. Bunu geçmişte de gözlemleyebiliriz ,İslamcıların biraz estetik zevki zayıftı fakat geçen sürede bence estetik zevk artarken maalesef genel konjonktür de zevksizliğin artması ile acayip şeylerle karşıları olduk ama İslamcılık ile bu hususları karıştırmamak lazım.
İslamcıların netameli konusu giyim kuşama gelelim. Giyim kuşam konusunda erkekler üzerinden geçmişte ki uygulama tasvip ettiğim bir uygulama değildi. Zaten sonuçta dediğime geldi.Çünkü diğer hususlar gönüllü ve isteğe dayalı iken giyim kuşam işi biraz baskıya dayanıyordu.Kot pantolona tavır gördüğüm en saçma uygulamalardan idi zaten hiçte uymadım şimdi herkes giyiyor , giyilsin. Bol siyah ve gri pantolon üstüne çıkarılmış beyaz veya bej gömlek giymenin uzun süre gidemeyeceği belli idi zaten gitmediği de görülüyor.Bu konuda şahsen ilerleme görüyorum.Tabii gelelim kadın kıyafetlerine şimdi erkeklere özgürlüğü savunup burada sert muhafazakar mı olacaksın diyenler olabilir hayır bugün de tesettür kurallarına uygun kadınlar için şık giysi ve tasarımlar mevcut.Burada tepki gösterilecek olan tesettüre aykırı veya tezat , absürt ve varoşlaşmış giyim tarzıdır.Zaten kendini İslamcı olarak addedenlerin bu akıma eğer kapıldılarsa kendilerine yazık etmişlerdir başka bir şey diyemem.
Dünya değişiyor tabiî ki insanlar ve anlayışlar da değişecek ama bazı hasletler kalmalı.Başta İslamcı tepkisiz olmaz , tepkisi gösterecek , muhabbetli olacak , samimi olacak , İslami olacak , insani olacak.Boş olmayacak yani kafa biraz dolu olacak. .Geçmişe saplanmayacak.Hayalperest olmayacak ama inançlı ve umutlu olacak. Boş vermiş olmayacak düşünecek , sahiplenecek , çalışacak , çabalayacak. İslamcılar iyi insanlardır , bir arada oldular mı birbirlerinin dillerinden gayet iyi anlayıp iki dakikada kaynaşırlar insanları daha çok bir araya getirmeliyiz. Heyecan yüksek tutulmalı , paslanan yerler bir zımparalanmalı. Şiir , edebiyat , tarih , yayıncılık , musıki , tepki , şuur , hitabet , fedakarlık vb bunlarla İslamcılık toplumda yayıldı , gelişti gelin bunları şimdilerde de artırmaya gayret edelim.Kupkuru kalırsak , bitki gibi solarız. Gündelik tartışmaların içinde boğuluruz , gel gitler yaşarız , ruh nasıl gıdasız kalıp hastalanıyorsa gıdaya ihtiyacı varsa İslamcılık ruhunun da gıdaya ihtiyacı var. Bu gıdayı düşünelim , İslamcılığın neş’eye ihtiyacı var. 27.04.2017

Mehmet Emin Başalp

PROFANLAŞAN TASAVVUFÇULAR

PROFANLAŞAN TASAVVUFÇULAR
Naylon tasavvufçuları yazdık , neden naylonlaştılar sebepleri muhteliftir , belki bir çoğu cahil belki bir çoğu kabahatli.Oturup eleştirelimde biz ne haldeyiz birde buna bakmak icap eder , biz niye bu hale geldik , onlar naylonda ya biz neyiz , kimiz , ne haldeyiz.
Mutasavvıflar , insan için alem-i suğra yani küçük alem demişler. Gel gelelim biz cümle alemin işleriyle meşgul olduğumuzdan kendimizden haberimiz yok , dünya meseleleri daha mühim , 7 kıtada ne oluyor ne bitiyor , haber çöplüğü içerisinde takipçisi olmuşuz , seyrediyoruz. Kendimizi unutmuş , gündelik meşgalelerle oradan oraya savrulup duruyoruz. Ele geleni yiyip , dile geleni söyleyip geçiyoruz. Ne bir arayış içindeyiz , ne meselelerin derinliğine talibiz , ne hikmetten besleniyoruz , ne muhabbetten dem vurabiliyoruz.
“ Sanma ey hace senden ki zer-ü sim isterler , yevme la yenfeu da kalb-i selim isterler “ malın ve oğulların bir yarar sağlamadığı yani o mahşer gününde senden altın , gümüş istemezler , seni ancak temiz bir kalp kurtarır diyor ya şair. Kalb-i selim için masivadan el çekecektik oysa masiva kelimesini bile çoktan pek hızlı unuttuk.
Haydi biz kendimizi unuttuk , aramayı unuttuk da ne haldesiniz diye soran da yok , ahalinin hali nicedir diye dolaşan yok , karşımıza çıkan yok , kürsüde haykıran yok , düşenin elinden tutan yok , nefs-i emareyi bilir misin diyen yok , anlatan yok , bu yollara kendini adayan yok , çileler çeken yok , ses yok , sada yok . O güzel insanlar güzel atlara binip gittiler herhalde çünkü buldum diyende yok.
Bir dostta yok artık , kapınıza gelip haydi gidiyoruz diyip sizi en son ne zaman bir irfan meclisine götürdü de , bir arif-i billah zatı dinlediniz.Bu duyguyu ne zamandır yaşamadınız , bu tadı ne zamandır almıyorsunuz. Nabi beytinde diyor ya “hicran çekerek zevk-i mülâkat-ı unuttuk “ yani ayrılık acısı çekmekten kavuşmanın zevkini unuttuk. Kavuşmanın zevki de lazım. Orada burada dostlarla beyhude gezip tozup muhabbet etmek , eskiyi okumak , duyulan 3 – 5 hatırayı yad etmek , sıkıcılık , ruhsuzluk , rutinlik , ilahi bir neş’e vermeyen sohbetler üzerimize iyice yapıştı , bizi sarıp sarmaladı , gerçek muhabbeti unuttuk.
“ Sufi arayıp gezme bi-hude mesacidde / feyzin eseri şimdi hum-hanede kalmışdır. “ Şeyh Galib’in meşhur dervişlerinden Esrar Dede böyle diyor , feyiz şimdi meyhanede kalmışdır diyor ama bizim gidecek meyhanemizde yok .Bu işleri genellikle sarhoşlukla kıyaslamışlar malum hep , herhalde içki yine sarhoş ediyordur insanları ama şimdi nerede var bir bağrı yanık derviş , cuş eylemiş , yanmış , yakmış bir insan , duyanınız edeniniz var mı ? Herkes ham , herkes don , herkes çiğ . Artık kimse “ bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız , ruhuma temel çivisini çaktınız “ falan demiyor. Dilinde hikmet , sözünde feraset , meclisinde muhabbet , işinde feraset olan zatlar nerede.
İyi insanlar olalım , ilim peşinde koşalım , müslümanların maddi ve manevi yardımlarına koşalım , helal kazanalım , yiyelim , infak edelim , abid , zahid , zakir , salih bir kul olmaya çalışalım. Oturalım , konuşalım , okuyalım , anlayalım , düşünelim ama bir şey eksik . Bizim tabirlerden biraz uzaklaşacağım buna PROFANLAŞMA denir yani insanın iç dünyasının yoksullaşması , insanın değerlerinin yok olması , kutsallıktan uzaklaşması , giderek mekanikleşmesi , ilgisizleşmesi , yabancılaşması , tepkisizleşmesi , sadece tüketmesi. Şimdi bu kişiler kutsallara falan tavır almış kişiler değiller yanlış anlaşılmasın hatta mutasavvıfım diyorlar ama niye o kitaplarda yazan hususlar , kişiler , haller yok. Niye kuraklaşmışız , niye sığlaşmışız , niye mekanikleşmişiz , niye dışarıda kapının önünde bekliyoruz , niye giremiyoruz , nasıl gireceğiz , elimizden kim tutacak , bizi kim çağıracak.
Gelin bir hayal edelim bazı şeyleri , hayali bile size iyi gelecek.
Bir meclistesiniz , herkes kibar , bağırıp çağıran yok , herkes birbirinin hal ve hatrını soruyor , yüzler sevimli , herkes edeble oturuyor , kenara köşeye kaykılan yok , kimse telefonla oynamıyor , herkeste bir tatlı heyecan , nur yüzlü kamil bir zat oturuyor , anlatıyor , umman gibi geniş , dere gibi çağlıyor , anlıyorsun , hayret ediyorsun , herkese yayılan bir sekinet var. Söz kalbine , zikir zihnine etki ediyor , Allah’ı düşünüyorsun , hafifliyorsun. İçerde bir hava var , içine sıkı sıkı çekiyorsun. Böyle bir mecliste bulunalı ne kadar oldu ?
Bir maruzatınız var bir büyüğe danışalım dediniz gittiniz ziyarete , karşınızdaki arif bir zat , gönlünüzden geçeni tutma ihtiyacı hissediyorsunuz , siz sormadan sorularınıza cevap buluyorsunuz , tavsiye ediyor , nasihat ediyor , dua ediyor. Ne zamandır böyle bir zat ile karşılaşmıyorsunuz ?
Sokaktasınız , gelene geçen selam veren bir zat yürüyüp gidiyor , sana da selam veriyor , ne nur yüzlü bir zat diyorsunuz , o sakin sakin giderken gözlerinizi ondan ayıramıyorsunuz. İçinizde birden iyi duygular yeşeriyor. Ne zamandır sokakta böyle bir zat görmediniz ?
Camidesiniz , kürsüde bir ses var , Hakk’ı haykırıyor , hakikati haykırıyor , saatlerce sürse saatlerce dinlerim diyorsunuz . Ne zamandır böyle vaiz dinlemediniz ?
Dostlarınız var ya, gidiyoruz dediler mi , nereye gidiyoruz diye sorulmaz dosta , ne zamandır dostlarınıza , nereye gidiyoruz diye soruyorsunuz ?
Sözü kısa kesmek lazım .Bugün tasavvufi kurumlar yok mu , var , mürşidler yok mu , var , dervişler yok mu , var , kitaplar yok mu , tarihte olmadığı kadar var , dost yok mu , herkesin kendince dostu da çok , iletişim kolay değil mi , bir araya gelmeler azalıyor mu , aksine artıyor , mekanlar genişliyor , imkanlar çoğalıyor , görseller , videolar , sözler , sohbetler , konferanslar , kurslar , şunlar bunlar her şey olabildiğince var. Çekilen bir çile yok , rahat çok amma bu rahatlık özden , hakikatten uzaklaştıran bir rahatlık , taatsiz bir rahatlık , illeti , hastalığı artmış bir rahatlık.
Naylon tasavvufçular kendilerini kandırıyorlar , profanlaşan tasavvufçular bir türlü silkelenemiyorlar.
Savm u salat u haccile sanma biter zahid işin
İnsan-ı Kamil olmağa lazım olan irfan imiş ( Niyazi Mısri )

Mehmet Emin Başalp

NAYLON TASAVVUFÇULAR

Naylon
Naylon

NAYLON TASAVVUFÇULAR
Naylon kelimesini mecazi anlamında kullanıyorum , bayağı , adi , düzmece , sun’i şeklinde maalesef bu tabiri kullanmak mecburiyetindeyim çünkü artık sahih – batıl , hakiki – sahte gibi bir ayrımdan da öte bir ayrıma ihtiyacımız var. Ortada hatta hurda naylondan , plastikten yapılmış bir yığın kalitesiz malzeme var ve adı tasavvuf , tasavvufçu maalesef , naylon poşet gibi de haylide yaygın.
Naylon tasavvufu izah etmeden sahih ve batıl tasavvuf ile hakiki ve sahte tasavvuf ayrımına da kısaca değinelim ki mesele iyice anlaşılsın.Batıl tasavvuf gayri İslami olan tasavvuftur. Yani öğretisi , usulü İslam ile alakalı değil , haramları helal kılmış , içkiden , haşhaştan başını alamamış , Kuran , Sünnet ve fıkıh yerine batıni yorumlara dalmış ,ibadetleri terk etmiş bu şekilde bir tasavvuf komple batıldır , sahih tasavvuf ise İslam’dan beslenen ve içerisinde İslam’a aykırı söz ve fiillerin olmamasıdır.Dahası İslam’ı en güzel şekilde yaşamaktır.İslam nedir , İman nedir ,ihsan nedir Hadis-i Şerif’inde ihsanın sağlanmasına gayret eden çalışmalardır.
Hakiki ve sahte ayrımı ise sahih görünüm üzerinden oluşur. Fakat burada da esas ayrım noktası şunlardır. Hakiki olanlar , köklü , temele dayanan , usul , adab ve erkanı olan , başındaki mürşidinin de eğitiminden , seçimine silsile-i meratip içinde gerçekleşmiş olanlardır.Sahteler ise yeni zuhur etmiş , kökü , temeli olmayan , izni icazeti olmayan , ehil kişilerden oluşmayan , usulü , adabı , erkanı olmayan yapılardır. Nitekim bu tip yollarda yaygın usul ani bir rüya görme yoluyla veya ani bir aydınlanma ile bir takım cahil kimselerin kendini mürşid görmeleri sonucu oluşturduğu yapılardır , bu tarz kişilere tasavvuf yolunun haramileri de denir.Bu tarz kişiler ilimleri de olmadığı halde bir takım başka kitaplardan iktibas yoluyla vb , içeriğide vasatın vasatının bile daha altı ama hacmi yüksek kitaplar yazmaktan da geri durmazlar. Bu kişilerin tespiti kolaydır , çünkü çok kısa süre içerisinde bir yığın falso verirler hatta çoğu belli zaman sonra rezil olurlar.
Şunu izah edelim sahih ve hakiki tasavvufun görünümü tek tip değildir , dünyanın bir çok coğrafyasında , ülkesinde , şehrinde bir birinden farklı usul , metod , meşreb ve söylemleri vardır , fakat tüm bunlara rağmen şer-i şerife aykırı değiller ve köklüdürler. Tabi burada değerlendirmeyi tasavvufu İslam dairesinde gören bir yorum üzerinden yapıyoruz , tasavvufu tamamen İslam dışı gören bir düşünceye göre zaten bu tip ayrımların da herhangi bir anlamı yoktur.
Gelelim naylon tasavvuf nedir , naylon tasavvuf hem hakiki , hem sahih ama maalesef artık hangi sebeplerle bilemiyorum naylonlaşmış , sun’ileşmiş , adi , bayağı , faydası anlık , uzun ömürlü olmayan , çevreyi kirleten , insanların işini alelade gören , kansorejen , ucuz olduğu için kullanımı yaygın ama kıymetli olmayan gibi bir şey. Örnekleriyle anlatacağız tabi kafamızda daha iyi otursun diye. Literatürde , naylon fatura vardır mesela , ticaretle uğraşan gerçekten alım satım işi yapan kişiler bazen mal satmadığı halde mal satmış gibi gözüksün diye düzenlen faturaları kullanmasıdır amaç menfaattir.

Naylon evlilik denilen , vatandaşlık almak için veya bazen tayin çıkartmak için gerçekleştirilen evlilikler oluyor onlara deniyor. Görünürde her şey şekil şartlarına uygun ama naylon. Naylon tasavvufta da şahıs , yer , mekan vb uygun ama içerdekilerden bazılarının amacı farklı , naylon ,buda etrafa sirayet edip yaygınlaşıyor , bu işe angaje olan , öncü olanlarda naylon tasavvufçular.
Naylon tasavvufun ve tasavvufçuların en bariz göstergelerinden birisi , tasavvufi bir takım usulleri merasimleştirmek , görünür kılmak ve şova dönüştürmektir. Amaç belli bir tevazu ve edeb içerisinde samimiyet ve muhabbet meclislerinde buluşmak iken bunların şeklini , şemalini değiştirip pazarlamaya kalkışmak , her yere de ulaşamadıkça kalitesini düşürdükçe düşürüp , malzemeden kısıp iyice naylonlaştırmaktır. Örnek vermek gerekirse bunun en bariz göstergesi sema ayinleridir . hatta gerçek ismi sema mukabelesidir ama o isim bile unutulmuş halde.Bugün sema algısı toplumun gözünde tasavvuftan uzaklaşmış , bir ritüele dönüşmüş , artık düğünde , sergide , şurda burada ehil kişiler dışında usulüne de uygun olmayan şekilde icra edilir olmuştur. Hz.Mevlana gibi dünya çapında bir mutasavvıfın yoluna ilişkin ucuz , naylon merasimler.
Naylon tasavvufun ve tasavvufçuların en bariz göstergelerinden biri de ilimden uzaklaşma , hurafeye sarılma akımıdır.Şimdi bir çok tasavvufi yolda bakıyoruz , başında silsile-i meratip üzere gelmiş , ilmide olan mürşidler var , akidevi bir inanç sorunu yok , Ehl-i Sünnet vs ama bakıyoruz , tasavvufçuyum diyen kişiler ilmi çalışmalar yerine etrafta bir takım hurafe içeren ve son derece gülünç söylem ve fiillere sarılıyorlar. Şimdi tasavvufa yönelik bid’atçi ve hurafeci eleştirisi yeni bir eleştiri değildir. Eskiden bu tip eleştiriler işte zikir yaparken def çalınsa bu islam’da var mı yok mu gibisinden idi ama şimdi falanca efendinin zikirli yoğurdu falan satılıyor. Bilmem şu kadar şunlar vs okunmuş sulardan aşure yapılması merasimi yapılıyor. Bu türden garipliklerin ilim yolunu tuttuğunu iddia eden tasavvufi yollarda değil yerinin lafının bile olmaması gerekiyor.tasavvufçuyum diyen kişide ilim , irfan ve hikmet yolunu tutmalıdır.Bunların hiç birinin nebevi bir temeli de yoktur.
Hurafeciliğin bir başka versiyonu da lokal kutsiyet anlayışı atfetme hastalığıdır.Tasavvufi yola girmiş kişi , tabii olarak bir kişiye tabi olacaktır.Bu kişiye tasavvuf literatüründe mürşid denir , kişinin mürşidini sevmesi onu edeben makul şekilde ta’zim etmesi de son derece doğaldır hatta bunları özel sohbet ortamlarında yapması daha da makuldur. Fakat şimdilerde mutasavvıfımım diyen kişilerde mürşidlerine yönelik öyle bir övgü öyle bir kutsiyet anlayışı var ki , bizim hocamızın diye başladılar mı artık burada ifade bile edilmeyecek , insan üstü , hatta velilik üstü vasıflar vb izafe ediliyor birde bunu diğer insanlara empoze etmek , yaymak gibi bir çabaya giriliyor. Son derece garip hatta haddi aşan bu övgü sözlerinin ağızdan ağza yayılması ve o tasavvufi guruba has bir ifade haline gelmesi , buna karşı çıkılmaması , karşı çıkanların susturulmaya çalışılması , tüm bunlar son derece yanlış işlerdir. Tasavvufi yollarda böyle bir edepsizlik yoktur.Bu gidişatın sonu Allah korusun yanlış yerlere gider , cahil insanlar elinde iyice anlamı karışır , farklılaşır sen vur dersin öldürmeye kalkar sonra .Çok dikkatli olmak gerekir ayrıca bu hem mürşid hem mürid açısından seçilmişlik , üstünlük , bizim yolumuzdan olanlar şöyle olur böyle olur gibi anlayışlar çok sakattır.Üstünlük ancak takva iledir.Ameller niyetlere göredir. Tasavvuf kendini bilmek anlayışıdır , nefsini terbiye etme anlayışıdır , hiçlik makamına ulaşma anlayışıdır , kendini değil başkaları beni bilsin diye çabalarsan , nefsi terbiye etme yerine kendini övmeye , yüceltmeye başlarsan , hiçliğe değil görünür kılınmaya yönelirsen bir şeylerde yanlış vardır demektir bir sorgulama yapman gerekir sen tasavvufçu falan değil kolay yoldan kurtulma peşindesin veya böyle bir şey olabileceğine inanıyorsun demektir.
Allah’ın veli kulları vardır buna inancımız vardır , Allah’ın veli kullarına izzeti , ikramı vardır Allah’ın yemin etseler yeminlerini boşa çıkarmayacağı salih kulları vardır.Allah’ın veli kullarını sevmek , destek olmak vazifedir. Tasavvufi yolda da kişilerin mürşidlerini birer veli olarak görmesi doğaldır.Mürşidlerin birer veli olup olmadığı Allah’ın bileceği bir husustur diğer insanlar ancak onun zahirine , görünen yüzüne bakıp , söz ve fiillerinde istikamet üzere olup olmadığına bakar ve değerlendirirler. Burada bir anekdot girmek durumundayım , tasavvuf kitaplarında yer alan bir husus vardır , efendim imtihan için mürşid bazen insanlara garip gibi görünecek şeyler emredebilir ( Hac-ı Bayramı Veli Hz’lerinin müridlerine sizi kurban edeceğim demesi gibi ) veya yapabilir işte bu gibi durumlarda niyetini falan bozmayacaksın diye. Dünya tasavvuf tarihinde bu örnekleri toplasan , genel irşad ve eğitimin yanında devede kulak bile olamayacakken , uç noktalar sanki esasmış gibi dilimize dolanınca insanlar anlam karmaşası yaşıyor.Hiç bir mürşid ömrü hayatı boyunca müridlerini her daim imtihan falan etmez böyle bir mantık yoktur , böyle bir durum varsa da bu böyle tevil edilemez.Bir mürşidin din üzerinde ne kadar hassas olup olmadığına bakılmalıdır yoksa evet keramet haktır ama kerametlerdir vs ‘dir bu tip şeylere kişinin kendini çok kaptırmaması gerekir. Neyse sözü uzattık gelmek istediğim nokta şu mürşidleri birer veli olarak görmek tabiidir , istikametine bakılmalıdır fakat şuan tasavvufi yollarda yaygın anlayış mürşidleri birer ikon olarak görmektir.Şimdi bu hristiyanlığa dair tasviri nereden çıkardın diyeceksiniz ama maalesef gidişat bu. Mürşidinin ilmini , ahlakını , iyi işlerini takip edeceğin , uyacağın yerde şimdilerde başkalarına bu kişilerin fotoğraflarını , sözlerini paylaşma hastalığı , saçını , sakalını , kılını kıyafetini takip , övgüler onun ilminden , irfanından vb değilde bir takım fiziksel ve dünyevi meziyetlerini anlatma yoluyla oluyor ve bu şekilde aidiyet hissini artırma çabası görülüyor. Şimdi işin özü kaybolur , manevi olarak kişi bir haz alamazsa işte bu tür yollarla haz almaya kalkar .Bunun makul bir düzeyi olabilir ama tüm gidişat buna dönerse güzel sözü paylaşsan da kalabalığa karışır gider , değersizleşir gider , kıymeti kalmaz , istenilen amaca da ulaşmaz.Boş işlerle vakit geçirmiş olursun. Tasavvufi yolları , mürşidleri , hocaları , alimleri vb bu hale getirmeyelim. Bir görüntüde görmüştüm yaşlıca ve hasta bir hocaefendi , tekerlekli sandalyede stadyumda dolaştırılıyor , bu nasıl bir mantıktır , bu nasıl bir tasavvuftur ?
Naylon tasavvufçuların bir göstergesi de özden , ruhtan , muhabbetten , samimiyetten uzaklaşıp pusulayı kaybetmektir.Bazen denir ki , iş adamları o kadar yoğun bir çalışma temposuna kaptırır ki kendini artık , gecesi gündüzü iştir , ailesini ihmal eder , ibadetini ihmal eder , kendini geliştirecek işleri bırakır varsa yoksa iş , para vs. Şimdilerde de bu husus yayılıyor tasavvufta amaç ne , Allah’ın rızasını kazanmak , nefsi terbiye etmek , Müslümanlara , insanlara hizmet etmek. Din samimiyettir diyor Hadis-i Şerifler’de samimi olmak , takvalı olmak , salih ve sadık kullarla beraber olmak. Fakat tasavvuf yoluna girdim diyen başlıyor faaliyet üstüne faaliyet , daha fazla inşaat yapalım , daha büyük inşaatlar yapalım , inşaatlar yapmışsın ama gönülleri yıkmışsın bu süreçte bir düşün bakalım. Daha fazla sohbet yapalım , daha çok kişi katılsın , daha fazla kitap basalım daha fazla dağıtalım , daha büyük kermes yapalım , daha çok konferans yapalım , gezilere gidelim , biz en uzağa gidelim , biz en büyük otelde kalalım vs vs daha çok daha çok daha çok. Yaptığın hizmette vakar olacak , gösteriş değil , rekabet değil. Tabi bu daha çokların , reklamları şunları bunları da çabası. Bir kere burada insanlara hizmet ediyorsan hizmet etme şuurunda olacaksın şirket gibi bir anlayış olmaz , buralar senin mülkünde de değildir , daha fazla daha fazla durumu samimiyeti öldürür iç huzuru bulamazsın.Eğer niyeti de bozup buradan mal , makam , mevki ve şöhret elde etme amacına da yönelirsen kendine etiket eklemeye kalkarsan vay ki vay , görünürde derviş olsan ne olur . Tasavvufi yollarda bu hususlar icra edilirken arada oturup bu niyet sorgulamalarını , istişarelerini yapmak gerekir. Burada eksiklik bu sorgulamalar az yapılıyor ki görünen yüzde hep etiketli kişiler vb , yahu kendi halinde salih , sessiz kişiler de vardır onlara da bir danışılsın , itibar edilsin , bu tip hizmetlerde başı yetenekli kişilerde çeksin ama kalender insanlarda olsun. Tevazu , güleryüz, dürüstlük , ahlak , liyakat aransın.Aksi halde sıkıntı şu olur insanlara tasavvuf denilince veya bir tasavvuf yolu denilince kötü bir örnek olarak dejenere olmuş bir kişinin adı , yüzü veya icraatı akla gelmemelidir.
Su-i misal , misal olmaz demişler evet kötü örnekler , örnek olmaz.Tabii ki , sahih ve hakiki tasavvufun varlığının insanlara faydaları çoktur , bunca yıl İslam’a hizmetleri çoktur lakin yukarıda bahsettiğimiz hususlar bu tip kişiler bu guruplar içinde görülür oldu. Maalesef kötü şeylerin çabuk yayılma gibi bir özelliği vardır.İnsanlar bu konularda şuurlanmazsa bu tip kötü niyetli kişiler daha pervasızlaşabilir.Tasavvuf kal , konuşma ilmi değil , hal , yaşama ilmi demişler.Bunu insan kaybederse konuştukça konuşursa , özünden koparsa , haddi aşarsa hem kendine hem cemiyete zarar verir.İlim yolundan ayrılıp hurafelere yapışan olursa elimizle ve dilimizle de üslubunca düzeltmek zorundayız.Bu naylon , plastik adamları ya yontmalı ya kenarda tutmalıyız.
Tasavvuf yolu , dervişlik yolu zor bir yoldur , izah etmeye kalksak sayfalar yetmez. Batıl ve sahte tasavvuf yolları , yüzyıllardır tasavvuf karşıtlarına koz vermiş ve sahih ve hakiki tasavvuf yolu mensupları yüz yıllardır bu üç anlayış ile mücadele edip birde hakiki tasavvufu yaşamış ve günümüze getirmişse , şimdi tutup birde kendi içimizde böyle ucuzlukları , pespayelikleri ve bayağılıkları yaygınlaştıramayız. Gerçi bu her alanda vardır , mimariye bakıyorsun nerede Mimar Sinan’ın Süleymaniye’si nerede şimdi bu beton camiler , sanata bakıyorsun nerede o güzelim musikiler , şimdilerde müzik adı altında gürültüler , duvarına hüsn-i hat asacağı yerde Çin malı levha asan kişiler. Artık bilemiyorum buna zevksiz kişiler mi , bu köylülük anlayışı mı , cehalet mi , tahsilli cehalet mi , kültürümüzden kopma mı , popüler kültürden çokça etkilenme mi , planlı yozlaştırma projeleri mi artık ne derseniz diyin tüm bu niteliksiz anlayışlar kişiler vasıtasıyla bu naylon tasavvufçular yoluyla tasavvufa bulaşıyor. Buda yine eğitimle olur , anlatmayla , usulünce uyarmayla olur.Bu naylonlaşmaya karşı topyekün mücadele vermek durumundayız.23.03.2017

Mehmet Emin Başalp