KARARSIZ OLMAYIN

KARARSIZ OLMAYIN
Türkiye 16 Nisan’da “Cumhurbaşkanlığı Sistemini” oylayacak , efendim bu sistem ne getiriyor ne götürüyor , bize faydası nedir , ilerde ne olacak , niye değiştiriliyor , niye evet diyoruz anlamadım , niye hayır diyoruz anlamadım , bu maddeleri halk okudu mu , benim bazı maddelere çekincem var gibisinden kararsız olduğunu iddia edenler var şimdi Türkiye gibi bir ülkenin siyasi atmosferini solumuş , geçmişi analiz edebilecek bir kapasiteye sahip bir kişinin kararsızım demesi pek mümkün değildir , kararı vardır da gizliyordur.Yoksa herkesin kafasında az çok oyu şekillenmiştir.Ya evet ya hayır diyordur.
Şöyle bir geçmişe bir baksak , Hz.Adem ‘den beri Hak ve batıl mücadelesi var diyeceğim ama okurlarımdan özür diliyorum , şimdi bu seçimde de hak ve batıl mı var diyeceğiz aman aman bu halkı ayrıştırmak , ötekileştirmek , kutuplaştırmaktır , insanlık ve nefret suçudur , kötü bir ifade ve taktiktir , kim bunları bu milletin aklına soktu bilmiyorum. Efendim geçmişe bakalım desek de öyle Hak’tır , batıldır , millidir , gayrimillidir , şudur , budur falan böyle ayrımlara girmiyoruz. ( İroni yapıyorum tabi , yanlış anlaşılmasın bu mücadele kıyamete kadar var olacaktır )
Ayrımcılığı , ötekileştirmeyi , kutuplaştırma nedir ne değildir bilmeyenler kusura bakmasınlar bu kelimeleri dillerine de pelesenk etmişler tekrar edip duruyorlar. Ayrımcılık siyah – beyaz diye ayırmaktır.Ayrımcılık etnik özelliklerden , mezhep özelliklerinden , fiziksel özelliklerden vs kişilere haklarını vermemektir , başka muamelelere tabi tutmaktır. Tabi ki böyle bir ayrımcılığa herkes karşıdır.Siyasette ayrımcılık olur mu ? hayır olamaz diye hemen fevri bir cevap vermeye gerek yok , makul görülen ayrımcılıklar vardır , monarşi bir tür ayrıcalıktır , o aile ve soyuna yönetim yetkisi vermektir. Yine İngiliz Lordlar Kamarası bir ayrıcalıktır , bir takım ünvanlara sahip olanlar o meclise girebilmektedir. Efendim , Halife Kureyş’ten olmalıdır şeklinde , Hz.Peygamber’in vefatından sonra Hz.Ebubekir Efendimizin seçiminde savunulan görüşte bir tür ayrıcalıktır.
Ötekileştirme nedir , bir grup içinde veya geniş olarak söyleyelim bir insan topluluğu içerisinde bir takım kişi veya kişilerin kendilerinin meziyetlerini , fikirlerini üstün görme , bir grubunda meziyetlerini , fikirlerini noksan görme yoluyla yaptıkları değerlendirme ve kimliklendirme çabasıdır. Şimdi ötekileştirme iyi bir şey midir , değildir ama insan ötekileştirme yapamaz diye bir şey yoktur bu bütün toplumlarda hayli yaygındır ve insanlar nefret ve şiddet boyutuna ulaşmadıkça devamlı suretle ötekileştirme yapmaktadırlar. Dünya’nın her yerinde vardır , şehirli , bedevi ayrımı yapmakta , avam , havas ayrımı yapmakta bir ötekileştirmedir. Yeri gelir alimler , cahiller demekte bir ötekileştirmedir. Kadınlar diye bir cümleye başlamakta cinsiyetçi bir ötekileştirmedir. Bu bizler ve onlar ayrımıdır. Bizi , kişi kendi tarif eder , onları , kişi kendi tarif eder , herkesin kendi bizinin karşısında bir onları vardır.Bir toplumda ötekileştirme yoktur , olmamalıdır diye anlamsız iddialara girişmeye gerek yoktur. Çünkü insanlar arasında keşke olmasa ama tefrika olmaktadır. Lakin Hadis-i Şerif’te bir husus vardır İslam ümmeti dalalette birleşemez çok şükür , bir ihtilaf halinde de çoğunluğa tabi olmak gerekir. İslami bir şiar varsa budur , marjinallik veya marjinal görüşlerin taraftarı olmak , ötekileştirmeye uğradığını iddia etmek suretiyle kendini ayrı tutmaya çalışmak takdir edilecek bir davranış değildir.Burada şu da anlaşılmasın tabi ki doğruyu ve Hakkı tek kişi olsan bile savunmalısın ama burada kast ettiğimiz bir yargılama ve adalet kriteri değil bu öyle bir mevzuda olur. Adalette ötekileştirme olmaz , kastettiğimiz insanlar arasında görüş ayrılığına yol açan fikir ve uygulamaların tartışılmasından doğan ötekileştirmedir.

Kutuplaştırma nedir , izah etmeden şunu belirtelim her şey zıddıyla kaimdir.Bu dünya böyle yaratılmış. Diyalektik düşünce diye sunulan , Mark’sın vb ‘lerinin öne sürdüğü de budur. Artı kutup varsa eksi kutupta vardır. Şimdi gelelim kutuplaşma nedir , kutuplaşma kişilerin bir birine zıt iki görüş etrafında kenetlenmesi ve karşı karşıya gelmesidir.Kutuplaşma bir topluma zarar verir mi , verebilir. Kutuplaşmanın zıddı nedir , çoğulculuk falan denir işte her görüşü uzlaştıralım şeklinde. Buda her şeyde mümkün değildir çünkü bazı kırmızı çizgiler vardır , adam öldürme suçtur , hırsızlık suçtur herkes bu konularda uzlaşıveriyor ama içki içmek suç olsuna gelince uzlaşma olmuyor. Her şeyde kutuplaşma olmasın amenna ama bazı şeylerde karşı karşıya gelmekten başka çare yoktur. Bir şeyde kırmızı çizgi , iddia ve adaylık varsa kutuplaşma tabii sonuçtur zaten İslam idare sisteminde bu husus az olsun diye adaylık usulü yoktur , bir grup münasip bir kişiyi seçer.Şimdi biri çıkıp bu sistemi savunsa irademiz elimizden alınıyor diye yaygara kopar.
Mesele uzunda yukarıda izah etmeye çalıştık şimdi bir referandumda evet veya hayır şıkkı olur , bu referandumda süresince yapılan propagandaya da ayrımcı ve ötekileştirmeci denemez. Dense dense toplum kutuplaşıyor denebilir ama benim kanaatim kutuplaşan bir toplum ve Türkiye yok , çünkü sistem tartışmasından kutuplaşma çıkmaz , çıksın diye çıkarmaya heveslenen hayırcılardır.
Kutuplaşma iki zıt görüş arasında çıkar parlamenter sistem ile başkanlık sistemi bir birinin zıddı değildir ki ; bunu bir birine zıt iki sistemmiş gibi sunan bu sistemlerin ne olduğunu bilmiyor demektir. Başkanlık sisteminin zıddı parlamenter sistemdir ee bunların uzlaşı noktası yarı başkanlıktır gibi absürt görüş öne sürmek gibidir. Neticede bu bir sistem değişikliği oylamasıdır.

Cumhurbaşkanı ve başbakan olan bir sistemden sadece cumhurbaşkanı olan bir sisteme geçiliyor. Burada hukuk düzeni değişmiyor , anayasal sistem değiştirilmiyor , ülkenin yönetim yapısı oylanmıyor , üniter ve federal sistem bir birinin zıddıdır misal böyle bir oylama yok. AB’den çıkmayı İngiltere nasıl oyluyorsa öyle bir oylama yapacağız . Monarşi gelsin gelmesin oylaması yapılmıyor , kominizmden çıkalım mı oylaması yapılmıyor hatta ve hatta laiklik ilkesi bile oylanmıyor.Bu oylamayı rejim oylanıyor şeklinde ifade etmek ve sunmak kötü niyettir.
Uzun uzun izah etmekten yoruldum ama Türkiye siyasi tarihinin istikrarsızlık ürettiği bir vakıa , bunun bir şekilde aşılması gerekiyor bu sistem değişikliğinin en temel getirisi istikrara sağlayacağı katkı buda ülkenin projelere yoğunlaşacağı , kısır siyasi çekişmelerden uzaklaşacağını gösterir.Türkiye’nin güçlenmesini herkes istiyorsa eleştiriler neye karşı.
Cumhurbaşkanlığı sistemi ülkede var olan hangi hakkı ortadan kaldıracak veya hangi özgürlüğü kısıtlayacak bu tür bir eleştiri getiren var mı , yok . Cumhurbaşkanlığı sistemi hangi ekonomik sıkıntıyı beraberinde getirecek veya hangi dış politikayı bize zorunlu kılacak bunun izahını yapan oldu mu , çünkü yok. İşinde gücünde işçinin , okulundaki öğrencinin , üretimdeki çiftçinin , görevindeki memurun doğrudan veya dolaylı olarak ne gibi bir etkilenmesi olacak. Kafamızda şöyle bir algı varsa yıkıp atalım , artık her şeye başkan karar verecek o ne derse o olacak yok böyle bir şey.Bu algı temelsiz bir algı olup temelsiz bir tek adam sistemi eleştirisi üretmektedir.
Ayrıca tek adamlık eleştirisi son derece komiktir , en marjinalinden başlayalım uç sol , marjinal solun ideolojileri zaten tek adam üzerinedir , kominizm , sosyalizm tecrübesi yaşayan bütün ülkelerde tek adam despotizmi vardır ama bu onlara göre devrimciliktir , çünkü diğer partiler ve diğer adaylar gereksizdir.
Başkanlık bu haliyle kuvvetler ayrılığını tam sağlamıyor diyen dindar ve sağ partimiz ise kendi parti kongrelerinde ilkemiz tek aday ve tek listedir hususunu hep deklare eder. Kamplaştırma , kutuplaştırma hususuna ise hiç girmiyorum siyasi varlık sebepleri bu söylemlerdir.
Bir diğer partiye ise parti demekte mümkün değil terör örgütü uzantısı bir parti , eş başkanlık vb çok demokratik göründüğünü iddia eder ama bazı eli silahlı liderlerinin emirlerine karşı dahi gelemez.
Gelelim hayırın başını çeken partiye , geçmişi vukuatlarla dolu bir parti , bu ülke tek parti rejimi yaşadıysa bu parti yaşatmıştır. Bu ülkede demokrasi , insan hak ve hürriyetleri ile inanca karşı çıkıldıysa bu parti nedeniyle çıkılmıştır. Parti içinde demokrasi olduğunu da iddia ettikleri halde bir türlü kendi aralarında birlik ve beraberlik sağlayamamış olup , devamlı kongreler , tartışmalar bu partide yaşanmaktadır. Tek adamlıkları da , çoğulculukları da problemli ve çelişkilidir. Halkçı olup halktan uzaktırlar.Millete tepeden bakma alışkanlığından vazgeçmemişler , milletin tercihine saygı duymamışlardır.
Dahası bu tek adamlık eleştirisi tamamen samimiyetsiz bir eleştiridir. Önce sen kendi partinde ne kadar çoğulcusun onu izah edeceksin öyle çıkıp konuşacaksın. Biri Castro’ya övgü düzer , tek adama karşıyım der , öbürü kendi liderine , kurucusuna bir küçük eleştiriye dahi tahammül edemez yok sistem şöyle olur böyle olur , yani şu eleştirilerinizi samimi yapın. Cumhurbaşkanlığı sistemine hayır diyenler bizim derdimiz tek adamlık falan değil , bu sistem olursa biz iktidar yüzü göremeyiz de ondan hayır diyoruzu açık , sarih ve net şekilde ortaya koyun.
Başkanlık sisteminde iktidar olmak , seçilmek zordur. Çünkü başkanlık sisteminde bir partiyi bölüp , iktidarı alaşağı etmek yoktur. Bakınız RP – DYP hükümeti zamanında DTP’nin ortaya çıkışı , başkanlık sisteminde dördüncü olmuş o zaman % 14 oy almış Ecevit’in hükümet krizleri nedeniyle başbakan olması , azınlık hükümeti kurması mümkün değildir , seçim sonucunda bir birine en sert eleştiriyi yapmış partilerin hükümet kurmak zorunda kalması düşünülemez ANAP – DYP hükümeti gibi , başkanlık sisteminde yüzlerce tur sonunda cumhurbaşkanlığı seçememek yoktur , Fahri Korutürk sonrası gibi , başkanlık sisteminde 367 krizi yoktur , başkanlık sisteminde marjinal görüşleri savunup iktidara gelemezsin. Hülasa başkanlık sisteminde aldığın az oyla hükümet denkleminde santranç oynayıp , kenarda bekleyip , kötü durumdan yararlanıp daha fazla yetki alamazsın. Başkanlık siteminde milletin önüne çıkıp , desteğini alacak karizmaya ve birikime ihtiyaç vardır. Başkanlık sitemi çalışmak gerektirir , nitelik gerektirir.
Şimdi bu beceriden , geçmişten , tabandan yoksun olan bütün partiler hayır diyor çünkü halkın değerleri ile , inancı ile sorunu olan parti diyor ki , benim oy potansiyelim zaten belli benim iktidar imkanım bitiyor hayır diyorum diyor ama böyle diyemem meclisin etkinliği azaltılıyor demem lazım , başkan iyi denetlenmiyor demem lazım diyor. Öbür hayır diyen dindar parti ise bizden biri başkan seçilirse bizim parti içi vesayet biter , kontrolde edemeyiz , karizmatik adayda falan kontrolümüz dışında olur diyor aslında ama oda bunu açıkça diyemiyor , kuvvetler ayrılığı kamil manada değil biz esasında karşıda değiliz ama bizim istediğimiz başkanlık bu değil diyor. Marjinal uç partilerin ve terör partisinin hayır demesi ise zaten gayrimillilik ve kötüniyet , izaha bile gerek yok.

Başkanlık sisteminde ya kötü bir aday seçilirse endişesi , halk tepkisel bir şekilde başka adaya yönlenirse yönünde görüşler. Bu başkanlık sisteminde ne kadar mümkünse parlamenter sistemde de o kadar mümkün. Şimdi başkanlık sistemi malum iki turlu ve neticede halkın ayrıdan fazlasının oyunu alarak seçiliyor. Seçilen kişide rastgele seçilmiş muamelesi yapmak doğru değildir.
Başkan adayı olmak zor , mecliste gurubu bulunan ve seçimlerde % 5 oy alan partiler ve 100.000 seçmen imzası ile aday gösteriliyor. Efendim kendine çok güveniyorsan bir parti kurup % 5 oy alırsın sonrada bir sonraki seçim başkan adayı olursun. Şimdiki seçimde de siyasi başarısı olmayan başbakan olamaz , hükümet kuramaz.
Burada mesele şudur , uzun iktidar dönemi muhaliflerinde yüksek tepkili ve bilenilmiş bir anlayış geliştirir. Bu da son derece normaldir , kişiler kendilerine yakın bulmadıkları yöneticiler iktidarda bulundukça daha fazla keskinleşirler. Bugün cumhurbaşkanlığı sistemi oylamasına hayır diyenlerin ortak motivasyon noktası budur. Fakat bu muhalefet anlayışı gerçeklikten uzaklaşırsa , kişisel nefrete , devlet ve millet aleyhine savrulursa sorun vardır.
Sen bu ülkeyi yönetmeye talip oluyorsun , milli bir duruş gerektiren uluslar arası konularda devletini ve hükümetini savunmuyorsun. Başka ülkelerde kendi ülkeni kötülüyorsun. Kökü dışarıda bu ülkeyi yıkmak ve parçalamak için tasarlanmış örgütlerden sırf hükümete muhalif diye medet umuyorsun , susuyorsun , inanmıyorsun. Ülkenin güçlendiğine ilişkin iddialarla dalga geçiyorsun. Kusura bakma senin muhalifliğin artık kontrolsüz , devlete ve millete karşı yönelmiş sinir harbi içerisinde bir muhalefettir. Eleştirilmeyi hak ediyorsun.
Kararsız olunamayacağını yukarıda da izah ettim. Tarihsel olarak tanzimattan beri 200 yıldır batılılaşma çabası içerisinde kendi ayakları üzerinde durabilen güçlü bir ülke düşlemekteyiz. Birileri buna ancak batıya yüzümüzü dönmekle olabileceğine inandı. Fakat biz dünyanın en büyük 10 ekonomisi içerisine girmiş , üreten , geliştiren , eğitimi yüksek , bölgesine ve İslam dünyasına liderlik eden , dünyada hak ve hakikati savunan , mazlum ve mağdurlara yardım elini uzatan adil , birlik içerisinde bir ülke hayal ediyoruz. Bu uğurda çalışmayı bir dava meselesi olarak görüyoruz. Bu ülke kendi kaynaklarını kendi işleyen , hakkını , emeğini dünyanın emperyal güçlerine kaptırmayan , kendine güvenen , topraklarına emperyal güçler tarafından göz dikilmeyen , İslam kardeşliğini sağlayan tam bağımsız bir ülke olsun istiyoruz. Bu ülke ezilmişlik , geri kalmışlık duygusunu atsın istiyoruz. Kararın bu yöndeyse oyunu buna göre kullan değilse parçalanmış iktidarlardan memnunum diyorsan eski sistemi savun.
Bu referandumun 2010 referandumu ile benzer bir yönü yoktur o daha sonra şöyle ifade edilmişti bizi batıya yaklaştıran bir değişiklik bu değişiklik ise bizi batıya mı yaklaştırıyor yoksa uzaklaştırıyor mu ?
Fakat 200 yıldır bize biçilen yönetim sistemi ile artık Türkiye’nin ivme kazanması mümkün değildir.Türkiye’nin idari meselelerde tartışmayla geçirecek vakti yoktur. İçeride ve dışarıda söz sahibi olabilmek için güçlü bir idareye ihtiyaç vardır.Bir işletmeyi bile ayakta tutan işletmecisidir. Bu ülke kendi kendine , iddiasız şekilde kalkınacak , gelişecek değildir , bunu sürdürülebilir kılmak zorundayız.
Çünkü ülkemiz güçlendikçe yedi düvel birleşip üzerimize saldırıyor , biz kolay bir coğrafyada yaşamıyoruz. Bu referandum tercihi basit bir tercih değildir , evetin ve hayırın hem ülke içinde hem de dünyada önemli anlamları vardır. Bu taraf olunmayı gerektiren bir oylamadır.Bu oylamaya ilişkin görüş belirtmenin ne ayrımcılıkla ne ötekileştirmeyle ne kutuplaştırmayla alakası vardır. Güçlü bir yönetim Türkiye’yi güçlü kılacaktır , güçlü bir Türkiye tüm insanlık için gereklidir.Bu boş bir hamaset değildir buna inanmayan kendini küçük görmektedir. Biz Nepal , biz Brezilya biz Moldovya değiliz , biz bir cihan imparatorluğunun mirasçısıyız. Bunun şuurunda bir oy kullanacaksınız, bu ülke vatandaşlarını heyecanlarını diri tutmak zorundadır.İçine kapanık , bitik bir Türkiye’yi savunanlar bu ülkenin iyiliğini istemeyenlerdir. Neticede gelin bu referandumda oyumuzu Güçlü Türkiye’den yana kullanalım. 20.03.2017

Mehmet Emin Başalp

AB Macerası Nereye Gider ?

IMG_6079 AB MACERASI NEREYE GİDER
Öncelikle biz bir Avrupa ülkesi miyiz sorusuna cevap arayalım ? Coğrafi bir değerlendirmeyi günümüz sınırlarımız üzerinden , bugünden yaparsak yanılırız , Avrupa kıtasında az bir toprak parçamız olabilir lakin bizim eski sınırlarımız Viyana’ya dolayısıyla Orta Avrupa’ya dayanıyordu.Sınır Komşularımız o zamanki , Almanya , Avusturya , İtalya , Lehistan ( Polonya ) vs idi. Biz yüzyıllarca siyaseten Avrupa’nın göbeğindeydik her gelişmenin , savaşın , barışın tarafıydık. Biz siyasi olarak Avrupa ülkesiyiz , Avrupa denilen o sahanın, o alanın içerisindeyiz. Biz Asya ülkesiyiz , biz Ortadoğu ülkesiyiz gibi bir iddiayı temellendirmek kanaatimce gerekçelendirildiğinde Avrupalı olduğumuzdan çok daha zordur.
Gelelim kültür ve medeniyetimize her ne kadar bir geçiş ülkesi olduğumuz , çeşitli kültürlerden özellikler barındırdığımız bir realite olsa da biz doğuluyuz , bu tartışılması bile abes bir durumdur. Avrupa kültür ve medeniyetinden gelmiyoruz biz ancak onların emperyalizm , modernizm yahut popüler kültür yoluyla dünyanın herhangi bir yeri gibi etkilenmiş ve siyasi , iktisadi ve hukuki etkilerine isteyerek veya istemeyerek maruz kalmışızdır. Her ne kadar benzemeye de çalışsak bu sahada Avrupalı olmamız kesinlikle mümkün değildir , eşyanın tabiatına aykırıdır. Dini , kültürü ve medeniyeti farklı olan milletimizin bu yönden Avrupalı olması düşünülemez.
Siyaseten Avrupalı olmak veya Avrupa siyasi gelişmelerinden etkilenmek , Avrupa Birliği’ne dahil olmayı gerektirir mi ? İzahı tabi bunun uzun , biz yüz yıllardır Avrupa siyasetinin tarafı olmakla birlikte son 200 yıldır kültürel , siyasi ve hukuk anlamında da batılı olma , batılılaşma çabası içerisinde olduğumuz için bu çelişkiyi yaşamaktayız. Çünkü kültürel , siyasi , hukuki her anlamda batılaşmaya çalışan bir ülke neden Avrupa’nın en büyük ve önemli ülkelerinin olduğu Avrupa Birliği’ne katılmak istemesin , kendini onların arasında onlar gibi hissetmesin. Bu kendi içerisinde tutarlı bir istektir veya bir sorudur ayrıca geri kalma düşüncesinin de bizi batılılaşmaya ittiği düşünülürse bu soru daha çok yıllar sorulmaya , tartışılmaya devam edecektir.
Tüm bu batılaşma çabasına rağmen AB’ye katılabilir miyiz ? , AB bizi alır mı ? AB ‘nin bize faydası var mı ? AB ‘nin zararı var mı ? AB salt ekonomik birlik olsa neden kültürel ve siyasi farklılıklar sorun olsun veya askeri bir birlik olsa neden başka kriterler aransın. Demek ki , AB özünde Avrupa değerleri üzerine kurulu bir birliktir bunu kabul etmek gerekir. AB değerleri denilince AB metinlerin de yer alan hukukun üstünlüğü , demokrasi , özgürlük , insan hakları vb gibi hususlar mı anlaşılır. Şimdi bunlar evrensel değerler değil midir ? biz bu değerlere uzağız , uzak kalacağız diye muhalefet etmek mantıklı mıdır ? Sorular soruları getirmekle beraber işin görünen ile görünmeyeni arsında hayli fark olup AB ile uyuşamayacağımız alanlar siyasidir. Bu bizim dini görüşümüzün yansıdığı siyaseti de , bizim milli görüşümüzün de yansıdığı siyaseti , bizim ekonomik , sosyal ve kültürel görüşümüzün de yaşadığı siyaseti kapsar.
Din üzerinden yansıyan siyasi görüşümüz nedir. Bugün AB ülkeleri içerisinde bulunan bütün ülkelerin mezhebi farklıları olsa halkalarının mensup olduğu din Hristiyanlıktır. Türkiye ise Müslüman bir ülkedir.İslam’ın ortaya koyduğu değerler ve ümmet anlayışı AB ile bizim aramızda en büyük engeli teşkil etmektedir. Zaten 200 yıldır bu ülkede en önemli tartışma konusu budur , 200 yıldır İslam değerlerini savunanlar ile batılı değerleri savunanlar arasında amansız bir mücadele ve direnç vardır , bu basit bir mevzu olmadığı gibi bunun nihayete ermesi de mümkün değildir. Çünkü yaşadığımız coğrafya şunu kabul edelim yüzlerce sene Hilafetin merkezliğini yapmış bir coğrafyadır. Hilafetin merkezi olmuş şehir ile hristiyanlığın merkezi olmuş şehri bir araya getiremez bir potada eritemezsin. Bu nafile bir çalışmadır. Çünkü AB değerleri denildiğinde insan hakları , özgürlükler , demokrasi vb adı altında bir çok çalışmada yapsan bir çok alanda benzeşsen çalan 9.senfoni ( AB marşı olarak ) sana o ruhu , o heyecanı vermez , veremez.9. senfoniden kim zevk alıyor ve heyecanlanıyorsa AB değerlerine uyum sağlayan onlardır.
Bizim milli değerlerimizde AB ile uyuşma konusunda bizi zorlar çünkü din üzerinden motivasyonu sadece dini inanç değil aynı zamanda milli duygularda kenetler. Çünkü biz yıkılan bir impartorluğun mirasçısı ve aynı zamanda sevr travmasını yaşamış bir devlet ve milletiz. Bu eski imparatorluk kültürü ve her daim başta batılı olmak üzere düşmanlarımız tarafından vatanımız ve milletimiz üzerinde oyunlar oynanma emelleri bitmeden , AB gibi durağan ve milli menfaatleri törpüleyen ve kısıtlayan bir birliğe sempati oluşması beklenemez.
Siyasal İslam arasında gel gitler yaşansa da AB ve batılılaşmaya en eski ve yaygın muhalefeti bu grup oluşturmuştur. Milli kanatta ise farklı gerekçelerle AB karşıtı olan ulusalcılar istisna teşkil etse de AB ile bir mesafe algısı yaşanmıştır. İslamcıları batı tarzı yaşam şekli , İslam düşmanlığı tedirgin ederken milli olarak ise Kıbrıs’ından ,PKK’sına kadar batı destekli politikalar tedirgin etmektedir.Fakat tüm bunlara rağmen batı ve AB sevdasında da vazgeçilmemiştir. Net bir şekilde AB ile ilişkilerin tamamen koparılması savunulmamıştır. Çünkü batı ve AB ile bizi ilişkilere zorlayan bir takım nedenler vardır.
Bu nedenlerin birincisi bizim her sahada rakibimiz olan devletlerin ekseriyeti Avrupa’da olup AB üyesidir.Türkiye içine kapanık ve yalnız bir politika izlediğinde başarılı olabilecek bir ülke değildir. Burada 90’lı yıllara kadar soğuk savaş dönemi olduğunu unutmadan bir taraf seçme mecburiyetimiz olduğunu ve işbirliği içerisinde olabileceğimiz sahayı görmemiz gerekir. Avrupa’ya sırtını dönmüş ve yok saymış bir Türkiye’nin bugün bir çok sahada geri kalmış , donuk ve bürokratik bir ülke olması muhtemeldi. Oysa soğuk savaş bittikten sonra ise Türkiye’nin dış politikası geçmişe göre rahatlamıştır. 80 ‘li yıllarda merhum Özal’ın ekonomik hamleleriyle Türkiye bugün dünyanın en büyük 17. Ekonomisi olmuştur. Yani Türkiye kuruluşundan itibaren büyümektedir. Asya’da büyümek ile Avrupa’da büyümek arasında fark vardır. Kore’nin büyümesi ile Türkiye’nin büyümesi bir değildir. Türkiye özgül ağırlığı yüksek bir ülkedir. Şöyle basitleştirelim Rusya’da bir Avrupa ülkesidir , Rusya AB üyesi olabilir mi ? olamaz çünkü AB için hayli büyüktür. Türkiye’de giderek AB için hayli büyük bir ülke olmaktadır. Türkiye ekonomik anlamada , siyasi anlamda , bilimsel , teknolojik , askeri vb her alanda büyüdükçe AB ‘den uzaklaşacaktır.
Bizi batılılaşmaya zorlayan diğer neden önemli bir neden Osmanlı’dan miras , siyasi geri kalmışlık ile siyasi , idari ve hukuki reform çalışmalarıdır. Bunun yanında son 200 yıl içerisinde yaşanmış onca darbe ve girişimler , insan hak ve hürriyetlerinden ki ihlaller , idari altyapıda sorunlar ve tartışmalar neticesinde Türkiye bu alanda kendini netleştirmeden batı ve AB ‘ye yüzünü dönmekten vazgeçemez. Türkiye yönetim sistemi tartışmalarını nihayete erdirmelidir. Şahsi kanaatim başkanlık sistemi bu alanda Türkiye’nin vermiş olduğu en net kanaat olup Türkiye’yi AB ‘den uzaklaşacaktır. Türkiye’nin sivil bir anayasaya kavuşması , idari yönetimini oturtması , kanunlardan en basit yönetmeliğine kadar tartışmasız şekilde hukuki çalışmalarını tamamlaması , işler ve halkın memnun olduğu bir bürokrasiye kavuşması Türkiye’yi AB ‘den uzaklaştıracaktır. AB iyi örnek olmaktan çıkıp iç memnuniyet artacaktır.
Bizi batılılaşmaya zorlayan bir diğer neden ise ekonomik ve teknolojik gelişmelerdir.Fakat küreselleşen dünya’da artık batı ekonomileri ve teknolojisine bağımlılığımız giderek azalmaktadır.Bugün Japonya , Çin , Kore , Meksika , Hindistan veya herhangi bir Afrika ülkesi ile ticaret yapma potansiyeline sahibiz.Türkiye batının pazarı olmak yerine başka ülkeleri kendi pazarı haline getirebilecek bir potansiyele sahiptir.Ayakları üzerinde durabilen bir ülke çok daha rahat manevra yeteneğine sahip olabilir.Nitekim İslam ülkeleriyle girişilen ekonomik ve kültürel işbirlikleri AB ve batıdan bizi uzaklaştıran nedenlerdendir.
Türkiye’nin sadece batıyı gördüğü dış politikadan vazgeçmesi bizi AB’den uzaklaştırmıştır.Türkiye’nin bölgesinde lider ülke olma potansiyeli ve liderliğini pekiştirmesi bizi AB’den uzaklaştırmıştır. Türkiye’nin İslam ülkeleri nezdinde itibarı ve etkisi bizi AB’den uzaklaştırmıştır.Türkiye’nin tüm dış ve iç tehditlere rağmen birliğini muhafazası bizi AB’den uzaklaştırmıştır.Türkiye’de yapılan daha çok siyasi alanda bir çok hukuki düzenleme bizi AB’den uzaklaştırmıştır. Türkiye’nin ekonomik olarak büyümesi bizi AB’den uzaklaştırmıştır. Türkiye’de eğitimin artması ve kendine güveninin gelmesi , geri kalmışlık psikolojisinden uzaklaşması yani ifade etmek istediğim “ diriliş “ psikolojisine bürünmesi bizi AB’den uzaklaştırmıştır. Soğuk savaşın bitmesi ile gerek ortadoğuda gerek tüm İslam dünyasında Müslümanların batılılarca hedef alınması halkı Müslüman Türkiye’yi derinden yaralamış ve bizi AB’den uzaklaştırmıştır. Görüldüğü üzere bizi yıllardır süregelen bazı gelişmeler AB’den hayli uzaklaştırmış olup aradaki hukuki bağında sona ereceğine az bir zaman kaldığı hissediliyor.
Şimdi şu soruda gelebilir AB ile uzaklaşıyoruz derken yakınlaşma çabaları ve gelişmeleri bir tezat değil mi ? AB reformları neticesinde hukuki düzenlemeler , AB ile müzakare süreci , AB Bakanlığı vs. Evet başta bakıldığında tezat gibi gözükebilir ama tezat değil burada uzun süreli bir süreçten bahsediyoruz taleplerin netleştiği bir durum yok. Japonya’nın AB üyesi olması mümkün müdür , değildir ama biz yukarıda izah ettik Avrupa ülkesiyiz bize net şekilde hayır denemedi. Yine yukarıda izah ettik bizi AB ‘ye yönelten sebepler vardı , bizde talipliydik ilişkileri kesemedik ama neticede öyle bir zaman gelir ki istekliler isteğinden vazgeçebilir. İngiltere AB’ye girmek zorunda değildi ama konjoktür itibarı ile dışında kalamadı ama bir an geldi ki AB , İngiltere’ye küçük geldi , ayrıldı. Sebep kurumların , hukukun , kültürün , dinin vb benzeşmemesi değil tamamen siyasi.
İşte Türkiye’de kendini AB’den uzaklaştıran güçlenme politikalarından vazgeçerse AB’ye yakınlaşır yoksa AB’ye daha fazla hukuki düzenleme , daha fazla batılılaşma çabası vb ile yaklaşamaz.Siyasi istikrarsızlık yaşan bir Türkiye yüzünü yeniden batıya döner , dış politikası çıkmaza giren bir Türkiye yüzünü batıya döner, ekonomisi çöken bir Türkiye yüzünü batıya döner. Halkın memnuniyetsizliği artmış bir Türkiye’de halk AB’den medet ummaya başlar. Olayları detaylıca düşünelim , tarihi , ekonomik ve siyasi gelişmeleri görmezden gelmeyelim. Ülkemizi güçlü bir Türkiye haline getireceksek , AB macerasının sonuna yaklaştığının farkındaysak , AB’ye ihtiyacımız kalmadığının inancındaysak , kararımızı AB’ye karşıyız ve ayrılıyoruz demek suretiyle belirtmek zorunda da değiliz bu sonuç olarak ortaya zaten çıkacaktır. Türkiye’yi AB’den uzaklaştıran güçlü Türkiye politikalarına destek vererek bunu hızlandırabilir.Türkiye’yi eski Türkiye yapmak isteyenlere karşı direnirsek başarabiliriz. Türkiye birlik ve beraberlik içinde olursa , güçlü olursa , boyun eğmezse , siyasi istikrarı sağlarsa artık dünyanın tam bağımsız ve lider ülkelerinden biri olma yolunda hızlı adımlarla ilerler.Türkiye dünyaya savaş üreten , kargaşa üreten , terör üreten bir ülke değil aksine bunlara dur diyen , mazluma ve mağdura yardımcı bir ülkedir.Güçlü bir Türkiye için düşünmek ve inanmak zorundayız. Türkiye’yi iç siyasi çekişmelerle maceraya sürüklemezsek başka maceralara atılmak zorunda kalmayız. 17.03.2017

Mehmet Emin Başalp

Edebiyatımızda Bazı Tabib ve Hasta Üzerine Örnekler

EDEBİYATIMIZDA HASTA  ve TABİB  ÜZERİNE  ÖRNEKLER

Şiir bizim edebiyatımızın temelidir bu vesileyle her bir konuda zengin bir şiir varlığına sahibiz ,  ne zaman not almışım bilmiyorum ama not aldığım hasta , tabib ve ilaç konulu bazı beyit , şiir ve şarkıları paylaşayım dedim.

Hiciv malum benim en sevdiğim tarz ,  bu sebeple onu en başa alıyorum , beyitte zaten hiciv sanatının pirlerinden olan Şair Eşref’e ait.

Etibba öldürür kim hasteganı öyle sür’atle

Ederler çok zaman vareste Azrail’i külfetten

Tabipler hastaları öyle süratle öldürürler ki çoğu zaman Azrail’i külfetten kurtarırlar diyor malum üç beş eski kelime var izah edelimde tam anlaşılsın.

Şiire ara verip bir romandan pasaj paylaşacağım maalesef günümüzde pek okunmuyor Peyami Safa’nın “ Matmazel Noraliya’nın Koltuğu “ adlı romanı keşke bir sihirli değnek değse de “ Kürk Mantolu Madonna “ gibi popüler olsa . Bu roman konusu ve dili itibariyle hayli ilginç olup edebiyatımızda pek örneği yoktur biraz bilinçaltı , halisünasyonlar  ve felsefi içeriklidir. Orada şöyle bir ifade geçer “ – Sen felsefeyi bırak , yine Tıp fakültesine dön , diyordu Mister Joe , orada tabiatın kanunlarıyla daha yakından temas edecek ve kendini daha iyi anlayacaksın.Tıpta doktor , felsefede hasta olursun. “  ifade edildiği gibi felsefe hasta edebilir insanı. Peyami Safa bildiğiniz gibi hasta , hastalık , hastane gibi konulara eserlerinde çok yer vermiştir misal Dokuzuncu Hariciye Koğuşu gibi.Şimdi durduk yerde bunu niye yazdın derseniz bu  kitabı okumadıysanız bari , tıp okuyanlar arasında felsefe yapmaya yeltenenler  olursa “ tıpta doktor felsefede hasta olursun “ sözünü söyleyip susturabilirsiniz belki.

Tıpta doktor mu yoksa felsefede hasta mı olursunuz bu hususta esasında  üzerinde düşünülecek bir beyit vardır , çok da severim , sade tabibler için değil herkes içinde geçerli bir tespit vardır bazen  talip olduğumuz işler bize nice  devasız dertleri çöz der ama elden  ne gelir.

“ İhtiyarımla acep ben hiç olur muydum tabib

Ger bileydim alemin bunca devasız derdini “

İnşallah okuyucularım ihtiyar kelimesini anlamışlardır çünkü anlamadılarsa ihtiyar heyetinin de yaşlılardan oluşan bir heyet olduğunu sanan cahillerdendirler onlar içinde maalesef izah edemeyeceğim.

Gerçi o dönem için belki geçerlidir ama bugünler için pek katıldığım bir önerme olmayacak ama kendisi de tıbbiyeli bir şair olan Cenab Şahabeddin “ Tıbbiyeden her şey çıkar arada bir hekim de çıkar demiştir “ zikretmiş olalım.

Ülkemizin ünlü müzikologlarından olan Ekrem Karadeniz’in bir şiirini paylaşalım.

“ Verdiğin haplar deva-i derd-i etmez ihtiva

İstemem ab-ı hayat , sunsan bile bulmam şifa

Baş ucumda durma ey nadan tabip bilmez misin

Ehl-i aşkın derdine didare etmektir deva. “

Özet itibariyle aşık olanın tabibe değil sevgilisine ihtiyacı vardır şeklinde şarkı formunda bir şiir.

Benzer iki şarkı daha paylaşacağım , biri Şekerci Cemil Bey bestesi

“Na- ümid-i aşka doktor var mı tıbbın çaresi

Neyle aram eyler uşşakın dil-i avaresi

Hançeremden çek cehennem taşını beyhudedir

Hançer-i ebruy-i dildarın ciğerde yaresi “

Diğeri ise Kanuni Nasib bestesi

“ İptilay-ı derd-i aşka var mı doktor çaresi

Hastadır , kesb-i şifa etmez gönül , yok çaresi

İltiyam bulmaz gönül tiğ-i gamzen yaresi

Hastadır kesb-i şifa etmez gönül , yok çaresi “

Bu iki şarkının birbirlerinden esinlendiği açık fakat söz yazarları bilinmiyor. Genelde şarkı formunda doktorların aşka çare bulamadığı hususu işlenir.

Mendilimin Yeşili veya Aman Doktor diye bilinen meşhur şarkıda doktorlardan çare beklerken , El Çek Tabib Sinem Üstünden türküsü gibi hekimleri istemeyen bir üslupta vardır.

Türk tiyatrosunda Ahmet Vefik Paşa’nın Moliere’den uyarladığı Zoraki Tabip adlı tiyatro eseri de hayli ünlüdür.

Yazımıza Konya’da derlenmiş bir türküyle son verelim.

Hastane Türküsü

Hastanenin bacaları

Ne uzundur geceleri

Kuran okur hocaları

Dokdur beğim insaf eyle

*

Hastanenin zili çaldı

Hemşireler şaşa geldi

Dokdurlar amansız aldı

Doktur beğim insaf eyle

*

Hastanemiz dört gattır

Kapıları çift kanatlıdır

İnsaf eyle dokdur beğim

Hastaların hep sakattır.

 

Bir nefes sıhhat gibi bu dünyada bir talih olamayacağı için hastalandığımızda ilk başvurduğumuz ve insanların tedavisi için ellerinden geleni yapan doktorlarımıza her daim minnetarız. 06.03.2017

 

Mehmet Emin Başalp

 

 

 

 

HAFIZ ŞÜKRÜ BAĞRIAÇIK HOCA’NIN ARDINDAN

HAFIZ ŞÜKRÜ BAĞRIAÇIK HOCA’NIN ARDINDAN

Eski blog sayfamda 06.07.2013 tarihinde Başhafızlıkta 58.yıl adlı bir yazı yazmıştım , eski blog sayfası sonra teknik nedenlerle kapandığından eski yazıları bu yeni bloğa yüklemeyi düşünüyordum ama fırsat olmadı.Bugün Hafız Şükrü Bağrıaçık Hoca’nın vefatını öğrenince son derece üzüldüm zira kendisi ile tanışıklığımız vardı , hatıralarının bir miktar kaydını almıştım o yazıyı bugün artık yeniden paylaşmam gerekiyor.

Şükrü Bağrıaçık hocayla   az sayıda karşılaşmamıza rağmen o berrak hafızası kendini gösteriyor “ Doğanbeyliydin sen değil mi “ falan diyerek  karşılaştıklarımızda tanıyordu. Kendisi mütevazi , halim selim kişiliği tam bir beyefendiydi.Osmanlı –Konya ulemasının eğitim metotlarından süzülüp gelen ilmi vakuru taşıyordu .Maalesef son yıllarda din adamlarımızda görülen en büyük sorun  hafifliktir.Nazarlarından insanların etkilenmemesidir.Ciddiliğin , vakarın kaybolmasıdır.Şükrü Hoca’nın aynı zamanda eski Konya ilim adamlarına dair bir çok hatırası da bulunmaktaydı.Allah gani gani rahmet eylesin , mekanı cennet olsun.17.02.2017

 

aaa

                                                                              BAŞHAFIZLIK’TA 58.YIL

2013 yılında Kapu Camii , Mehmet Emin Başalp arşivi
2013 yılında Kapu Camii , Mehmet Emin Başalp arşivi

Kapu Camii Başhafızlığı’ndan bahsediyoruz Kapu Camii Başhafızı Hafız Şükrü Bağrıaçık hocamızla kendisi ,Kapu Camii ve Konyalı hocalar üzerine bir sohbet gerçekleştirdik,sağolsun anılarını bizimle paylaştı.Şükrü Bağrıaçık hoca gerçekten bir Konya değeri  anıları ile tanıdıkları ile adeta geçmişten günümüze bir köprü ,il müftümüzün kayınpederi,kesinlikle istifade edilmesi gereken mütevazi bir Konya Beyefendisi.

Kendisi Kapu Camii’nde bu yılla beraber başhafızlıkta 58.yıl diyor dile kolay muazzam bir gönül işi ve hizmet artık yaşının ilerlemesi nedeniyle kendisi okumuyor fakat diğer hafızları takip ediyor.Hocanın keskin bir hafızası var yıllar önce bir karşılaşmamızı diyaloglarla bile çok iyi hatırladı.

Hocaefendi kendisi Konya’nın merkez köylerinden eski ismi Ağrıs olan Sağlık kasabasından 1933 yılında dünyaya gelmiş ve resmi olarak 1947 yılında imamlığa başlıyor.

Hocaefendi Konya’da çok sayıda Camii’de imamlık yapıyor. Beraber Hafızlık duası edilen 3 arkadaşından kendisi ve Hasan Hüseyin Varol bu gün hayatta.Hafızlık duasını ağlayarak müftü Hacı Ali Efendi yapıyor.

Türkiye’nin din eğitimin yasak olduğu yıllarında o da Elif cüzü’nün dahi taşınmasının yasak olduğu dönemleri görüyor hatta müdahalede görüyor.

Anılarından bizimle paylaştıkları ;

Şükrü Bağrıaçık Hocamız esas eğitimini Şükrü Özaydın Hocaefendi’den alıyor ,” Hocam çok iyi bir hafız aynı zamanda bir muvakkitti ,güneşin doğuşunu ,batışını aletlerle tespit ederdi,Şükrü Özaydın Hocam Soyadı Kanunu çıktığında büyük dedesi Aydın ‘lı ,Yatağanlı olduğu için Özaydın soyadını almıştır.”

“Konya’da o zamanlar Sultan Selim Camii yanında bulunan Yusuf Ağa kütüphanesi yanında muvakkithane (saathane) vardı.Bütün Konya saatini orada ayar ederdi.Biri Alfranga biri Alturka iki saat bulunmaktaydı.Bende  muvakktihanede yatıp kalkardım.Şükrü Özaydın Hoca’da sabah namazı sonrası muvakkithaneye gelir ve talebe okuturdu.Öğleden sonra ise Konya’nın hocaları orada toplanırdı Kadıoğlu Beyşehirli Abdullah Efendi Hoca gibi , orada hocalara çayevinden çok çay çektim(getirip – götürdüm )  hepsi helali hoş olsun” diyor.

Hacı İsa Ruhi Bolay Hocaefendi’den kısa bir süre okumuş Bulgur Tekke Mescidinde “Konya’nın tek hafızlık yeri idi” diyor.

İlk imamlığa şimdilerde Kültürpark’ın olduğu yerde kalan ve bu gün olmayan Pinari Mahallesi’nin (Yıkık mahalle de deniyor ) kerpiç mescidinde 15 lira maaşla başlıyor.Hacıveyiszade Hocaefendi’nin evinin bitişiğinde bulunan camiide ve Tahtatepen Camii olmak üzere birçok camide imamlık yapıyor.

Sultan Selim ,Aziziye ve Alaaddin Camii’nde başhafızlık yapmasına rağmen “Kapu Camii’ne bir başladık bırakamadık , bu sene kısmetse başhafızlıkta 58.yıl “ diye ifade etti.

Şükrü Bağrıaçık Hoca Kapu camiinde kimleri görmemiş ki meşhur 54 yıl imamlığını yapan Hacı Haydar Efendi “ Çok otoriterdi ,kimse müsadesi olmadan besmele bile çekemezdi,hatta Kapu Camiine uzaktan gelirdim genelde öğle ikindi gelebiliyordum her seferinde bir daha gelmeyeceğim derdim zira Hacı haydar Efendi kıyamı çok uzatırdı ama heybetli muazzam bir hocaydı  ,Hacı Haydar Efendi döneminde bir kişi mukabele okurdu o da Derbentli Mustafa Efendi “ diyor.

“Hacı Haydar Efendi’nin vefatı ile yerine oğlu Zühtü (Ulukapı) Efendi geçti ,Hatimle teravih kıldırmak için Zühtü Efendi’nin 20 saat kadar çalıştığını duydum .Hatta o dönemin hocaları Zühtü Efendi 4-5 yıl sonra vefat edince tahammül edemedi erken vefat etti dediklerini işittim.Sonra Kapu Camii’nde Cemil Efendi ,Hasan Altun çok sayıda hocalar geldi “ diyor.

Yakın zamanda vefat eden Kapu Camii imamlarından Abdülbaki Hoca’nın cenaze töreninde yaşadığı bir anıyı paylaştı ,biz cenazeden sonra birkaç eski arkadaşla,meslektaşla konuşurken emekli bir diyanet mensubu dostu “ ne konuşursunuz Kapu Camii durduğu yerde duruyor ,kimler gelip geçmedi ki “ diyor.

“En çok cemaat Bülbül Hoca’nın vaazında olurdu  hem güldürür hem ağlatırdı.” ( Bülbül Hoca , hemşerimizdir , kapu camii kürsüsünde vaaz ederken vefat etmiştir )

“Tahir Büyükkörükçü Hoca’nın Konya Müftülüğü döneminde öğle mukabelesine 11’de namazdan önce başlardık Camii merdivenlere kadar dolardı,Tahir Hoca’nın 100 dakika vaaz ettiğini gördüm şimdiki vaazlar 20 dakika”

Hocaefendi ile sohbetimizde Kapu Camii’ne halkımızın burada peygamber metfun vb şeklinde rağbet gösterdiğini esasında bu camiinin eski Konya’nın merkezi olduğu bu nedenle çok sayıda kıymetli alim ve hocanın görev yaptığı bir camii olması hasebiyle önemli olduğunu belirtti ki bu hususa katılmamak mümkün değil.

Hocaefendi Yalvaçlı Hacı Ömer Efendi ile ilgili bir anısını da paylaştı “Hoca hastalanmış Safaköylü mederese arkadaşı bir hoca ziyaretine gidiyor ve hocayı ağlarken buluyor ,hocam niye ağlıyorsunuz İnşaAllah sağlık afiyet bulursunuz diyince hoca pencerenin kenarından bir kitap alıyor Merakıl Felah adlı fıkıh kitabı ,en basit kitap ,okuyorum okuyorum 2 kelime anlayamıyorum onun için ağlıyorum diyor”

Hocaefendi ile sohbetimizin sonuna gelirken Konyalılar yabancı Hocaları fazla büyütürler bir Hacıveyis Hoca’da okumuş Batmanzade Mustafa Efendi  gibisi var mı Konya çok alim yetiştirmiştir diyor ve İnşaAllah bu geleneğin devam edeceğini ifade ediyor.Hocaefendi’nin bu tespitine kesinlikle katılıyoruz Konya yetiştirdiği hoca ve alim kalitesi ile her zaman sağlam temel atmış bir merkezdir ,memlekettir.

Hafız Şükrü Bağrıaçık Hoca ‘dan Allah razı olsun ,bu senede Kapu Camii başhafızlığı’na devam edecek olup Cenab-ı Allah hayırlı,bereketli,sıhhatli uzun ömürler versin.06.07.2013

 

Mehmet Emin Başalp

 

 

 

Gubuzluk Üstüne – 4

IMG_5416

 

GUBUZLUK ÜSTÜNE – 4
Gubuzluk yazılarına biraz ara vermiştik devam edelim. Kim kime göre daha gubuzdur , hangi meslek diğerlerine göre daha gubuzdur , Konyalılar niye gubuzdur , biraz ciddi biraz mizah bu konulara değinelim.
Konyalılar niye gubuzdur çünkü Türk milleti övünmeyi sever daha doğrusu öğünmeyi. Övünmek gibi olmasın diye diye de kendini pek ala güzelce över.Bu övünme kişinin bizatihi kendini övmesi yani gubuzluk yapmasıdır. Konya , Selçuklu Devleti’nin başkentliğini yapmış , eski Türk yerleşik kültür ve medeniyetinin en fazla korunmuş olduğu şehirlerden birisidir işte bu gubuzlukta oradan mirastır.Hani Dede Korkut hikayelerinde her sözün arasında geçer ya , katar katar develerim , koçlarım , atlarım , otağlarım diye o tip bir övünmedir hem ağırdan , ciddi , hem de çaktırmadan.
Efendim birde Konya’da meşhur bir ayrımımız vardır bizim dağlılar ve ovalılar. Lakin ayrışma dediysek sert bir toplumsal ayrışma olmayıp bu dağlı , ovalı çekişmesi , atışması artık biraz muhabbetinedir , bir birine laf giydirmenin aracı olmuştur şimdilerde.Muhabbet genelde memleketini söyleyince “dağlısın demek “ diye hafifçe müstehzi bir ifade takınan ovalılarla , ovalılara “ kulağı tozlu ovalılar “ diye saydıran dağlılar arasında gelişip gider. Şimdi dağlı kimdir ovalı kimdir az izah edip dağlı mı gubuzdur yoksa ovalı mı gubuzdur , cevaplayalım , neyse peşin peşin söyleyelim ovalı gubuzdur.
Gubuzluk biraz durağan ortam ister vakit ister , mal mülk biriktirmek ister , aceleye gelmez. Dağlıları yörük kökenli düşünürsek yörükler fevri , asabi dahası inattır , yerleşik hayatada geçse bir gün ansızın başka bir yere göçüverir evi , ocağı bırakıp. Ovalılar ise gubuzluk yapmaya daha fazla vakit ve imkan bulabilirler. Dağlılık ile ovalılık ayrımı dağlık coğrafyadaki kültür ile başta Konya şehir merkezi olmak üzere ovada gelişen kültürün farklılığıdır esasında. Yoksa bir eğitim vb gibi kriterlere dayanmaz. Nitekim dağlı bölgenin adamı eğitim konusunda tarihi anlamda da daha ileridir. Dağlılık biraz göstere göstere bazı yerlerde övünmeyse ovada bunun daha işlenmiş , oturmuş her alana yayılmış , rafine şekilde yapılmış halidir yani gubuzluk tanımına daha uygundur.
Hangi meslekler gubuzdur diye bir ayrımın tabiî ki karşılığı yoktur , her mesleğin içinde hangileri daha gubuz olur diye bir ayrım yapılabilir. Öyle eğitim kurumundan , mesleki bilgisinden falan gubuzluk çıkmaz ben Hacettepe mezunu doktorum daha gubuz olabilirim diye çabalamanın faydası yoktur. Esas gubuzluk pratisyen hekim olup da yılların profesörlerinin sözlerine itibar ettirmemektir , onların bir şeyden anlamadığını söyleyip kısaca kestirip atmaktır. Bu tip durumlarda izaha girilmez , az konuşup , ağır bir tavır takınmak gerekir.
İşadamı , sanayici falan ise de buradaki gubuzluk ta sözle olmaz , burada yaşantınla , halinle , hareketinle , kılığınla , kıyafetinle belli edeceksin gubuzluğunu , adından söz ettireceksin.
Öğretmen , hoca , avukat vb gibi mesleklerde isen çok konuşacaksın , atıp tutabilirsin , meseleyi uzatabilirsin , benden başka kimse konuşmasın diyebilirsin. Hele burada biraz diğer meslektaşlarına göre değişik tecrübe yaşadıysan artık önünde kimse duramaz. Misal yurt dışı göreve gitmiş imam , anlatırda anlatır. Bir dönem idarecilik yapmış öğretmen veya bir dönem siyasetle meşgul olmuş avukat falan artık ne tecrübesi biter , ne fikri , ne övünmesi. Bunun ileri versiyonları , emekli versiyonları vb artık dünyayı , insanı çözmüşlerdir.
Özel sektör çalışanıysan daha havalı olacaksın. İdareciysen hep kusur bulacaksın. Sosyal işlerle uğraşıyorsun geleni gideni ağırlayacaksın , arada hem yaptıklarını hem kendini anlatıp duracaksın. Bir yerde önemsiz bir görevin varsa burnundan kıl aldırmayacaksın. İşte böyle bir takım özelliklerin olursa o meslek içinde gubuz olan sen olursun.
Gazeteci gubuzluğu vardır birde buradaki gubuzlukta her şeyi , herkesi eleştirmek , fırsat kollamak ve ben demiştim demek üzerinedir , yazanı , konuşanı hepsinin yöntemi böyledir.
Zanaatkar gubuzluğu da tevazu üzerinden , kendini övdürmekten geçer.Aşçıymış , tamirciymiş , terziymiş vb aman ustam bu işi bi sen iyi yaparsın , yemeklerin harika olmuş vb dersin artık oda çay yerine kahve söyleyin abime falan der veya herkes bu işten 100 lira alıyor ben 80’ene yapıyorum falan der gubuzluğunu yapar.
Gelelim çiftçi gubuzluğuna , bunun gubuzluğu da borçlanmayla olur , övünecem diye borçla yeni traktör alır , biçer alır , inek alır , tana alır , borçtan kurtulmaz ama gubuzluğunu da yapar işte.
Gubuzluk böyle bir şeydir işte karı mı çoktur , zararı mı çoktur belirsizdir , masraflıdır , zordur ama keyif verir , müptela olan zor bırakır. İşin esası gubuzluk seni bırakıncaya kadar sen gubuzluğu bırakamazsın. Gubuzluk seni bıraktıktan sonra da devam edersen maskara olursun ,etmeyeceksin , yoksa arkandan hör hörü gitmiş tör törü kalmış der geçerler. 13.02.2017

Mehmet Emin Başalp

ABDÜLHAMİD HAN’I SAMİMİ SEVMEK

a.hamit

ABDÜLHAMİD HAN’I SAMİMİ SEVMEK

İkinci Abdülhamid Han’ı oldum olası samimi olarak severim. Abdülhamid Han’ın  Anadolu insanının gözünde ayrı bir değeri vardır bu biraz devlet adamlığı üstü bir konum olup içinde bir veli saygısı da barındırır. Bir İkinci Süleyman , Dördüncü Mustafa gibi tarih kitaplarının içinde değildir.Bu özellikten olsa gerek Sultan Abdülhamid hem döneminde hem de şimdilerde taraftarları ve karşıtları olan biri. Oldukça haksız , çirkin iftiralara uğradığı gibi samimiyetsiz övgülerin içerisinde de yer alıyor. Abdülhamid Han’ı samimi şekilde sevebilmek ve objektif olarak değerlendirebilmek mümkün olsa gerek diye düşünüyorum.

Abdülhamid Han’ın bugün vefat yıldönmümü , Allah rahmet eylesin , vefatından neredeyse 100 yıl sonra hala canlı şekilde gündem olmaya devam ediyorsa iz bırakmış bir idareci olduğu şüphesizdir. Abdülhamid Han devletin başına zor bir dönemde ani bir şekilde geçmiştir.Hem devletin dönüştürüldüğü reform çalışmalarına devam edeceksin hem de parçalanmaya yüz tutmuş imparatorluğu ayakta tutacaksın hem de eğitimden , ulaşıma vb bir çok alanda kalkınmaya çalışacaksın bunların hepsini bir arada çok fazlada tartışmaya yol açmadan gerçekleştirebilmek maharet ister.İkinci Abdülhamid Han bunu tarihçi İlber Ortaylı’nın ifade ettiği gibi “ Son İmparator “ bir imparator gibide gerçekleştirmeye çalışmış hem de şahsi uygulamaları ve yöntemleri ile bir bürokrat  gibi de  icraatların içinde bizzat yer almıştır.Sık sadrazam değiştirdiğini söyleyenlere esas sadrazamın kendisi olduğunu söylemesini bunu açıkça gösterir.

Abdülhamid Han atalarından miras bir saray geleneği içerisinde doğmuş ve yetişmiş olmakla beraber pek kendinden önceki padişahlara benzememektedir. Çalışkan , kafa yoran birisidir. Hanedan içerisinde  kendinden önce kimse yok sanırım  ticaret yapan ve bu sebeple paranın ne demek olduğunu kavramış birisidir , bu çok önemli bir husustur çünkü para ve piyasayı anlayan bir padişahın ülke idare etmesi harcamaların ne olacağı konusunda önemlidir. Kendi adını duyurma maksatlı masraflı saraylar ve döneminde devasa camiler yapılmamış kamu binalarına öncelik verilmiştir. Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde bulunmuş  gittiği ülkeleri kalkınma üzerinden inceleme fırsatı bulmuş olması kalkınmacı bir anlayışa sahip olduğunu gösteriyor.Hicaz demiryolu inşası , yol , köprü ve sanayi tesisleri kurulmasına öncülük etmesi basite alınabilecek çalışmalar değildir. Aceleci , fevri  ve sert değildir , sağlamcı , tedbirli ve temkinlidir ,  hakkında çokça eleştirilerde bulunabilir ama öldürme vb gibi cezaları asla uygulamamıştır bu hususta oldukça merhametlidir şahsen bu yönünü hep takdir etmişimdir.Bu iyi ve iyiniyetli bir insan olduğuna delalettir.Eğitime önem vermiştir , hala döneminde yapılan okullar hizmet vermektedir.Kız çocukları için de okullar açılmış olup gerici olduğu şeklindeki ithamlar boş ve ideolojiktir.Dış politikada istihbarat ve diplomasinin önemini kavramış savaşmaktan ziyade ittifak , yakınlık vb başka türlü sorunları çözmenin yolunu aramıştır.Maalesef döneminde kendi iradesi dışında gerçekleşen 93 Harbi ülkeye çok hasar vermiş olup telafisi pek mümkün olamamıştır.İşin hülasası sağlamcı , düşünülen ve  ürkütmeden attığı adımlarla  hem iç hem dış politikada ülkeyi idare etmiştir.Bu idare etmiştir kelimesini hem bir idareci olarak idare etmiştir hem de konjoktürel anlamda idare etmiştir anlamında kullanıyorum çünkü kendi ifadesiyle “ Ali’nin külahını Veli’ye , Veli’nin külahını Ali’ye giydirmek “ suretiyle bir denge politikası üzerinden idare etmiştir.

Abdülhamid Han bir kurucu lider , bir yol açıcı , yöntem koyucu lider profili değildir.Bu gün bu özelliğinden öte tanımlanmaya kalkılması gerçeklikle bağdaşmamaktadır. Abdülhamid Han’a yöneltilen eleştirilerden biri gerek sadarette gerek nezaretlerde pek ehil kimselerle çalışmadığı yönündedir bu özelliği bir denge ve kontrol politikasının sonucudur.33 sene saltanat sürüp kendinden önceki tanzimatçılar kadar dahi kendi dünya görüşünde kadro yetiştirilememiş olması onun kurucu veya  yol yöntem koyan bir lider olmadığının göstergesidir. Bu gün Abdülhamid Han’ı bir siyasi lider , bir kurucu lider , bir ideolojisi olan lider , döneminde kitleleri peşinden sürüklemiş bir lider gibi sunmak ve tanıtmak Abdülhamid Han’ı hiç tanımamaktır.

Abdülhamid Han döneminde uygulamalarıyla her kesim tarafından çokça eleştirilmiştir , sevilmemiştir. Döneminde yaşayan bir çok kimsenin hatıratında ve ifadesinde bu husus görülebilir. Bunun sebebi önemli ölçüde muhaliflerinin oluşturduğu  algı olsa da , sansür , sürgün uygulamasından , hafiye teşkilatına vb bir çok tedbirin çok sıkı uygulandığı uygulamalarında payı vardır. Döneminde esasında kimsenin yaşam tarzına müdahale etmediği halde muhaliflerinin yaygın bir algının etkisinde kaldıkları da açıkça  görülür.Halkın arasına karışmayarak ve halktan görüştüğü kimselerle de perde arkasından görüşmek suretiyle bu algıyı körüklediği ve hatta halkın biraz kendisinden korkmasını ve arada mesafe olmasını da istediği düşünülebilir. Bu husus öldürülmekten korktuğu için böyle yapıyor gibi bir algıya sebep olsa da bürokrasi üzerindeki otoritesine daha fazla etkili olmuştur denilebilir.Bu otorite çabası abartılmış mıdır , abartılmıştır , her şey döneminde değerlendirilmelidir , o dönem yaşayanların varlığını iddia ediyorlarsa yokmuş gibi değerlendirme yapılamaz.Fakat haddi aşmış iftiralarda dayanak alınamaz.

Abdülhamid Han’ın aleyhinde algıyı körükleyen esasında batılılar , başta Ermeniler olmak üzere ayrılıkçı azınlıklardır.Hiç bir padişah döneminde yaşanmadığı türden Avrupa’da karikatürlerle tahkir edilmiş “Kızıl Sultan “ diye anılmıştır.Bunlar alelade durumlar değildir.Rahatsız ettiği , sinir uçlarına dokunduğu çok önemli hususlar vardır. Bunlar bilhassa Ortadoğu coğrafyasında emperyal güçlerin istedikleri gibi at koşturmasına koyduğu takozlardır. Yoksa Avrupalıların derdi özgür basın falan değildir nedense şimdilerde de olduğu gibi. Avrupa devletlerinin Abdülhamid Han’ı sevmemeleri onun politikalarından rahatsız olduklarının açık göstergesidir.Maalesef bizim hariciyemizde batı hayranlığı hayranlık derecesini aştığından Abdülhamid Han’ın dış politikayı yönlendirmesi hiç işlerine gelmemiştir. Aslında bu dış etkiye nedense içimizdekilerde koşulsuz katılmışlardır.Maalesef terörize bir süikast girişimi olan bombalı saldırıyı “ ey şanlı avcı attın ama vuramadın “ gibi değerlendirmek ise artık ihanet boyutudur fakat diğer muhaliflerin de suskun kalması da manidardır. Abdülhamid Han baskıcıydı vb eleştirisi yapmak başka şeydir ülkeni küçük düşürmek başka şeydir denilebilir her ne sebeple olursa olsun  hiçbir durum bizi bu hale getirmemelidir.İbret alınacak bir durum varsa alınması gereken husus budur.

Değinmeden geçmek olmaz Abdülhamid Han’ın şüpheci , evhamlı bir kişilik yapısı vardır.Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi hadisesinden sonra  darbe korkusu yaşadığı inkar edilemez.Şüphe basiretin başıdır sözünü sık tekrarladığı ifade edilir bu husus belki çok konformist bir hayat yaşamasına engel olmuştur ama çalkantılı bir dönemde uzun ve sakin bir saltanat süreci yaşamasını sağlamıştır , bu istikrar dönemi de her açıdan milletin menfaatine olmuştur.Abdülhamid Han ecdadının aksine batı musıkisi sever , şiir yazmaz , beste yapmaz. Tiyatro , opera sever , marangozluk yapar.En ilginci polisiye hikayelere ilgisi vardır. Fotoğrafa da meraklıdır , ülkeyi gezmediğinden bir çok yerin fotoğrafını çektirmek suretiyle görmüştür.Polisiye  onun kişilerin simaları ve parmak şekillerinden suça meyilli olup olmadıklarını değerlendirmeye yöneltmiştir fotoğraf merakı da bunu sağlamıştır mahkumların fotoğraflarını çektirmiştir. Abdülhamid Han sağlığına da düşkündür.Hastalık korkusu vardır. Bu yönlerini de kendime benzetirim , heyecanı seven ama kendi adrenalinden uzak kalıyor.Bu günlerde pek değinilmeyen bir özelliği ama sigara da içer.

Sultan Abdülhamid Han denilince tabi Anadolu insanının gözünde onu yüceltmiş ve esasında bugün de anılmasına sebep olan özelliğinin Müslümanların gücünü toparlaması konusunda çalışmalarıdır.Abdülhamid Han Müslümanların sorunlarının farkındadır , diğer Müslüman topluluklarla irtibat sağlamaya , onlara alimler göndermeye gayret etmiştir.İttihad-ı İslam politikası bunun en açık göstergesidir. Alimleri korumuş ve dinlemiştir.Abdülhamid Han  dindardır. Temsil ettiği hilafet makamını hakkıyla temsil etmiştir.Netice de bu çalışmaları bugüne ışık tutabilecek niteliktedir.

Döneminde ilk anayasanın ilan edilmiş , ilk parlamento açılmış , seçimler yapılmışi bir çok önemli yenilikle ilk defa tanışılmıştır.Tüm bu uygulamalarına yönelik çok detaylı değerlendirmeler yapmak gerekir aldığı isabetli kararlar olduğu gibi muhakkak hatalı olanlarda vardır. Abdülhamid Han 33 yıllık saltanatının sonunda hakkında verilen hal kararı sonrası padişahlığı bırakmak zorunda kalmıştır.Ülkede kendi iktidarı dolayısıyla bir askeri çatışma çıkmasını istememiştir.Bugünün gözüyle keşke bırakmasaydı iktidarı da diyemeyiz.İttihatçıların kendisi hal edildikten sonra ise Selanik’e sürgüne göndermek , kimseyle görüştürmemek gibi uygulamaları ise bugün dahi insanı üzecek nitelikte davranışlardır.Aslında ne döneminde yakınındaki kadrosu samimiydi , ne düşmanları samimiydi , ne muhalifleri samimiydi. Tek samimi olanlar cenazesinin arkasından bize ekmeği şu kadar paraya bize eti bu kadar paraya yediren padişahımız bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz diyen halktan kadınlardı.

Şimdi gelelim bugüne gerçekten günümüzde samimi olarak hatta sloganik şekilde seveni de hayli çok.Bugün mezarından kalkıp bu sevgiyi görse herhalde çok şaşırırdı ama o şüpheci huyu nedeniyle sanırım oldukça da şüphelenirdi. Abdülhamid Han uzun yıllar basın , yayın ve tarihçilerin olumsuz değerlendirmelerine konu olmuş olmakla beraber son yıllarda doğal seyri içinde samimi ve objektif şekilde değerlendirilmeye başlanmıştı. Fakat bu sevgi ve değerlendirme bugün gerçeğinden  sapıyor.Buna hiç gerek yok. Hacca gitmek için tren yaptırdığı , gizlice hacca gittiği tvlerde anlatılıyor. Döneminde bir karış toprak kaybedilmemiştir şeklinde bir efsaneye inanılıyor.Dini anlamda abartılı ve uydurma menkıbelerle yüceltiliyor.Kendisine ait olmayan hatıratlardan geçilmiyor.Yüz sene sonrasını dahi planladığı şeklinde içi boş hamasi övgülere insan ne diyeceğini bilemiyor.Olduğundan farklı bir Abdülhamid Han portresi çiziliyor.Hakkında aslı astarı olmayan uydurmalar yumağının içinde kalıyor.Abdülhamid Han’a böylelikle iyilik etmiyoruz. Abdülhamid Han’ı böyle giderse hızlı tüketiriz yazık olur. Kendi uçuk fikirlerine ve hayali dünyalarına Abdülhamit Han’ı alet etmeye , istismar etmeye hele birde üzerinden para kazanmaya yeltenilmesin.Bu konuda iki kelam eden uyaran kişilere de Abdülhamid Han düşmanı gibi muamele edilmesin.

Hakkında çokça kitap çıksın sıkıcı değil halka da yönelik olsun , sadece belgeseli çekilmesin , dizilere ve filmlere de konu olsun , tanıtılsın , adı eğitim kurumlarına , yatırımlara verilsin ,ama gerçekliğe uyun olarak , samimiyetle ve ciddiyetle.Allah Abdülhamid Han’dan razı olsun.10.02.2017

 

Mehmet Emin Başalp

İslamcıların İmtihan Çetelesi

İMTİHAN ÇETELESİ TUTMAK

İslamcıların parayla imtihanı , islamcıların güçle imtihanı , islamcıların devletle imtihanı , islamcıların demokrasiyle imtihanı , islamcıların milliyetçilikle imtihanı , islamcıların mezhepçilikle imtihanı , islamcıların popüler kültürle imtihanı derken bu imtihan listesi şunla imtihan bunla imtihan diye uzar gidiyor imtihan çetelesi tutmakla günümüz geçiyor.

Dünya imtihan dünyası , Müslümanlar muhakkak imtihan olunacaklar amenna ama o kısım maalesef anlatılırken hep işin ahlak boyutunda vaz’ü nasihat kısmında kalınıyor. Oradaki imtihan Allah muhafaza eylesin sağlıkla imtihan , geçim zorluğuyla imtihan , ailevi sorunlarla imtihan , kaza , bela ve musibetlerle imtihan , itibarla imtihan gibi genelde başa gelen olumsuz hususlarla izah ediliriyor.
İslamcılık nedir ? İslamcı kimdir ? o sahaya girersek hayli uzun izahlar gerekebilir ama İslamcılık , siyasi , fikri , ekonomik , sosyal ve kültürel alanlarda İslami olan bir sistemi savunmaktadır , İslamcıda bunu savunan kimsedir. İyi kötü 100 yıldan fazla süredir bu görüş çeşitli fikir farklılıklarına rağmen dinamizmini yitirmeden devam ediyor. İslamcılar adı altında koca bir grup oluşturup bir takım olumsuz davranışları İslamcıların imtihanı , bir takım yeni fikirleri de İslamcılığın yozlaşması vb diye piyasaya sürmenin artık bir düşünülüp , taşınılıp değerlendirilmesi gerekiyor.Bende şahsen İslamcıların imtihanı fikrine inanıyordum ama toplumsal anlamda değerlendirince , gözlemleyince esasında böyle olmadığını fark ettim. İslamcılar koca bir topluluk olmuş.

İslamcıların parayla imtihanı meselesi misal , adam dindarmış , davadan , mücadeleden , ahlaktan bahsetmiş yıllarca , öğrenciliğinde örnek ve önder olmuş vb sonradan zengin olmuş , şimdi lüks içinde yaşıyormuş , hovardalık yapıyormuş , yok ailesi öne sürdüğü değerleri hiçe sayıyormuş uygun yaşamıyormuş vb. İşte İslamcılarda parayı görmüş bu hale gelmiş şöyle böyle. Bu adamı ele alalım görende yüzlerce yıllık medreseli , tekkeli herkesin eğitimli olduğu rafine bir aileden geliyor. Sanki etrafında Mehmet Akifler , Said Halim Paşalar , Babanzadeler vardı da devamlı beraber gezer tozar yer içer , konuşur görüşürdü. Sanki bu adamın ailesinden miras cilt cilt derinlikli bir kütüphanesi vardı da , İslamcılığın fikir babasıydı. Bu insan belki Anadolu’nun saf ve temiz , dindar ailelerinden geldi ama malumunuz her ailenin zaafları mutlaka vardır , geçmişlerine dair hiç mi hovardalık hikayesi yok yani bu ailede illaki var. Türkiye’de islamcılar taşra kökenli 10 kuşaktır şehir merkezlerinde yaşamış kaç aile var , herkesin üç beş kuşak ötesine git , köye çıkacaksın , bu köy kültürünün hiç mi tezahürü yok , tabiî ki var. İslamcılık adı altına diyelim gençliğinde fikirler öne sürdü , ahlaktan , davadan bahsetti , bunu diyelim hangi süreçte , kaç yılda öğrendi veya becerdi , iki konuşma dinlemekle , üç kitap okumakla değerlendirdik bu insan hayatın zorluklarıyla hiç mi karşılaşmadı. İslamcı dediğimiz ortalama Anadolu insanına öyle bir misyon yükledik ki bu kişiler neredeyse Gazali şarihi , Cevdet Paşa uzmanı , İslami finansın mucidi filan gibi gördük herhalde. Hayır , bu kişiler senin benim gibi kişiler , dindarlar , İslam dini doğrultusunda bir yaşam sürmek istiyorlar ve bir dünya görüşleri var ama bu niyet , azim ve çaba bir ömür boyu her sahada ilerleyerek sürerse, derinlemesine ilerleyebilirse , hale ve davranışa kamil manada sirayet edebilirse , mücadeleci ruhu devam ettirebilirse bu kişi o ideallerdeki İslamcıdır falan denilebilir yoksa diğer türlüsü insafsız bir dışlamaya yol açıyor.

İslamcılar , Türkiye’nin kendini en geliştirmiş ve dinamik kesimini teşkil etse de oldukça homojen , bilgili , zaaflarından arınmış , donanımlı kocaman bir grup değil. Bu şudur ; kişinin fikri derinliği ve seviyesi bir kriter değildir , müslümanları sevmesi , bir arada olma isteği yeterlidir. Yaşam şekli belli kırmızı çizgiler (içki , kumar , faiz vb ) haricinde olmalıdır fakat herkes için zahidane bir hayat kriteri de arayamayız.İslamcılık ve islamcılar tanımını artık yaşandığı sosyal çevrenin tavanı ile tabanı arasında uyumlu bir yere oturtmalıyız. İdeal İslamcılık fikrini öne sürmekle , her olumsuzlukta hayalkırıklığı yaşarız. Şunu da ifade edeyim dini , islamı istismar eden , nemalanan kişi asla İslamcı değildir bu ayrımı çok iyi yapmalıyız.Zulmeden İslamcı olamaz , haksız ve adaletsizliği şiar edinen İslamcı olamaz.

İslamcılığı günlük gelişmelerden , dış konjoktürden , değişen dünyadan da ayıramayız. Ülkede terör saldırıları arttıkça tabiî ki İslamcılığın milliyetçilikle imtihanından söz edilebilir çünkü milli duygular illaki ön plana çıkacaktır. Bölgemiz ülkelerinde çeşitli iç karışıklıklar ve vahşetler görüldükçe işin içinde farklı mezhep olgusu da varsa tabii olarak İslamcıların mezhepçilikle de imtihanı yaşanacaktır. Orta yol ise şudur , bizi bağlayan bağ İslamdır sözünden ve düsturundan vazgeçmemektir.Bizi bağlayan bağlar ırklardır , mezheplerdir , vesairedir gibi bir söyleme evrilme durumu ise esas İslamcılıktan kopmadır.
Bugün İslamcıların daha fazla okumaya , eğitime , bilgiye , düşünmeye , analize ve kritiğe ihtiyacı var ve bunu yaşamına uyarlaması gerekiyor muhakkak ama şuur ve ruh olmadan da olmuyor. İslamcılık toplumsal olursa anlam ifade ediyor. İslamcıların ortak idealleri doğrultusunda bir arada bulunmaya birlikteliğe , heyecana ihtiyacı var.İslamcıların arasında iletişimin , irtibatın kesilememesine , karşılıklı sohbete , dostluğa , muhabbete ihtiyacı var. İHL’ler açılırken bu millete önder olmuş Celalettin Öktem’in azmine , heyecanına ihtiyaç var.İHL okulu açmak için bir mütevelli heyetinde toplanmış o inşaata temel atmış güzel insanların birlikteliği gibi bir birlikteliğe ihtiyacımız var. Müslümanların derdini , davasını anlatan bir dergi çıkaranların heyecanı gibi bir heyecana , o dergiyi en ücra köşeye imkansızlıklar içinde taşımaya gayret edenin gayreti gibi bir gayrete ihtiyacımız var. Ne olursa olsun , zaafları da olsa , yetişmiş insanımıza ve değerlerimize , onları yeniden dinlemeye ihtiyacımız var. İslamcılığı içe kapatmakla , ayrıştırmakla , çaresizlikle , boşvermişlikle , heyecansızlıkla donuklukla sürdüremeyiz.

Başkalarının imtihanını bırakalım , imtihanı kazanıp kaybedenin çetelesini tutmakla bir yere varamayacağımız aşikar. Ümitsizliğe de düşemeyiz .Müslüman asla ümitsiz olmaz , çalışır çabalar , bu konuda çok kafa yoran Akif ;
“ Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar “ diyor.

Küçükte olsa , basitte olsa ” Emri bil mar’uf , nehyi anil münker ” davasından vazgeçemeyiz. Faizsiz bir ekonomik düzeni savunmaktan vazgeçemiyiz.Ahlak ve maneviyatı öteleyemeyiz. Dünya müslümanlarının mağduriyetini dillendirmek üzerimize borçtur. Bir işin ucundan tutma vazifemiz vardır. İslamcılığı sadece siyaset olarak göremeyiz , siyasetse bile olsa yaşamımızdan ayrı değildir.

Bir öğrenci imtihanı kaybetti diye okul mu kapanıyor , dersler mi iptal oluyor. Yeni öğrenci hep geliyor. İmtihanlara takılıp kalmaktan ziyade dersi anlatmaya devam etmeliyiz. 11.02.2017

Mehmet Emin Başalp

Sisteme Dair Bir Mülahaza

Devletlerin ve milletlerin yüzyıllardır uyguladığı idare sistemleri vardır. Çoğu zaman bir gruplandırılmaya tabi tutulup benzer nitelikte oldukları analiz edilmeye çalışılır ama hem sistemler hem de ülkeler arasında çok büyük farklılıklar ve dinamikler olduğu göz ardı edilmektedir. Bu sebeple her ülkede farklı bir siyasi kültür gelişmiştir. Bu husus göz önüne alınmadan değerlendirme yapmak sağlıksız olur.Bu günü tartışırken geçmişi görmezden gelemeyiz.
Nitekim geçtiğimiz günlerde TBMM’de kabul edilen anayasa değişikliği , referanduma gidecek olup dünyada kabul görmüş adıyla başkanlık sistemi bizdeki ismiyle Cumhurbaşkanlığı sistemi konusunda milletimiz kararını verecek .Sistemin lehinde veya aleyhinde bir çok görüş belirtenler var malum , bu görüşler ışığında kısaca bir değerlendirme yapma ihtiyacı hissettim.
Değişikliğe makul sebeplerle destek verilmesi veya karşı olunmasının üzerine yorum ve fikir yürütülmesine ihtiyacımız var. Çünkü hamaset ile destek verilmesi bir işe yaramadığı gibi sırf ideolojik saiklerle ve korku siyasetiyle karşı çıkılması da bir o kadar anlamsızdır. Sisteme karşı olanlar genelde dünya üzerinden örneklemelerden , akademik tartışmalardan yararlanırken taraftar olanlar Tanzimat’tan bu güne gelen siyasi süreç içerisinde kıyaslamalar yapıyorlar. Nitekim bende bizim geçmiş tecrübelerimizden , sistemlerimizden kaynaklı kıyaslamaların , analizlerin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Fakat şunu ifade edelim ki ülkeler laboratuvar ortamı değildir , tasarlanmış durumlara göre sonuçlar çıkmaz , bir başka ülkedeki gelişmelerin bizim ülkemizde de aynı sonucu çıkaracağını da bekleyemeyiz , bunun üzerine görüşlerimizi bina edemeyiz.
Önemli bir hususu tartışıyoruz malum tartışılacaksa bir çok soruyu sormak gerekiyor. Biz yüz yıllardır nasıl idare ediliyoruz ? Anadolu Selçuklu Devleti ile Osmanlı Devleti’nin uyguladığı mutlak monarşi ( sultanlık ) sistemi aynımıydı ? Değildi nitekim sistem Selçuklu’da devleti şehzadeler arasında taksim ediyor , bu ise istikrarsızlık ve çatışma getiriyordu. Osmanlı’da ise asla taksime izin verilmedi böylece güçlü bir merkezi idare oluştu. Sistemin aksayan yönü mutlak monarşi değil daha farklı bir unsur olan veraset sistemi idi.
Nitekim daha sonra ilk anayasamız Kanun-i Esası ve ilk meclis tecrübemizde ise padişah kabahatli bulundu , meclisin tam anlamıyla serbest olmadığı falan tartışıldı ama meclisi nüfus gücünden fazla temsil gücüne ulaşan gayrimüslim vekillerle ve Bab-ı Ali bürokratlarıyla dolduran sistem veya bu değişikliklerle padişah , meclis ve hükümet arasında herhangi bir hakemlik ve istişare mekanizması tasarlamayan anayasaya hiç suçlu bulunmadı. Çünkü meclis iyidir , anayasa iyidir , seçim iyidir , demokrasi iyidir. Ahmet Cevdet Paşa’nın çekinceleri vardı ama önemsenmedi çünkü gerici görüldü. Klişeler ile bir yere varılmaz önemli olan devletin iyi idaresi ile refah ve mutluğunun , adalet ve güvenliğinin sağlanmasıdır. Bu anayasa ile batılı anayasalar taklit edilmişse de çok önemli bir gelişime zemin hazırladığından bahsedilemez. Bizim şur’a kültürümüz , geçmiş devlet geleneği , hatta Tanzimat ile oluşan düzen dahi bu anayasaya yansımadığı gibi ille anayasa ille meclis olsun ısrarıyla görev tanımlaması olmayan bir hükümet ortaya konulmuştur. Nitekim bu sistemde daha sonra iktidara gelen parti görünümlü örgüt ise zorba bir iktidar kurmuş ve tamamen kontrolsüz uygulamalarıyla ülkeyi kısa sürede felakete sürüklemiş dünya savaşı sonrası ise ülkeyi terk edip gitmiştir. Milletin iradesi bir şekilde parlamentolara yansır esas önemli olan idarenin , hükümetin görev ve sorumluluklarının belirlenmesidir. Misal aynı dönemlerde aynı gelişmeleri yaşadığımız Japonya’da daha farklı deneyimler ve düzenlemeler olmuştur.
1924 anayasasında milletin hakimiyeti esas alındığı belirtilmiş ve gerçekten anayasanın yazılı metninden bu husus anlaşılmaktadır. Söz konusu anayasa ile basit seçim usullerine dayanan bir parlamenter sistemde öngörülmüştür.Her seçim döneminde cumhurbaşkanın yeniden kolayca seçilmesi gibi. Fakat tek partinin olduğu yerde diğer hususları konuşmak nafiledir. 1950 sonrası ise bu anayasa , çok partili sistemde de uygulanmıştır. Her ne kadar 1924 Anayasası’nın getirmiş olduğu seçim sitemi çok makul olmasa da askeri darbe ile süreç kesilmese belki bu dönem daha iyi tecrübe edilebilirdi ama maalesef gerçekleşemedi.
1961 anayasası, şunu açıkça ifade etmek gerekir ki bu anayasa Türkiye yönetilemesin diye programlanmış olup Türkiye’de parlamenter sistemi yerleşmeden veya bir daha yerleşemeyecek şekilde öldürmüş bir anayasadır. Niye ? kanun yapmayı zorlaştırmaktan başka bir işlevi olmayan senato , az sayıda oy alan bir partinin bile milletvekili çıkarabileceği böylelikle iktidar için çoğunluğun sağlanmasının pek mümkün olmadığı bir seçim sistemi , cumhurbaşkanlığı seçimi turlarının sınırsız olması , çok sayıda partiden oluşan bir siyasal hayat vb . Neticede Fahri Korutürk sonrası 80 darbesine kadar 114 tur geçmesine rağmen cumhurbaşkanı dahi seçilememiştir. Türkiye’nin koalisyonlarla tanıştığı bu dönemde çoğu zaman koalisyonlar bile kurulamamış ara rejim hükümetleri , teknokratlar hükümetleri gibi olağanüstü idareler , siyasi istikrarsızlık ve çok sayıda partiden oluşan bir siyasal hayat oluşmuştur.Türkiye 60 ve 80 yılları arasında da askeri vesayetle yönetildiğinden asker kökenli olmayan bir cumhurbaşkanı da seçilememiştir.
80 Darbesi sonrası oluşturulan 82 anayasasında da güya 61 anayasasının istikrarsızlık getirilen hükümlerine tadilat yapılarak istikrarın sağlanması ve Türkiye’nin yönetilebilir bir hale getirilmesi hedeflenmiştir. 82 anayasası da bir darbe anayasası olup darbe liderine göre dizayn edilmiştir muhakkak. Cumhurbaşkanı seçimi 4 turla sınırlandırılmış , cumhurbaşkanının yetkileri artırılmış , senato kaldırılmış , yüksek bir seçim barajı getirilmiştir vs. 10 yıl kadar bir partinin tek başına iktidara gelmesi az çok sorunların gözükmesine engel olmuş ise de sistemin köklü sorunlar taşıdığı kısa sürede görülmüştür. Bu sefer yetkili cumhurbaşkanlığının cazip gelmesi veya ilk defa sivillerin artık cumhurbaşkanı seçilebilmesi ile önemli siyasi liderler cumhurbaşkanı olmuştur. Bu durum cumhurbaşkanları ile başbakanlar arasında rekabete yol açmıştır. Ayrıca sadece cumhurbaşkanın siyasi lider olması değil teknokrat kökenli cumhurbaşkanı da denenmiş olsa da yine krizler yaşanmış ve böyle bir kriz sonucu ülkemiz ciddi bir ekonomik krize girmiştir. Cumhurbaşkanları gerek siyasi gerek teknokrat kökenli olsunlar farklı görüşten hükümetler yanında kendi partilerinden hükümetlerle bile uyum sorunları yaşamışlardır.
Seçim sistemi değiştirilip baraj konulmasına rağmen siyasi istikrar sağlanamamıştır. Ülkede çok sayıda parti kurulmuş seçimlerde garip sonuçlar çıkmıştır. 2002 seçimlerinde üç iktidar ortağı partinin hepsi bir anda baraj altında kaldığı gibi 80 darbesinden sonra tek başına uzun yıllar iktidarda kalan parti bu gün siyasi hayatına devam etmemektedir. Parlamenter sistem çokça parti ürettiği halde lider üretememiştir. Oysa başkanlık sistemi , sistemin kendi özelliği kaynaklı lider üretme potansiyeline sahiptir. 80 öncesinin parti genel başkanından ziyade lider özelliği olan siyasilerin 90’lardan sonra yeniden siyasi arenada önemli görevler alması ( Demirel ,Ecevit , Erbakan gibi ) bunun açık göstergesidir. Oysa parlamenter sistem içinde genel başkanlık durumunda kalan siyasiler Yılmaz , Çiller , Kutan gibi örnekler ise seçim başarısızlıkları yaşamışlardır.

Her ne kadar cumhurbaşkanlığı seçimi 4 turla sınırlandırılmış ve kolaylaştırılmış olmasına rağmen 2007 yılında , 367 kararı denilen bir Anayasa Mahkemesi kararı ile cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilememiştir.Nitekim sistemin her yönden tıkanması sonucu cumhurbaşkanın halkoyu ile doğrudan seçilmesi yönünde bir anayasa değişikliğini zorunlu kılmış ve bir referandum ile cumhurbaşkanını halkın seçmesi kararlaştırılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde uzun zaman sonra bir çok genel seçimde üst üste tek başına iktidara gelme başarısı sağlayan başbakan Recep Tayyip Erdoğan , 2014 yılında doğrudan halk oyu ile seçilen ilk devlet başkanı olmuştur. Anayasanın , cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlık edebilmesine de imkan vermesi ile Türkiye fiilen yarı başkanlık sistemi ile yönetilir olmuştur.
Yazıda daha öncede belirttiğim gibi 61 anayasası sistemi parlamenter sistemi öldürmüş , 82 anayasası ve daha sonra yapılan tadilatlar da parlamenter sistemi işler hale getiren değil yeni sorunlar çıkaran düzenlemelerdir.Zaten son düzenlemeler ile de parlamenter sistemden iyice uzaklaşılmıştır.Bu sistemin belirsizlikler sebebiyle devamı hem iktidar hem muhalefet tarafından dile getirilmiş , sakıncalı bulunmuş ve referanduma gideceğimiz söz konusu anayasa değişikliği gerçekleşmiştir.
Şimdi bugünlerde sivil siyasetin çok rahat yapılabilmesi , uzun süren istikrar dönemi gibi gelişmelerle geçmiş gelişmeler unutulmaktadır. Oysa 1961 yılında bu ülkede bir başbakan idam edildi. 1961 yılında yine cumhurbaşkanı adayı olan Ali Fuat Başgil tehdit edildi ve cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçmek zorunda kaldı. Milli Güvenlik Kurulu’nun etkin olduğu dönemlerde hangi demokrasiden söz edilebilir. Genelkurmay açıklamalarının basın ve millet tarafından takip edildiği zamanları ne çabuk unuttuk. Alman milletvekillerinin Türkiye’ye gelip basın açıklamaları ile devleti suçladıklarına şahit olmadık mı ? İMF Türkiye Masası şefinin her gün ana haber bültenlerinde yer almasından rahatsız olmadık mı ? Güçlü bir hükümet ülkeyi çok iyi yönetir diye bir iddiam yok bu hükümetin becerisi ile olur ama güçlü bir hükümet daha iyi mücadele edebilir.Güçlü bir hükümet iç siyasetten ziyade dış siyaset içinde çok çok önemlidir.
Türkiye’nin bu saatten sonra bir Almanya bir İngiltere bir Japonya tipi parlamenter sisteme dönüşmesi imkansızdır. Türkiye’nin siyasal tecrübesi , siyasi hayatın akışı yıllardır parlamenter sisteme değil başkanlık sistemine doğru kaymaktadır. Türkiye’nin sembolik bir cumhurbaşkanı ve güçlü bir başbakan ve istikrarlı bir seçim sistemiyle idare edilmesini içeren bir anayasa değişikliği gerçekleştirmesi , başkanlık sistemine geçmekten daha zordur. Çünkü iyi işleyen bir parlamenter sistemde istikrarın nasıl sağlanacağı ile ilgili sağlanacak uzlaşma , yapılacak yapısal reformlar vb. hem daha karmaşık hem daha tartışmalıdır.Güçlü bir hükümet sağlanabilmesi için muhtemelen dar bölge sistemi savunulacak.Fakat bugün başkanlık sistemine karşı olanlar dar bölge sistemine de karşı olacaklardır. Temsilde adaletin çok sayıda partinin olduğu bir siyasal yaşamada daha da bozulacağı bu sistemde ikinci , üçüncü olan partilerin meclise çok az milletvekili gönderebileceği aşikardır. Dar bölge sistemi uygulanmasa , baraj düşürülse bu sefer değil iki partili , üç partili , dört partili koalisyonlar oluşabilecek ve hükümet uyumu zor sağlanacak sık sık hükümetler değişecektir.Çünkü çok parçalı siyasi partilerden oluşan bir siyasi hayatın birden değişmesi beklenemez.
Parlamenter sistem daha demokratiktir gibi bir söylemi de pek gerçekçi bulmuyorum .Partiler arasındaki keskin fikir aykırılıkları sağlıklı bir demokrasinin olduğunu göstermez , demokratik bir sistem siyasal hayatta ülkenin menfaatine ortak projelerde büyük oranda uzlaşılıp bu projeleri kimin daha iyi ve başarılı şekilde gerçekleştirilebileceği üzerinden yarışın sağlanmasıdır.Türkiye maalesef bu seviyeye bir türlü gelememiştir.Türkiye’de partiler ekonomik görüşleri temelli bir ayrımdan ziyade ideolojik olarak ayrılmışlardır. Buda Türkiye’de ki seçimlerin hep ideolojik temelli geçmesine yol açmaktadır. Bu sebeple koalisyonlar siyasi yelpazenin bir birine zıt uçlarında ki partileri bazen yan yana getirmekte ve bu durum partilerinde işini çok zorlaştırmakta ve seçmenine karşı mahcup etmektedir.Bunun siyasi tarihimizde çok örneği vardır.
Bu sebeple başkanlık sistemi sadece iktidarı değil muhalefeti de şekillendirecektir. Başkanlık sistemi daha bağımsız siyasetçilerin çıkmasına fırsat sağlayacaktır. Particilik ve ideolojik tartışmanın yerini azda olsa başkanın şahsı , kapasitesi , vaatleri , icraatçı yönü , alacaktır. Çünkü başkanlığı hedefleyenler kendine güveniyorsa halkın karşısına çıkacaktır. Çok sayıda partinin olduğu bir siyasi hayat yok olacak , her önüne gelen parti kurmayacak görünüm bu günlerden de çok farklı olmayıp 4 -5 güçlü partiye imkan tanıyacaktır. Parti içlerinde çalışmadan çabalamadan uzun süre siyaset yapma imkanı yok olacaktır. Kişi projeleri ile sistemde yer almak istiyorsa çabalamak zorunda kalacaktır. Türkiye’nin ABD tipi bir siyasetçi başkan profili göreceğini sanmıyorum , amerikan yaşam tarzından kaynaklı olarak söz konusu siyasi figürler çıkmakta olup mesela Avrupa’da bunun örneği yoktur. Hele bizim siyasi geleneğimiz ciddiyet üzerine kurulduğu için çok daha makul adayların katıldığı seçimler gerçekleşecektir.
Parti teşkilatçılığı da değişip başkanlık seçimleri sırasında aktif ve yoğun katılımın olduğu propaganda devresi önem kazanacaktır. Klasik teşkilatçılığın zayıflayacağını düşünüyorum. Parti bürokrasisinin azaldığı bir dönem olacaktır.Milletvekilleri üzerinde yerel düzeyde icraat baskısı kalkacaktır. Hükümetin halka ulaşmasında en fazla yük milletvekili olmayan siyasetçilere , bakanlara ve başkan danışmanlarına düşecektir. Taşrada hükümetin gücünü güçlü valiler , bürokratlar temsil edecek ve taleplerini dinleyecektir. Belki halkın yerel düzeyden ulusal düzeye siyasi katılımcılığı azalacak fakat bürokrasi içerisinde yer almak daha önem kazanacaktır diye düşünüyorum. Ayrıca halk bu sistemde taleplerini daha fazla dile getirebilir ve karşılık bulabilir çünkü hem başkan, üzerinde bir seçilme baskısı hissedecek hem de daha hızlı kararlar alınabilecektir.
Başkanlık sisteminin Türkiye’ye güç katacağını düşünüyorum. Tarihsel bir yorumlama ile bu sonuca ulaşıyorum. Başarılı olunursa hem içerde hem dışarıda daha fazla söz sahibi bir ülke konumuna yükseliriz. İdareyi dağınık kılan ve zayıf hükümetler dönemi sona erebilir. Çünkü şu hususu da açıkça ifade edelimki bizde serbest seçimlerin olduğu zamanlarda hiçbir zaman anayasal anlamda güçlü bir hükümet olmadı , sadece milletten aldığı oy oranıyla gücünü kullanabilen hükümetler oldu.Bu değişiklik ile ilk defa gücünü milletin yanında anayasadan da alan bir hükümet modeli denemesi yapacağız. Parlamenter sistemde yetkinin kime verildiği çok açık değildir zaten amaçta budur. Parlamenter sistemde hükümet meclisten doğsun fikri yatar. Millet seçim yapmakta seçilenler hükümeti tasarlamaktadır. Başkanlık sisteminde hiç olmazsa idareci yetkisini doğrudan milletten alınmakta ve milletin yetkiyi kime verdiği hiç olmazsa tartışmasız şekilde ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de seçilen başkanın işi muhakkak zor olacaktır. Mesela ABD başkanı çok fazla detay işlerle meşgul değildir , eyaletler ve hükümetleri bir çok yükü almaktadır. Fakat bizde ise başkanın üzerinde hem dış politika , hem bütün devlet idaresinin sorumluluğu , hem yapılacak bütün icraatlar , hem de bir siyasi olarak siyasi yaşam içerisinde mücadele etmesi ile çok yoğun bir çalışma temposu getireceği açıktır. Yoğun çalışma ortamının stres getirebileceği bazen sert siyasi tartışmalara yol açabilmesi de mümkündür. Başkanlık sisteminde , karşıt görüşten birinin başkan olması durumunda muhalif görüşten olanların tahammül gücüde azalabilir. Esas demokrasi işte burada gerekir ,seçilmiş bir idareciye süresi içerisinde demokratik yollarla ancak mücadele edilebilir ve ancak sandıkta karar verilebilir.
ABD sisteminde lobicilik vb varsa bizde de oturması gereken kültür istişare kültürüdür , görüşme kültürüdür. İstişare kültürü herhangi bir sisteme has bir usul olmayıp bütün idareciler için geçerlidir. İstişare de büyük faydalar vardır.Eğer bir idareci ne kadar çok istişare eder ve ondan sonra kararını belirlerse o kadar başarılı olur , Allah yardım eder. İstişare görüş sunanların görüşleri dinlemektir , idarecinin görüştüğü kişilerin fikirlerine uyma zorunluluğu yoktur böyle bir kıstasta olamaz fakat istişare edilmesi , görüş alınması faydalı sonuçlar ortaya çıkarır.Protest bir muhalefetinde ülkeye herhangi bir faydası olmayıp işbirliğine hazır bir muhalefette ülkede idarecilerin işlerini oldukça kolaylaştırır ve ülkenin menfaatine olur.
Velhasıl bu anayasa değişiklileri 2 ay kadar sonra oylanacak , sonuç ne çıkar bilemiyoruz , milletin iradesine başvurulduysa milletin iradesine saygı duyulması gerekir. Sistemler , gelişmeler vb tarihin akışı içerisinde sebep – sonuç ilişkileridir. Nasıl olursanız öyle idare edilirsiniz Hadis-i Şerif’i biz sade vatandaşlar için esas yol göstericidir. Bizler imanlı , inançlı olursak , bizlerin niyeti iyi olursa , bizler sabırlı , merhametli olursak , bizler ticaretimizde dürüst ve güvenilir olursak , bizler sözümüzde sebat edersek , bizler fuhşiyattan , kötülükten uzak durursak bizler vatana millete sahip çıkarsak , Cenab-ı Allah bizlerin başına hayırlı idareciler getirir.

Mehmet Emin Başalp

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT

img_4866BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT

Bizim jenerasyonumuz ilkokul çağlarında Ömer Seyfettin hikayelerini çokça okurdu çünkü sebebi eğitimcilerimiz tarafından Ömer Seyfettin’in çocuk hikayesi kitabı yazan bir hikayeci olarak düşünülmesi ve öğrencilere tavsiye edilmesi idi.

Ömer Seyfettin’in oldukça etkileyici dili , çarpıcı sahneleri ve daha da önemlisi anlaşılır sade bir üslubu vardı. Hikayelerini çocuk aklıyla o zamanlar değerlendirmem mümkün değildi bir çok hikayesini okudum belki bir defa okumuş olmakla beraber hepsi hafızamdadır. Çünkü hikayeleri travmatik etkiler bırakıyordu. Misal And hikayesi köpek , kuduz gibi kelimeler geçtiğinde bu hikaye gözümde canlanır , Mustafa’nın trajik hikayesi insanın içini burkardı. Yine Kaşağı hikayesi de bende aynı etkiyi bırakmış çocukken boğazım şişse kuşpalazı olup öleceğimi düşünürdüm. Fakat yalan söylemenin de ne kadar kötü bir şey olduğunu bana bu hikaye öğretmiştir , hala bu hikayenin etkisi altında olduğumu söyleyebilirim. Bende hastalık korkusu vardır , bu hikayelerin etkisi vardır diye düşünüyorum.

Bir Çocuk Aleko ve konusu daha ağır Bomba hikayesini o yıllarda anlayamamış olmalıyızki bu hikayeleri yıllar sonra tahlil edebildim.

Beyaz Lale ve Yalnız Efe hikayelerini ise beğenmemiştim çünkü bize intiharın büyük bir günah olduğu ailemizce benimsetildiğinden oraya odaklanmıştım.

Diyet hikayesindede insanın kolunu kesmesinin ne kadar müthiş bir acı vereceği hep hafızamda yer aldı. Pembe İncili Kaftan’da elçilik dönüşü mağdur olmuş Muhsin Çelebi’ye üzülürdüm. Üç Nasihat hikayesinde bende derin iz bırakmış bir hikaye olup bilhassa bu üç nasihatten üçüncüsü olan karını kendi gitmediğin yere gönderme hususunu hala önemserim.

Velhasıl okuduğum hikayeleri çok hepsini değerlendiremeyiz. Nitekim ilkokulda beğenerek okuduğum Ömer Seyfettin kitaplarını , sonraki yıllarda korkunç ve çocukların psikolojisi bozan kitaplar olduğuna ve çocuklara asla okutulmamasına inandım bir dönem bu fikri çok savundum ama şimdilerde yumuşattım.

Hikayelerini sonra edebi ve tarihi açıdan da inceledim bu seferde Kızıl Elma Neresi gibi tarihi açıdan harika , Mermer Tezgah gibi edebi açıdan çok beğendiğim mükemmel ve okuması keyifli hikayeleri de vardı.

Sözü uzattık esas meseleye gelemedik , Ömer Seyfettin’in Başını Vermeyen Şehit hikayesi işte bizim gibi Anadolu’nun vatan , millet , tarih sevdalısı , dindar insanlarına hitap eden ölümsüz hikayesi. Çocukluğumda bir menkıbe gibi bu hikayeyi anlatırdım , Kuru Kadı gözümde abdest alırken canlanırdı.

Şehitlik bizim dinimizde büyük mertebe bu vatan nice şehitlerle fethedildi , savunuldu , şairin de dediği gibi ” şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda. ” Son günlerde ülkemizi yine içerde ve dışarda güç mücadeleler içinde görüyoruz. Belki yıllar sonra sınırlarımız dışında sıcak çatışma içindeyiz. Nice yiğitleri korkusuzca mücadele ederken görüyor ölüme gözünü kırpmadan atılmasına şahit oluyoruz. Al bayrağa sarılı tabutları gördükçe üzülüyoruz. Fakat o ruh kaybolmuş değil , bunu apaçık hissedebiliriz , bunca üzücü hadiseye rağmen diz çökmeyen , yılmayan , korkmayan , sinmeyen , tehditlere boyun eğmeyen hatta gülüp geçen bir ruh ancak bu tarihi tecrübelerden geçmiş ve bu şuuru hala yaşatan bir millette olabilir.

Gelelim hikayeye yıllar yılı savaş meydanlarında olmalarına rağmen hikaye kahramanlarından Deli Mehmet , Deli Hüsrev nişan , hil’at istemiyorlardı “fani vücuda kefen gerektir , hil’at nadanları sevindirir “diyorlardı ya bugünde inanın o ruh vardır günümüzde bu mücadeleyi 20-25 yaşındaki gençler taltif için yapmıyorlar veya sonunda şehadet var denilse bile tetiği çekip altının ortadından haini vuruyorlar.

Velhasıl cenk sırasında Deli Mehmed’in başını kesip götürürler fakat Deli Hüsrev bağrır ” Mehmedim canını verdin başını verme ” Mehmed’in cansız cesedi ayağa kalkar başını düşmandan alır ve oracığa uzanır bunu Deli Hüsrev ve Kuru Kadı görmüştür sadece.

Kuru Kadı bu olaydan etkilenir meczup hale gelir fakat Hüsrev hala eskisi gibidir , cenk akşamı dahi atını kaşağılar , türkü söyler neticede bu olaya niye şahit olduklarını Deli Hüsrev “bu şehitlik müjdesidir “diyerek Kuru Kadıya açıklamıştır. Yıllar sonra Zigetvar’ın Fethi sırasında Deli Hüsrev’in naaşı yanında ak sakallı , yeşil cübbeli ve sarıklı bir kişi daha bulunur ama kim olduğu bilinmez belki bu kişi Kuru Kadıydı şeklinde bir anlatımla hikaye biter.

Gerçekten bu hikayeyi şu günlerde yeniden düşündüm etrafımızda başını vermeyen şehitlerimiz var . Şehadet arzusu içinde gerektiğinde yaşlı haliyle cepheye koşacak Kuru Kadılar var. Ömer Seyfettin’e bir parça haksızlık ettiğimi de düşündüm , bu coğrafyada yaşayan bu milletin bunca çetin mücadelesi içinde çocukta olsa Başını Vermeyen Şehit gibi hikayeleri okuması lazım. Bizden olan , bizim dinimizden , irfanımızdan , tarihimizden süzülerek gelen hadiseler acıklıda olsa korkunçta olsa zarar vermiyor.Bu ruhu besliyor , yaşatıyor buna inanıyorum.

Oysa içimize giren nifak , kin , ihanet ve canilik ise dışarının zehirli dilleriyle geliyor ve içeriyi besliyor. Kendi milletine bomba yağdıran hainler , dindaşlarını tekfir edip silahla tarayan sözde müslümanlar , çoluk çocuk kadın demeden bomba patlatan teröristler Ömer Seyfettin okuyamazlar , onu hissedemezler.Bu ruhu bu kitaplarda hissedebilmek ise büyük bir şeref olsa gerek.

İşte bu şehadet arzusunu , vatan savunmasını Başını Vermeyen Şehit hikayesi kadar açık ifade edebilen , edebilecek kitapları , hikayeleri yeniden okuyalım , okutalım derim. 13.01.2017
Mehmet Emin Başalp