TEDBİR VE UYUMSUZLUK

TEDBİR VE UYUMSUZLUK

2020 yılımızın gündemi olan koronavirüs pandemisi ve tedbirler konusunda yine bir yazı yazmam gerekti. Böyle bir salgın var , tedbirli olmak durumundayız bu konuda hem fikiriz kendi şahsi gözlemim ile de kalabalık ortama girmemenin yani mesafe şartı , maske takmak ve temizliğe dikkat etmenin bulaşmayı yavaşlattığını ifade edebilirim.

Haziran ayında ülkemiz kademeli bir normalleşmeye girmiş ardından da ilk ciddi yeni kısıtlamalar kasım ayında oldu , bu süreç zarfında ülkemizde bazı illerde yeniden hastalığın alevlendiğini gördük bilhassa Konya’da Ağustos , Eylül ayları bu hastalık hayli yaygındı.

Yazımın konusu tedbir ve uyumsuzluk mesela bazı alınan tedbirler ile bulaşma mantığı arasında uyumsuzluklar var. Haziran ayında normalleşme yaşanırken yaz aylarının düğün mevsimi olduğu düşünülmeli ve düğün konusunda ciddi kısıtlamalar olmalı idi fakat kınadır , nişandır , düğündür bir ara hepsi tekmili birden tedbirsiz şekilde icra edildi ve hastalığın Konya’da bu denli yayılımı kanaatimce bu düğünlerden oldu.

Şimdi yer alan yasaklardan mesela kuaförlerin belli saatler arasında hizmet vermesinin ben bulaşmayı azaltıcı bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum.

Kamu kurumlarında hatta banka önlerinde hes kodu kontrolü veya işlem için kuyrukta mesafe kurallarını ihlal edecek şekilde insanlar sırada beklerken , toplu ulaşım hele İstanbul gibi şehirlerde hayli kalabalıkken ,  restoranlarda yemek yemenin neden yasaklandığını anlayamıyorum. Benim ne kendimin ne çevremin restoran , cafe vb gibi sektörlerde bir meşguliyeti yok ama bu sektörlerinde yaşaması gerekmektedir. Belli sınırlamalar ile restoranlarda yemek yenebilir , yalnız olmak koşuluyla cafelerde vs çay , kahve neyse içilebilir.Bence bu yasağın iyi düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum , revize edilebilir çünkü ekonomik etkisi ile devamında hukuki uyuşmazlık ( kira , kıdem tazminatı gibi ) ve istihdam sorunu oluşur.

Ben avukat olarak çalışıyorum pandemi başladığından beri maalesef adliyelerde ilerleyen bir süreç yok bakınca bunun pandemi ile bir ilgisinin olduğunu da görmüyoruz çünkü bir hakimin 50 tane dosya ile duruşmaya çıkmasını anlamak güç , haftaya ve gün boyuna yayıp daha rahat ve sakin duruşmalar yapılamaz mı ? Mesela aylardır izinli hakimler var yerlerine kalıcı hakimler görevlendirilemez mi ? Adalette önemli bir hizmettir ve zaten yavaş işleyen bir sahada önümüzdeki 2-3 yıl eritilmesi mümkün olmayacak iş yığılmasına sebebiyet verilmesini anlamak güç. Pandemi şartları yavaşlamaya değil aksine pratikleşemeye ve hızlanmaya sebebiyet vermelidir. Bu konuda Adalet Bakanlığı sert insiyatifler almalıdır diye düşünüyorum.

Gelelim okullara okullar kısmen açıldı derken yeniden yıl sonuna kadar kapandı ve online bir eğitime dönüştü. Online eğitime katılım herkesin malumu düşük , öğretmenlerin gün boyu online ders anlatması ne kadar verimli ? Kanaatimce ilkokul , ortaokul , lise ve üniversiteler , hızlı bir müfredat düzenlemesi ile telafisi online mümkün olmayacak dersler yönünden açılmalı ve haftada 2,3 duruma göre 4 gün ders verilmeliydi.  Hiçbir ders önemsiz değildir ama öğrenciler hiç olmazsa matematik , Türkçe , fen bilgisi vesaire dersleri okulda almalıydı. Bu sürecin uzaması ile bu jenerasyonun ciddi bir eğitim kaybı yaşayacağı açık bu nasıl telafi edilir  ,düşünmek lazım. İşin ilginç yanı kreşlerin açık olması ?? Kreşlerdeki öğreticiler ve yavrular virüsten vareste mi ?

Pandemi başında da mesela camilerin kapatılmasına karşı çıktık bu sefer bir kısıtlama olmadı lakin Diyanet işleri Başkanlığı ve müftülükler sağolsunlar biraz kolaylaştırıcı tedbir alamaz mı ? demek alamıyorlar. Cuma günü yoğunluk var hava soğuk ama maşallah 10 dakika makamlı ezan okunuyor , hutbe kısa değil bunlar zor şeyler değil neden bu kadar pratik olunamıyor bu da ayrı bir uyumsuzluk. Gelin biraz kurumsal işleyişleri pratikleştirelim.

Bu virüsün yayılımı noktasında net bilgilendirmeler yok , aşı konusunda net bilgilendirmeler bulunmuyor , vefatlara ilişkin de bilgilendirmeler hayli zayıf ne kadar yüksek ne kadar az belli değil. Yaşlılar mı , kronik hastalar mı ? ne şekilde bir dağılım var.   Yine ilaçların yan etki yaptığı halk arasında sıkça konuşuluyor bu konuda neden bilgilendirmeler zayıf. Hasta olsam bunları kime soracağım. İnsanların bağışıklık sistemini güçlü tutmak için bilinçsiz takviye ürünler kullandığı bir vakıa , kullanalım mı  ? kullanmayalım mı ?  belli değil . Bu konularda bilinç artırıcı faaliyetler çok az neden yapılmıyor.

Yine eczacılardan duyduğum ilaç satışlarının düştüğü 2020 yılı için gerçekten hastanelere başvurular ne kadar azaldı ,ilaç tüketimi ne kadar azaldı bu konuda da Sağlık Bakanlığı veri açıklayabilir. Önemsiz mi ?  hem bir ekonomik tasarruf hem de demek ki gereksiz ilaç kullanımı düşmüş.

İnsanlar salgın ve tedbir konusunu gündemden düşürmesinler fakat insanların ruh ve beden sağlıklarını korumaları için devlet tedbir ve düzenlemeler çerçevesinde ne maneviyata yönelik faaliyetlere toptan bir kısıtlama getirmeli ( Cuma namazı yasağı vb olmamalı )  tümden bir sokağa çıkma kısıtlaması olmalı ,  insanlar parklarda vb yürüyüşlerini ve egzersizlerini yapabilmeliler , ekonomik anlamda işletmeler devamlılıklarını sağlayabilmeleri için faaliyetleri kesintiye uğramamalı , kamu hızlanmalı , eğitim bir şekilde devam etmeli.

Allah bu hastalıktan bütün dünyayı bir an evvel kurtarsın , hasta olanlara şifa versin , vefat edenlere rahmet olsun zorda olanları bir an önce kolaylığa çıkarsın.Amin.27.11.2020

 

Mehmet Emin Başalp

 

 

CHP

 

Genelde deneme türünde yazılar yazıyorum fakat bu yazımda hiç bilmediğim bir kulvarda yazı yazacağım Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve bir dönemin tek partisi CHP.Ben CHP’ye siyaseten oldukça uzağım ve söylem ve fikirlerini de asla benimsemem fakat gözlemlediğim kadarıyla bir şeyler yazmaya çalışacağım.CHP’yi yaşım itibariyle 90’lı yıllardan itibaren gözlemlerim üzerinden değerlendiriyorum daha eski tarihleri ise bilgi edinmek yoluyla.

1950’ye kadar CHP ve politikaları artık tarihe mal olsa da partinin o zamanki müesses nizamın bir organı mahiyetinde olduğu çok açıktır. CHP o nizama etki edebilen bir kurum değil kendisine etki edilebilen bir seviyededir. CHP , çok partili hayatla birlikte muhalefete düşmüş ve 1960 askeri cunta darbesi ile Demokrat Parti kapatıldığı halde CHP ve bazı partiler kapatılmamıştır.

1960’lı yıllarda da CHP’nin başında Osmanlı son dönem paşalarından , Milli Mücadele komutanlarından , Lozan’ı imzalayan bakan ,Atatürk döneminin başbakanı  ve onun halefi olarak İsmet İnönü bulunuyordu. Fakat bunca makam ve geçmişine rağmen artık İnönü’de 60 askeri cuntasının vesayetinde alelade bir parti liderine dönüşüyordu.

Konunun devamını getirmeden şu husustaki kanaatimi belirteyim sıklıkla ifade edilir efendim darbe olmasa ve seçimler olsa zaten Demokrat Parti muhalefete düşecekti , ben bunu çok kabul edilebilir bulmam zira İsmet Paşa’nın bir daha bütün gücüyle iktidara gelmesi ne dünya konjonktürü ne de Türkiye konjonktürü ile mümkündü.Çünkü 1961’de ki seçimlerinde İnönü % 36 oy alabilmiş ve bir takım koalisyon hükümetleri kurmuştur.Esasında bu yaş ve tecrübe de bir devlet adamının bir askeri vesayet altında karmaşık bir ortamda siyasete devam etmesi de bana hayli ilginç gelir. Zaten 1965’te yapılan seçimlerde CHP ve İnönü bu iktidarı da kaybetmiştir zira artık ne bir icraat kapasitesi ne de halka sunulabilecekleri bir vaat bulunuyordu. Bu dönemden sonra parti içinde de kendisine karşı yükselen sesler olmuştur muhtemelen bu yaşlı Osmanlı bürokratı kendi elleriyle kurduğu devleti tanıyamıyordu zira onların hayali ancak kurucu kadronun şekillendirdiği ve yönettiği batılılaşması sert normlara bağlanmış bir devletti.Oysa 1960’lar Türkiyesi artık değişen dünya şartlarında artan nüfusu ve köyden gelen göçle beraber toplumsal olarak değişiyordu , iletişim imkanları artıyordu.Velhasıl CHP içinde başlayan solculuk tartışmaları , Ecevit’in muhalefeti vesaire derken en son İnönü partisinin genel başkanlığından ve CHP’den de istifa etti , yani İnönü öldüğünde bir CHP’li değildi.

CHP’de ise partinin başına artık Osmanlı bakiyesi değil gazetecilik kökenli , dönem şartlarında iyi eğitimli olduğu düşünülen , işçi hakları vesaire konusunda fikirleri olan , pek atılgan olmayan ama entellektül bir yönü de olan Bülent Ecevit seçilmiştir.Ecevit’in CHP’yi sol söylemli bir partiye dönüştürme çabaları olmuştur. Şimdi Ecevit öncesi CHP’ye 1950’den ve 1960’tan sonra oy atan kitle muhtemelen daha yaşlı ve değişimden hoşlanmayan yahut alışkanlık ve tutuculukla oy atan bir kitledir. Ecevit’in seçilmesi ile birlikte CHP’ye oy atan kitle birden solcu , sosyalist fikirlere sahip bir seçmen mi olmuştur , hayır. Bu yıllar işte Türk seçmenleri arasında fikir ve ideolojilere göre ayrımların somut olarak başladığı yıllardır. Solculuk o dönem birazda Sovyet bloğuna sempati beslemeyi gerektirir. Bu etki ile birlikte milliyetçilik , İslamcılık , liberal ekonomi taraftarları ve solculuk tabii çekişme içindedir.Birde cumhuriyetle beraber oluşan esasında her partinin benimsediği Atatürkçü ve Laik düşünce vardır tabii herkesin mesafesi bu yaklaşıma da aynı değildir. Bu yıllarda kurulan MHP ve MSP ‘nin o dönem şartlarında hayli radikal gelebilecek söylemleri düşünüldüğünde şehirli seçmen açısından ideolojik oy verme refleksi giderek artmıştır fakat yine de CHP bir çok alışkanlık oyu almakta ve kırsaldan da hayli yüksek oy almaktadır.Benim kanaatim ideolojik partilerin iletişim kanalları olarak kırsal seçmene o dönemde kolay ulaşamadıkları yönündedir.90’dan sonra bu hususu telafi edeceklerdir ve bu oylar bir CHP’ye gitmeyecektir.1977 seçiminde CHP ilk defa serbest bir seçimde alabildiği en yüksek oyu almıştır o dönem şartlarında ağır ekonomik sorunlar içinde bir umut ve denenmek için Ecevit’e yönelen bir sempati olduğunu düşünüyorum zira CHP’nin yine taban ve tavan uyumsuzluğu ve oy oranının kalıcılığı sorunu vardır.

Ecevit hükümetleri de ülke tarihinde pek başarılı hükümetler değildirler zira başta Ecevit’in bazı ütopik ve romantik hayalleri hariç icraatçı bir yönü yoktur , 1974 Kıbrıs Barış Harekatı belki siyasi hayatının en çarpıcı kararı olmuştur ve ölünceye kadarda bu kararla anılmıştır. Nitekim 1980 darbesi ile tüm siyasi partiler kapatılmıştır.

80 darbesinden sonra 1983 seçimleri olmuştur CHP kapalı olduğu için sol oylara talip Halkçı Parti adında bir parti vardır ve %30 gibi kanaatimce yüksek bir oy almıştır. Aslında gerçek bir rekabete dayalı seçim olsa bu oy oranına artık ulaşmaları pek mümkün değildir zira 1987 seçiminde  bu Halkçı Parti SHP’ye dönüşmekte o dönem konjonktüründe modern bir parti olarak halka sunulmakta , yeni solculuk söylemleri ile % 24 civarı oy almakta bu arada Ecevit’in kurduğu DSP ise % 8 gibi oy almaktadır , muhtemelen SHP yine , yenilik gibi bir saikle bu oy oranını alabilmektedir.

1991 seçiminde SHP % 20 ‘ye gerilemekte , DSP %10 oy almaktadır , Tabii SHP karışmış ve bir takım kurultaylar vesaire derken CHP kurulmuş , CHP’nin başına Deniz Baykal geçmiş ve SHP ise tarihten silinmiştir. Tabii bu yıllar ülkede Refah Partisi’nin hem yerelde hem genelde yükselişe geçtiği bir dönemdir ve Refah Partisi’ne karşı muhalefet Laiklik ve Atatürkçülükten gelmektedir ve bunun sözcüsü doğal olarak CHP olacaktır.CHP yalnız değildir DSP’de vardır ve kendi aralarında da rekabet vardır. 1995 seçiminde aslında DSP % 14 , CHP % 10 gibi başarısız sonuçlar alsa da parçalı siyasi hayat nedeniyle hükümetleri düşürmüşler , yönlendirmişler ve hatta tek başlarına hükümet kurmuşlardır. Bu dönemi 28 Şubat dönemi ile birlikte değerlendirmek lazım. CHP ve Baykal bu dönemde genelde Meclis’te yüksek ses tonuyla muhalefetten başka esasında vatandaşla birlikte etkili bir muhalefet yürütmemekte , yargı ve bürokrasi ve pek tabii o zamanki ordu komutanlarına dayanmaktadır. 1999 seçiminde CHP % 8 oy alıp baraj altında kalmakta ve % 22  oy alan DSP bir koalisyon hükümeti kurmaktadır. Yine bu dönemde laik hassasiyet yüksektir daha meclisin ilk günü bir başörtülü milletvekilinin yemin tartışması çıkmıştır. Ülkenin büyük bir deprem geçirmesi , Ecevit’in yaşlığı ve ağır bir ekonomik kriz sonrası başta DSP dağılmış ardından da gidilen seçimde DSP çok az oy almış ve CHP % 19  civarı bir oy almış ve o seçimde ki partili bir meclis oluşmuştur.DSP’ye değinirsek  SHP gibi yapıp CHP’ye katılabilirdi fakat hala tüzel kişiliği devam etmektedir.CHP 3.genel başkanı Ecevit’te öldüğünde bir CHP’li değildir.

2002 seçimleri aslında CHP’nin gerçek oy oranıdır çünkü sadece söylemle muhalefet yapan ve hatipliği kuvvetli bir genel başkanları ile siyaset yürütüldüğü bir seçimde ancak tabanları kadar oy alabileceklerdir. Çünkü 2007 seçiminde de  biraz DSP ve o dönem seçime giren YTP ‘den gelen oylarla % 20 civarı bir oy oranı ile aynı oranda oy almıştır.

Bu yıllarda bir cumhurbaşkanlığı krizi çıkmış , ülkede bürokratik ve askeri vesayet giderek zayıflamaya başlamış daha özgürlükçü bir ortam oluşmuştur nitekim kanaatimce CHP’nin zaman zaman değişe de kimi zaman devletçi kimi zaman sert laik kimi zaman sosyalist söylemlerle genelde sözlü yürüttüğü siyasetle girdiği son seçim herhalde 2007 seçimi olmuştur nitekim daha sonra Deniz Baykal hakkında çıkan bir görüntü kaseti nedeniyle istifa etmiş ve Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan seçilmiştir.

90’lardan sonra belirginleşen taban tavan uyumu 2000’li yıllarda giderek pekişmiş ve bugün artık CHP tabanı ile de uyumlu şekilde Türkiye Sekülerlerinin toplanma partisi haline gelmiştir. Burada bazı nüansları belirteceğim çünkü bunlar CHP’nin dönüşümü ile de uyumlu olup CHP’nin geleceğini de tahmin etmemize yol açar.

Bunlardan birincisi CHP genel başkanın daha ılımlı bir dil kullanmaya başlaması ve halkın içine bunun başarısı tartışılır fakat karışmaya başlamasıdır. Kemal Kılıçdaroğlu bir iktidara gelme başarısı veya partinin oy oranlarını önemli ölçüde artırma gibi başarı gösteremese de bu dönemde gösterilen başarı kanaatimce tabanın artık kopmayacak bir şekilde ve sekülerleşen bir benzeşme geçirmesi ve partiyi desteklemesi olarak düşünülebilir.

Bu sekülerleşme CHP’nin geçmişindeki sert laiklik anlayışından farklıdır çünkü o sert laiklik anlayışı aynı zamanda bir devlet politikası idi oysa şuan devletin sert laik politikalar yürütmemesine rağmen CHP sert laik bir söylemi terk etmiş veya terk etmek zorunda kalmış yerine farklı düşünceden kişileri de ortak bir noktada buluşturacak daha sivil bir sekülerleşmeye dönüştürmüştür.

Bu sekülerleşme sert laik anlayıştan daha geniş kapsamlıdır.Çünkü içine dindar ama Atatürkçü , milliyetçi ama Atatürkçüyüm diyen kişileri de alabilmekte , bu sekülerleşme eşcinsel hakları konusunda oldukça radikal söylemleri de seslendirebilmekte , bu sekülerleşme liberal çevrelerle iletişim halinde olduğu gibi aşırı sol olarak nitelendirilebilecek kişilere partide siyaset yapma imkanı da vermekte , bu sekülerleşme özgürleşme , adalet , insan hakları gibi kavramlar  anlamında da kullanılmaktadır. Bu CHP tavanında olduğu gibi artık CHP tabanında da yaygın ve benimsenmiş fikirlerdir.Tabanda giderek daha fazla şekilde bir birine zıt gelebilecek şeyleri uyum halinde kabullenebilmektedir.

Bu sekülerleşme tabanda dini değerlerden ve simgelerden kopuşa da yol açtığı bir sekülerleşmedir.Sert laik dönemde olan geleneksel motiflerin bile silikleştiği bir anlayışa evrilme vardır.Genelde hatırlarım deniz Baykal torunlarıyla falan bayram namazına gider ve basına demeç verirdi.deniz Baykal sünnet düğünlerinde kirve olurdu.

CHP son yerel seçimde Büyükşehir Belediyeleri yönünden kazançlı çıkmıştır. Bu CHP’nin  yerel yönetim alanında faaliyet göstermesine yol açacak bu en nihayetinde bir iletişimdir bunun olumlu veya olumsuz bir sonucu olup olmadığı bir sonraki seçim belli olabilir ama yeni bir kulvar yeni bir aktivite demektir.

CHP sadece söylemle siyaset yapılamayacağını fark etmiş gibi görünüyor Kemal Kılıçdaroğlu döneminde miting, yürüyüş vb ağırlık verildi. Çünkü bir dönem sadece Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açmaktan başka bir muhalefet tarzı yoktu.Hatta İyi Parti’nin seçime girmesi için vekil desteği bunlar bu anlayışın tezahürü bazı gelişmeler gibi geliyor.

Bu sekülerleşme kendilerine ideolojik refleksle değil hem benimseyerek oy atmayı hem de tepkisel oy vereceklerin çekinmeden oy verebilecekleri bir partiye dönüşmesini amaçlıyorlar  diye düşünüyorum.

CHP bu dönemde ne oy aldı , % 25’e sabitlenmiş bir orana yükseldi.Rakip bir sol parti çıkmadı , bunun için caydırıcılık gücü olduğu söylenebilir.Kendini daha sol olarak tanımlayan ama Kürtçü siyasi geçmişe dayalı HDP ise son iki seçimdir rahat şekilde % 10 barajını geçebilmektedir. Yerel seçimde ittifak dahilinde gittiği için tam oy oranı tahmin edilemese de son genel seçimlerde  aldığı oydan daha fazla olabileceği ifade edilebilir. Nitekim 2018 yılında Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP adayının % 30 bandında oy almasının da beraber düşünmek lazım.

Aslında bu oy oranları ile bu yazıyı yazma amacım büyük sıçramalar veya düşüşler olmayan taban ve tavan uyumlu Türkiye Seküler Partisi olma yolunda ilerlediklerini gösteriyor. Hatta kendilerini böyle bir sığınak haline getirdiklerini ifade ediyorlar.Zira ittifak sistemi ile de ülkede iki blok oluştuğu düşünülürse bu ikinci bloğun başını çekiyorlar.Bir tarafta daha dini , muhafazakar ve milli değerleri öncelikleyen blok diğer tarafta seküler anlayışı ve batıcı eleştirileri öncelikleyen bir anlayış.

CHP nereye gider , CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir dönüşüm başlattığı açık fakat uzun süre genel başkanlık yapar mı ? Kılıçdaroğlu şuan 71 yaşında bir siyasetçi , yaşlanan CHP genel başkanları  genelde trajik şekilde siyasi hayatları bitmiştir bir tecrübe olarak o hale düşmemek için daha uzun yıllar siyaset yapmayı düşünmeyebilir.Zaten Kemal Kılıçdaroğlu ülkeyi yönetmeye talip bir siyasetçi olmadığı imajını bir çok seçim vermiştir ve bazı söylemleriyle de tabanında da ciddi eleştiri almakta fakat şimdilik toparlayabilmektedir.Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başında uzun süre duracağını düşünmüyorum.

CHP’nin başına ilerde nasıl bir genel başkan gelir benim tahminim CHP’nin başına daha az konuşan , genelde ciddi konularda bir bilim adamı soğukkanlığı ile yorum yapabilen , ülke içindeki her türlü muhalif görüşü mantıklı bulup sahiplenebilen , sempatikliği önemseyen ve belki yazıyı okuyanlara ilginç gelebilir ama AB’ci olmayacak bir dış politik anlayışa sahip biri olabilir diye düşünüyorum.Bunu niye diyorum dünyada ekonomik ve siyasi dengeler artık Avrupa Birliği’ni siyaseten geriletmektedir. Asya ülkeleri , Afrika ülkeleri yükselmektedir. Çin artık bir dengedir. Artık Türkiye’deki liderler de bu gelişmeleri göz ardı edemezler. Avrupa Birliği temelli siyasi bir söylemin Türkiye’de yeri giderek azalmaktadır.Fakat sekülerleşen bir toplumun halkta payı kanaatimce artmaktadır.İşte CHP bu tabanın sözcüsü olmaya uzun zamandır aday görüntüsü vermektedir.

CHP’de kadın siyasetçilerin değişimi de aslında partinin değişimini göstermektedir. Bu konuda mesela genelde basına malzeme veren konuşmalar yapan veya altıok desenli kıyafetle meclise gelen Canan Arıtman yerine daha derinlikli ekonomik analizler yapabilen veya Canan Kaftancıoğlu gibi daha teşkilat temelli saha da siyaset yaptığını öne çıkaran tipolojiler gelmiştir. Bu bir dönüşümü gösteriyor aslında.

CHP toplumu dönüştürecek daha radikal sosyal söylemlere ( bakın sol söylemler demiyorum  ) sahip çıkabilir nitekim ilerde yaşanacak siyasi çekişme toplumsal değerler ile bu değerleri ortadan kaldıracaklar arasında geçecek. Nitekim Türkiye de şimdi batılı anlamda muhafazakar siyaset ortaya çıkacak. Muhafazakar siyaset ülkede askerlik yapmayı , aile kurmayı , nüfus artışını , milli kültürel değerleri daha fazla savunacak ve çekişme bu konularda çıkacak diye tahmin ediyorum. Geçmişte yaşanan dindarlık ve laiklik tartışması yerini işte sekülerleşen toplumun ve siyasilerin istekleri ile değerleri muhafaza üzerinden şekillenecek gibi. Burada dindar olup , milliyetçi olup seküler değerleri savunanlar olacak. Solcu olup değerleri muhafaza etmemiz gerektiğini savunlar olacak.Farklı kişi ve görüşten şaşıracağımız yan yana gelme hadiseleri yaşanabilir.

CHP’nin toplumda yerini konumlandırdığı bu yerde ne kadar daha rağbet görür bilemiyorum , muhtemelen bu sahada kendine yeni rakipler çıkabilecektir.Onlarla rekabet edebilecek midir yoksa bu tabanı konsolide şekilde tutabilecek midir ?

Dış politika da CHP nerede duracaktır.Benim tahminin ilerde giderek Avrupa Birliğinden uzaklaşacak bir dış politik söyleme sahip olacağını düşünüyorum , burada hangi dengenin sözcüsü olacak göreceğiz fakat benim CHP için tahminim giderek Çin yanlısı bir politika güdeceği şeklindedir.

Şu ana yazıda daha ilginç gelecek ama CHP’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine muhalefetin önünü çektiği için hala parlamenter sistemi savunduğunu görüyoruz ama ilerde bu söylemden de vazgeçeceklerini düşünüyorum.Çünkü 1950’den beri çok partili parlamenter sistemde iktidarda CHP kendine ne kadar yer bulmuştur. Gerçek bir iktidar hevesine girerlerse bu sistem değişikliğini benimseyeceklerini düşünüyorum.

Yazımı şu şekilde bitireyim CHP ne kadar kendini değiştirirse değiştirsin bazı alışkanlıklarından kurtulabilecek bir parti değildir , inançlara saygılı değildir bunun yanında giderek değerlere saygılı olmayı da bırakmıştır. CHP özgürlükçü ve adil değil aksine baskıcı ve kısıtlayıcıdır. CHP icraatçı değildir , hizmet üretmekte oldukça zayıftır.Dış politik anlamda ise en tutarsız ölçüye son dönemde ulaşmıştır ben bunun gidişat olarak bilinçli olduğunu ve tehlikeli olduğunu düşünüyorum.CHP’nin durumu karşıt politik duruşa sahip olanlar tarafından da takip edilmelidir çünkü siyaseten yaptıkları az veya çok yeni politik şekillenmelere sebebiyet veriyor. 23.10.2020

 

Mehmet Emin BAŞALP

MEVLANA ÇARŞISI

dav
dav
dav
dav

Mevlana Çarşısı , Hz.Mevlana Türbesi ile Aziziye Camii arasında kalan büyük kütlesel bir çarşıydı.Mimari özellik olarak herhalde yapıldığı dönemde böyle bir tarz vardı ve modern olduğu düşünülüyordu belki ama ilerleyen yıllarda hem Konya’nın tarihi , turistik merkezinde silüeti bozan bir çarşı olmuş hem de kullanışsızlığı ile alt katları hariç çok işlevsel değildi.Işıklandırma problemi olması , güvensiz asansörleri , demode kalan güvenlik usulü , mimari çirkinliği ile aslında insanlarda beğenmezdi.

Genelde çarşı esnafı giyimci idi ki bunlarda daha çok gündelik kıyafetlerden ziyade düğün veya özel günlerde giyilen kadın kıyafetleri veya okul kıyafetleri üzerine idi.Bir diğer esnaf grubu hac ve umre ibadetlerini yapanların geleneksel olarak hediye olarak sundukları eşyalara yönelikti.Bir diğer esnaf grubu ise deri giyim üzerine idi.Bunun harici hediyelik eşya vb gibi bazı işletmelerde vardı diye hatırlıyorum.

Mevlana çarşısının üst katları ise dernek , vakıf gibi sivil toplum kuruluşlarının yerleri idi.Bu çarşı bana alışverişten ziyade işte bu sivil toplum kuruluşları yönü ile anlam ifade ederdi. Tahminim 20 yılı belki aşan bir süre sıklıkla gidip geldiğim bir yer olmuştur. Mesela Konya’nın merhum meşhur hocalarından hafız Abdurrahman Öksüz Hoca genelde bu çarşıda bir vakıfta bulunurdu.

Tabii çarşının biraz fiziki yapısından bahsedeceğim çünkü esasında son yıllarda çarşı daha düzelmişti diye düşünüyorum mesela aşağıda yer alan zemin yeniden elden geçirilmiş , döşeme yenilenmiş , havuzlar kaldırılmıştı. Merdiven boşluğu ve koridorlar daha düzenli ve temizdi. Tuvaletleri yenilenmişti. Aslında iç dizaynı , esnaf grupları ve gelen giden insanların tavırları ile çarşı yerel özellikler gösteriyordu ama dış mimarisinin hali ile bir gün ortadan kalkacağı açıktı. Bu yerellik nasıl bir şey mesela hiçbir alışveris merkezinde ayağında terliklerle paçaları sıvalı yeni abdest almış kişiler göremezsiniz ama burada görülebilirdi çünkü tuvaletlerin yanında şadırvan gibi çeşmeler vardı. Alışverişe gelenler genelde şehrimizin muhafazakar insanlarıydı.Yer alan STK’ların çoğu dini faaliyetler yaptığı için bir çok meşhur hocanın gelip geçtiği bir güzergahtı.İfade ettiğim yerellik böyle bir harmandı bir daha başka yerlerde oluşur mu bilmiyorum.Çünkü zemin katta Ebubekir isminde safça bir kardeşimiz bile gün boyu durur gelene gidene selam verirdi bu gibi özelliklerin bir eyrde oluşabilmesi pek kolay değildir işte bu mekanın bir ruhudur bir yerde.

Burası bir alışveriş merkezi değildi , serbest meslek gruplarının ofislerinin olduğu bir işhanı da değildi , dükkanların kapılarının dışa açıldığı veya bağımsız olduğu bir çarşı da değildi. Burası aslında canlılığı azalan ve işlek şehir merkezlerinde bir dönem inşa edilen çarşılardandı fakat bu çarşının alt katlarından ziyade üst katları daha bir işlevsiz ve atıldı netice de esas mimari çirkinliği de bu kütle oluşturuyordu.

Konya Büyükşehir Belediyesi bu çarşının yıkılmasına karar verdi ve yıkılma işlemleri başladı bu yazıyı da ona binaen yazıyorum çarşının etrafını geçen bir dolaştım ve fotoğraflarını çektim, bu işlemin doğruluğu noktasında ise herkes hem fikir o nedenle o konuda bir yazı yazmayacağım yukarıda da bahsettiğim gibi burada yer alan anılardan bahsedeceğim. İnşaallah bu çarşının yerine de daha faydalı kullanışlı bir yapı yapılır.

Bir mekana insanlar ruh katar.Bir muhite insanlar ruh katar.Şimdi Aziziye Camii etrafındaki ortamın Konya’nın Aydınlıkevler semtinde olması beklenemez. Mevlana Çarşısı’nın ruhu ile yerine yapılacak yeni binanın da ruhu aynı olmayacaktır. Bu değişiklikler işte olumlu mu olacak , olumsuz mu olacak onu ilerleyen zamanda deneyimleyeceğiz. Mesela Kapu Camii civarının bundan bir 10-15 sene önceye göre insanlar nezdinde daha farklı bir anlam kazandığını ve rağbet gördüğünü düşünüyorum mesela çocukluğumuzda daha çok rağbet göre Alaaddin Tepesi ve Zafer bölgesi ise daha azalan bir rağbete sahip , eskiden belli bir nezihliğe sahipken giderek ruhsuzluğa kapıldığını gözlemliyorum.

Ben 1984 yılında Şems-i Tebrizi Camii’nin karşısında bir evde doğdum ve 30 yaşıma kadar orada yaşadım hala dedem , babam orada oturur.Onlarda daha önce yine bu muhitlerde yaşamış , okumuş ve çalışmışlardır.Bizim gündelik hayatımızda Yeşil Türbeyi görmek ,Kapu Camii’nin ezanını duymak , yola çıkınca Alaaddin tepesini görmek , Zafer , Fuar , Bedesten , Aziziye çevresi gibi yerlerde gezmek son derece doğaldı.

Aslında Saray Çarşısı , Rampalı Çarşı , Fatih Çarşısı , Hekimoğlu İşhanı , Vakıflar İşhanı , Ahmet Efendi Çarşısı gibi yerler sıklıkla duyduğumuz kullandığımız yerlerdi. Belki bugün Selçuklu bölgesinde doğmuş 15-20 yaşında bir gence Ahmet Efendi Çarşısı neresi denilse muhtemelen bilemeyecektir.Bu çarşıdan emaye sini alıp düğüne götüren Konyalılar artık yaşlanmaktadırlar : ) İşte Mevlana Çarşısı’da bu çarşılar gibi bir konumdaydı.

Ben lise yıllarım galiba bu çarşıda o zamanlar Ahlak Kültür ve Çevre Derneği’nin kütüphanesi olarak kullanılan yere giderdik. Burada tabii anacağım çok isim olur ama bu kişilerin rızaları olur mu olmaz mı bilmiyorum onun için isim kullanmayacağım belki yazıyı okuyanlar ve bilenler isimleri tahmin edip hatırlayabilirler. Kısa ismi AKÇED idi ve AKÇED kütüphanesi olarak anılan yer 2.kattaydı. Kütüphanenin bir kısmı okuma salonu şeklinde bir kısım ise yüksekçe şekilde sahne olarak tasarlanmıştı. Hala son zamana kadar duran camekanlı kısımlar ise ofis olarak kullanılırdı. Tabii o yıllarda hala görüştüğümüz ve sevdiğimiz şuan Konya vaizlerinden bir hocamız öğrenciydi , yine Almanya’da Diyanetimizin vaizlerinden bir hocamız öğrenciydi , yine emlak sektöründe faaliyet gösteren o zamanlar öğrenciydi bir abimiz ilk tanıştığım kişilerdi.Allah razı olsun hem bu derneğin faaliyetlerinde görev alırlar hem de bir çok faaliyetleri ile üzerimizde tesirleri olmuşlardır.

Bu yıllarda kütüphaneden kitap aldığımı  ve bazı dernek programlarına katıldığımı hatırlıyorum.O yıllarda panaroma denirdi , yıl içinde yaşanmış olaylardan vesaire skeç , müsamere tarzında öğrenci etkinlikleri olurdu , ilahiler falan okunurdu , başarılı öğrencilere hediyeler f verilirdi diye hatırlıyorum onlardan bazılarını izlemiştim. Ben izleyici idim , oyunculuk yapan arkadaşlarımız olmuştur belki onlarda hatıralarını yazarlarsa kalıcı olmuş olur.Bu git geller sırasında tabii hala görüştüğümüz bir çok dost edindik.

Üniversiteye başladığımız yıllarda burası İrfan Eğitim Yardımlaşma Ve Dostluk Derneği’nin merkezi oldu bizde bu derneğin gönüllüleri olarak gönüllü olarak katılacağımız bir çok faaliyet için buraya sıklıkla geldik. İrfander olarak kısaca ifade edeceğimiz bu dernekte en aktif gidip geldiğimiz dönem şimdilerde de başka bir vakfın yöneticiliği yapan bir hocamız zamanında oldu.Sağolsun kendisi beni sever , bir çok çalışmada beraberinde bizi yetiştirme gayretinde olmuştu ve dernek , stk işleyişi konusunda ondan çok istifade ettiğimi söyleyebilirim , çok şey öğrenmeme vesile oldu.

Bu yıllarda derneğin çalışma konularından gençlik çalışmaları konusunda bir çok dostumuzla faaliyetler planladık , toplantılar yaptık tabii burası benim evime yakın yürüyerek gidip geldiğim bir yerdi.O zamanlar ne diyelim gözümüz mü çok açılmamıştı , nerde buluşalım akçed’de , nerde buluşalım İrfander’de derdik , başka yerlerde , cafelerde filan buluşmazdık ama sonralarda değişen şartlarla bizlerde buraların müdavimi olmuşuzdur. Derneğimiz  arkadaşlarla buluşma yerimiz olmaktan ilerleyen yıllarda çıktı daha çok faaliyetler için gider olduk. Üniversite yıllarda şuan İstanbul’da ikamet eden değerli bir kardeşimizle , yine şuan Ankara’da ikamet eden bir kardeşimizle burada çok vakit geçirirdik.

Tabi onun ismini vereyim Emin Usta diye anılan bir aşcı abimiz vardı. Allah razı olsun yemeğinden yiyenler baharatlı ve yağlı yemeklerini hala hatırlıyorlar , tabii emin abi biraz hızlı konuşur ve az kızar gibi konuşurdu ben biraz çekinirdim kendisinden. Ramazan aylarında iftar verilirdi öğrencilere bazen katıldığımız olurdu , organizasyona yardımcı olmak için , merkezin dışında da masalar olur oraya da dilenciler vb akşam toplanırdı tabii Emin Usta biraz onlara kızar filan abi garibana kızma  derdim onlar oruçlu değiller toklar zaten derdi.

Bir isim daha vereyim Osman abi Allah uzun ömür versin çok neşeli bir abimizdir , genelde takılmayı sever insanlara , çok gayretli güleryüzlü birisidir orası ile özdeşleşmiş kişilerdendir. Bir diğer emektarda Hüseyin abimizdir oda sağolsun senelerdir iştigal etmediği bir iş kalmamıştır.Sabırlıdır , sebatlıdır. Bu 3 isim haricinde de burada çalışanlar oldu ama bu üç isimin iz bıraktığını düşünüyorum.

Akçed kütüphanesinden sonra buraya İrfander yerleştiğinde iç dizaynı baya bir elden geçirilmiş ve daha temiz nezih bir yere dönüşmüştü.Ama burada çok programa katıldım içerde bir loş hava olurdu ve iyi bir ses düzenide görmedim zaten ben dünyada iyi bir ses düzeni olduğuna da inanmıyorum nerede olursa olsun hep bir problem çıkar sonuçta bu ortamı hiç değişmedi. Mavi masaörtüleri ile hatırlayacağız genelde.

İrfander’de konferanslar , seminerler , muhabbet toplantıları , çalışma grubu toplantıları yıllarca katıldık buralarda bazen o kadar uzun toplantılar yaptığımız olmuştur hatta benimde bir süre yöneticiliğinde bulunduğum bir gençlik derneği kurma fikrini de burada vermiştik. Burada çok uzun yıllar mutad şekilde bir grup arkadaşla her hafta buluştuk bu buluşmayı bir dönem ben organize ettim , gerçi bu çarşı kapanmadan da bu grup baya bir değişmiş ve hatta eski konsepti son bulmuştu. Bu buluşmayı da derneğin teras tarafından yazın sıcak kışın soğuk bir odada yapıyorduk.

Burada çok uzun yıllar derneğin organize ettiği bayramlaşma programlarına da katıldım tabii bu bayramlaşmalarda hatırımda kalan uzun vaaz ve nasihatler olacaktır. Muhtemelen herkesin de aklında bu kalacaktır.Fakat bayram günleri bir birimizle görüşür ve musafahalaşırdık genelde 200-300 dernek gönüllüsü katılırdı , şimdiki pandemi şartlarını düşünürsek kimse sırayla toklaşmadan dolayı hiç endişe etmezdi. Bazen bu bayramlaşmaları Mevlana Çarşısı’nın zemin katı ortasında da yapıldığı olmuştur.

Mevlana Çarşısı ile ilgili ne yazayım diye düşünürken aklıma geldi merhum Tahir Büyükkörükçü Hocanın cenazae namazını kıldıktan sonra derneği gitmiştim ve çarşının terasndan da büyük kalabalıkla saatlerce cenazenin gidişini izlemiştik nitekim Kapu Camii’nden cenaze yoğun kalabalık nedeniyle ilerleyemiyor ve herkes dokunmak istiyordu , cenaze Mevlana Çarşısı ile Piri Mehmet Paşa Çarşısı arasında kalan yoldan Üçler Mezarlığı’na doğru geçmişti ve o kısa yoldan cenazenin geçişi hayli uzun sürmüştü.

İrfander’de çok gönüllü faaliyete katıldım , sabah namazı sonrası da gittik , yatsı namazı sonrası da gittik , bayramda da gittik , tatilde de gittik çeşit çeşit programlarda yaptık hangi birini anlatsam bilmiyorum kiminden keyif aldığımız da oldu , kiminde tartıştığımızda oldu.Hatta İrfander’in bir ara gençlerden oluşan Genç halini bile teklif etmiş ve kurmuştuk. Uzun zaman faaliyetlerde bulunduktan sonra bu faaliyetlere katılımım gittikçe azaldı haftada bir kere arkadaşlarla son yıllarda mutad buluşmamız için uğrar olmuştu son yıllarda. Bu buluşmalarımızda da biz çok Hadis-i Şerif külliyatı okuduk , sahabe hayatı okuduk ,tabii iyi ki gitmişiz , iyi ki okumuşuz diyorum çünkü geçen zaman içinde bir daha bunları yapmaya fırsat bulacağımız bir zamanı bir daha bulur muyuz , bulamaz mıyız bilmiyorum.

Mevlana Çarşısı’nın ve İrfander binasının ruhu belki üzerimize sinmişti.Bu dernekler hala faal hatta yeni bir bina inşa ettiriyorlar bakalım orada nasıl bir ruh oluşacak. Son yıllarda bu çarşıya İrfander faaliyetlerine daha az katıldığım için pek gitmiyordum , pandemi süreciyle de gitmez olmuştuk herhalde normalleşme adımları ile Haziran ayında falan bir kere uğramıştım son kez , sosyal medya da yıkım işlemlerini duyunca bu maziyi hatırladık , daha özel anılarımız falan canlandı ve netice de bu yazıyı bir kayıt düşmek için yazmak istedim.

Evet Konya’da Mevlana Çarşısı artık hafızalarda kalacak. 12.09.2020

 

Mehmet Emin BAŞALP

 

DEĞİŞEN SOSYAL ÇALIŞMALAR

Daha önce İslami sosyal çalışmalarda özgünlük sorunları , yaşlılar tarafından yönetim gibi çeşitli konuları yazmıştım. O yazıların üzerinden zaman geçti yine bu süreçte gözlemlerime devam ediyorum ve birde malum pandemi süreci girdi.

Bu pandemi sürecinin ne kadar süreceği ve sosyal hayata ne şekilde etki edeceği henüz tam olarak bilinmiyorum fakat gözlem ve tahminlerde bulunabiliriz.

Pandemi öncesinde geleneksel oluşumlardan zihni bir kopma yaşayan ve yeni oluşumlara heves eden veya tamamen ilgisiz bir genç kitle gözlemliyordum. Nasıl tarif edebiliriz bilmiyorum ama geçmişe dair hassasiyet ve yöntemleri benimsemeyen gençler giderek kopmakta , geleneksel İslami sosyal oluşumların ( vakıf , dernek , cemiyet ) giderek taban kaybetmesi belirgin özellikler. Bu taban kaybı gerçekten ciddi boyuttadır çünkü artan eğitimli nüfus düşünüldüğünde buraların adeta vızır vızır insan kaynaması gerekirken bir çok programın yoğun davet ve ısrara rağmen cansız şekilde icra edilmesi bu sebepledir diye düşünüyorum yani hiç kimse böyle bir gidişat olmadığı aslında geçmişe nazaran daha iyi durumda olduğunu ifade edemez. Objektif olmak durumundayız.

Bu hale nasıl geldik , bu maalesef toplumsal değişimlerin bizi getirdiği noktalar. Şimdi her şeyin bir öncekileri vardır bir sonrakileri vardır. Bu klasik tabirle mütekkadimin ve müteahhirin diye anılır. Geçmişte olanlar genelde övülür ama hiçbir zaman o geçmiştekilerin haline de dönülmez çünkü akan suyu tersine akıtmak pek mümkün değildir. Bir zamanın sonrakileri giderek öncekileri haline gelir ve yeni sonrakiler meydana gelir.Kim nereden bir değerlendirme yapıyorsa onun bakış açısına göre de bunlar tanımlanır.

Şimdi yeniden bakalım geçmişin klasik sosyal oluşumlarına rağbet bu dernek , vakıf , cemiyet olabileceği gibi ocak , teşkilat vb gibi yerlerde olabilir veya geçmişin rağbet edilen bir kitabevi de olabilir yani canlılık belirtisi gösteren yerin artık eskisi gibi canlı olmadığını kabul edersek artık neresi canlıdır. Evet canlı olan yerler vardır. O canlı olan yerler öncekilere benzemekteler mi ? Konunun mühim yerinin bu olduğunu düşünüyorum benzer şekilde bir tevarüs varsa bu sağlıklıdır ama tevarüs yoksa bu iş sıkıntılıdır.

Yine örnek vermek suretiyle konuyu biraz izah edelim şimdi bir ilde toplumsal eğitim , dini bilinçlendirme , faydalı yayınlar , hayır kurumları yapmak için bir oluşum olsa bu ilk oluşum yurtlar , camiler inşa etse , çeşitli kitaplar , dergiler çıkarsa , konferanslar vb düzenlese bu şekilde sosyal hayatta yaşamına devam etse bir zaman sonra içlerinde bir grup dese ki , artık basın yayın gibi iletişim araçlarına daha fazla önem versek veya toplumsal eğitimi düzenli eğitim kurumlarına çevirsek kurslar açsak , cami , yurt vb inşası yeterli olmuyor toplum için fayda üretecek yeni kurumlar kursak dese fikri olarak fazla bir değişiklik olmasa da yöntem yönünden değişiklikler olmakta ve bu yeni şartlara uygun kişiler ekibe dahil olurlar.Yine devam eden süreçte artık internet çağında dijital ve teknolojik gelişimlerden faydalanmak , eğitim faaliyetlerini kurumsal ve marka kurumlara çevirmek , yayın çeşitliliğini artırmak , yerel düzeyden daha ulusal veya uluslarası şekilde bakabilmek , insanların yaşam tarzlarına yönelik yeni projeler geliştirsek yine fikri bir değişiklik olmasa da değişen yöntemler ile uyum sağlamak için ekibe katılanlarla belli bir değişimle yoluna devam eden bir süreç yaşanır. Buradaki sonrakiler ile öncekiler arasında benzerlik vardır.

Şimdi farklı bir örnek vererek yine devam edelim yine bir ilde fikri ve mücadeleci bir oluşum olsa çeşitli haksızlıklara karşı itiraz edilerek temsil ettikleri kitlenin hak ve menfaatlerini korumaya yönelik bir oluşum olsa bu oluşum çeşitli protestolar , kampanyalar , hukuki mücadeleler , bilinçlendirme faaliyetleri ile ilgili çalışmalar yapsa devamında ilerleyen zamanda belli bir açılım yaşandıkça mücadelenin sahası eğer mücadele edilen şeylerin temel kriteri değişmezse yine aynı şekilde devam edebilir yani bir dönem başörtü konusunda mücadele öneliyken zaman gelir faize karşı mücadele edilir. Buda belli bir değişimle yoluna devam eden bir süreçtir. Yine tekrar edelim buradaki öncekiler ile sonrakiler arsında da benzerlik vardır.

Benzemezler ne şekilde ortaya çıkar , toplumsal eğitim ve faydalı işler yapan oluşumun içinden birileri diyebilir ki artık bu gereksiz bir faaliyettir siz topluma sınırlı şekilde etki ediyorsunuz , çizgileriniz katı biz daha popüler olacağız mesela daha popüler ve bir kişilik etrafında yeni çalışma başlatabilirler mesela toplumsal eğitim amacı bir kişinin fikirleri doğrultusunda şekillenen bir yapıya dönüşebilir. Benzemezler yine diyebilirler ki , sizin yönteminizin halkta karşılığı yok onun yerine şöyle şöyle bir model oluşturacağız efendim artık konferanslar yoluyla insanlar eğitilmiyor biz onun yerine örneğin ücretli eğitim veren bir model oluşturacağız diyebilirler. Benzemeler yine şöyle oluşabilir bu grupların içinde çıkıp başka gruplarla birlikte hibrit ( melez ) oluşumlar çıkabilir. Benzemezler mücadele ettikleri konularda taviz verilmesini isteyen bir ayrışma yaşanırsa mesela bunun tipik bir örneği benim gözlemlediğim erkek ve kadın ayrı faaliyet yapılmasından vazgeçip karma faaliyetler yapılmasıdır. Bunlar kopma ve ayrışma temelli benzemez oluşumlardır ve bir nebze daha mutedil olma durumları vardır. Fakat buradaki sonrakiler öncekilere benzemektedirler.

Bir takım benzemezler ise bu yapılardan tamamen bağımsız fakat bu sahaya girmiş yeni oluşumlardır. Mesela İslami ilimler ile ilgili çalışmaya yapacağını söyleyen yeni oluşumun ya gayriislami zaaflarının olması ya da İslami temelden uzaklaşan bir yapıda olmasıdır. Görüntünün ve içeriğin İslami içerikte olması asla o oluşumu İslami hale getirmediği gibi sonraki olmanın avantajı  ile öncekilere hiç mi hiç benzememektedirler. Örnek vermek gerekirse İslami çalışmalar hadis , tefsir , fıkıh gibi çalışmalar diyelim şimdi yeni çalışmalar yapan kişiler İslam’da sosyalizm , İslam’da feminizm gibi konular olursa veya ismi bu olmasa bile çalışmalar bu minvalde olursa işte benzemezler bu sahaya girmişlerdir diyebiliriz. Adı İslami olup tamamen seküler yaklaşımlarla idare edilen bir oluşum artık benzemez bir oluşumdur.

Konuyu çok uzatmak istemiyorum geleneksel yapıların ciddi zaafları ve kendilerini sağlıklı yenileyememenin getirdiği sorunlar , atıllığın getirdiği tembellik ile sahada kendine benzerleri değil şaşırtıcı şekilde benzemezleri görmeye başlayabiliriz bu konular gayet iyi takip edilmelidir.Çünkü benzemezler ile işbirliği ve iletişim olmaz aksine çatışma doğar. Bezerlerin tepkileri ile benzemezlerin tepkileri farklılaşır. Bezerlerin dostları ile benzemezlerin dostları farklıdır. Benzerlerin idealleri ile benzemezlerin idealleri farklıdır. İllaki öncekilerden daha farklı bir sonrakiler gelmesi doğal olmakla birlikte denge bozulursa iyiye gidiş olmaz burada katı bir tutuculuğu savunduğum anlamı çıkmasın oysa bu sonuca biraz da bu katı tutuculuk sebep olur aksine İslami sosyal çalışmaları farklılaşmadan , yabancılaşmadan yenileyelim benim derdim bu.

Bir konuda pandemi , bu İslami sosyal yapılarda çalışma genelde kardeşlik ve muhabbet esası ile ilerlerken bu pandemi nedeniyle artık yapılmayan faaliyetler , itici hale gelen sanallaşma ve birbirini görmeme dostluk ve muhabbeti giderek azalmaktadır. Bu sürecin uzun sürmesi halinde toparlanmanın hayli zor olacağını ve jenerasyon kopuklukları ile de ilerisi için şaşırtıcı tuhaflıklar görebiliriz. Bu pandemi döneminde bir şekilde irtibat sağlanmalıdır. Bu irtibat artık daha doğal olmalıdır. Dostluklar azalsa da , kalan dostluklar pekişir mi , pekişmez mi bu konu iyice tartılmalıdır. İnsanların motivasyonu ne şekilde diri tutulabilir bunlara kafa yorulabilir. Bu konularda son derece önemli çünkü toplumsal bir nekahat dönemi yaşacağımız açık. Nekahat dönemi bizi daha ürkek ve durgun bir hale mi getirecek yoksa daha dinç hale mi getirecek zaman gösterecek. Eğer daha durgun hale gelirsek ciddi değişimler yaşanacaktır buna hazır mıyız bilmiyorum , dinç hale gelmemiz ise nasıl olur ? buna başka bir yazıda cevap arayalım. 23.09.2020

 

Mehmet Emin Başalp

10 MUHARREM

Bu yazıyı o günde yazmak istemedim ve 10 Muharrem halk arasında aşure günü olarak bilinen günün halkımız nezdinde içerdiği anlamlar ve tarihi olayları yorumlayış biçimimize birkaç haddimiz olmayan kelam etmem gerekti.

Peygamber Efendimiz’in veda haccında ki sözleri sebebiyle Hz.Ebubekir R.A. ‘ın ağladığı ve vefatının yaklaştığını sezdiği rivayet edilir.Nitekim Efendimizin Medine’ye dönüşü ile rahatsızlığı başlamış ve vefatına kadar günden güne ağırlaşmıştır.Bu hastalık hali açıktan çok dillendirilmese de sahabe arasında da vefatının yaklaştığı şeklinde anlaşıldığını gösteriyor.

Bu konuda Efendimizin Amcası Hz.Abbas’ın  Hz.Ali Efendimiz’e Haşimoğulları’nın vefatı yaklaştığında yüzleri böyle bir hal alır şeklinde bir konuşması da rivayetlerde var.

Vefatından kısa bir süre önce ise bir vasiyet yazdırma hadisesi olmaktadır.O gün rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Hz.Peygamber’in hanesi hayli kalabalık sahabenin ileri gelenleri var , muhtemelen Peygamber Efendimiz’in hastalığının ağırlaştığı bir zaman ve vefat edebileceği tahmin ediliyor o toplulukta o vesileyle orada gibi anladım ben okumalarımdan.

Efendimizin kağıt kalem istemesi ve o sırada kağıt kalem bulabilmek için telaşe edilmesi akabinde Efendimizin bir baygınlık geçirmesi sebebiyle bu konu Kadı İyaz’ın Şifa-i Şerif’inde gayet güzel ifade edilmiştir , Hz.Ömer Efendimiz’in eğer vasiyet edemeden vefat ederse bize Kur’an ve sünnet yeter şeklindeki ifadesi maalesef vasiyete gerek yok Kur’an ve sünnet yeter şeklinde oryantalistler ve Şiilerce farklı anlamlara çekilmektedir. Oysa akabinde Efendimiz bu vasiyet yazdırma işinden vazgeçmiştir.O kadar sahabe bir aradayken Hz.Ömer Efendimizin tek başına insiyatif kullanabilmesi ve Efendimizin iradesini engelleyebileceğine inanmak herhalde mümkün değildir. O gün sahabenin de anladığı bunun bir idareci vasiyeti olabileceğidir. Netice  olarak böyle bir vasiyet olmamıştır Müslümanların başlarına kimi seçeceği veya nasıl seçeceği yönünde herhangi bir vasiyet yoktur  fakat sahabe arasında kim idareci olabilir kabilinden bu konuların konuşulduğu rivayetlerden anlaşılıyor.

Efendimizin vefatı ile de kimin idareci olacağı mevzusu aceleyle gündeme gelmiş bu konuda Ensarın kendi arasından seçeceği idareciye Hz.Ebubekir Ra. , Hz.Ömer Ra. ve Ebu Ubeyde Ra. müdahale ettiği ve yaşananan müzakere sonucu Hz.Ebubekir Efendimizin gerek kişiliği gerek yakınlığı gerek kıdemi ve Müslümanlar arasındaki kıymetli yeri dolayısıyla idareci olmasına karar verildiği ve biat merasiminin gerçekleştiği anlaşılıyor. Haşimoğulları ailesinin  ise bu gelişmelerden uzak kaldığı ve biraz gönül koyduğu yine rivayetlerden anlaşılıyor.

Günümüz bakış açısıyla bu acele nedendir neden daha geniş müzakereler yapılmamış gibi düşünülse de dönem şartlarını ve o zamanki toplumun geleneklerini düşündüğümüzde bunun gayet doğal olduğu anlaşılabilir. Çünkü Hz.Peygamber’in kurduğu devlet idarecinin belirlenme usulünün açık şekilde olmadığı bir devletti. Devletin daimi üst düzey bürokratları veya komutanları yoktu. İdarenin bir ailenin veya o ailenin veraset yoluyla elde edileceği şeklinde bir kuralda yoktu.Kadim hanedanların usulü de düşünülürse zaten veraset ancak erkek evlada geçer ve böyle bir durumda zaten yoktur.O zaman için Medine’de bulunan sahabelerin istişare etmek suretiyle bir idareci belirleyeceği açıktır ve her Arap bilir ki asabiyet denilen bir ailecilik huyları vardır.Bir iş ne kadar uzarsa bu huyun depreşeceği açıktır ve nitekim geçmişte bu tür aileler , kabileler arası çatışmalar Arap toplumu için bir vakıadır. Halifenin bu kadar erken seçilmesini bir sağduyu olarak görmek gerekir.

Burada yine anlatmak istediğim bir husus pek tabii Peygamber Efendimiz’in vefatı sahabe için tarif edemeyeceğimiz kadar büyük bir acı ve travmadır muhakkak.Fakat sahabe efendilerimiz bu acıyla günlerini geçirecek , ümitsizliğe düşecek , hayata küsecek kadar ferasetsiz değildirler.Çünkü İslam inancı ve Peygamber Efendimiz’in yanında onun tavsiyeleri ile yetişmeleri neticesinde Allah tarafından verilen ömür sona erinceye kadar Allah’a kulluğa ve cihada devam edeceklerdir. Nitekim ilk iş Peygamberimizin sağlığında oluşturduğu fakat hareket edemeyen orduyu sefere göndermek oluyor. Bazı kabilelerin itaatsizlikleri ve yalancı peygamber vakası da gösterdiği üzere Müslümanların daha gayretli ve basiretli olmasını gerektiriyor.Müslümanlar kendilerini bu mücadelenin ve savaşın içerisinde buluyorlar.

Savaşlar yanında Müslümanların artık meselelerini soracağı bir peygamber yoktur ve vahiy kesilmiştir fakat sorunların çözümü için Kur’an ve sünnetin emirleri usulünce devam ettirmek ve içtihat yolu ile sorunların halli yoluna gidiliyor.Kur’an-ı Kerim’in bir Mushaf haline getirilmesi çalışması yapılıyor.

Hz.Ebubekir Efendimizin kısa süreli hilafetinden sonra onun vasiyeti ile Hz.Ömer Efendimiz Müslümanlara idareci oluyor.Onun  oldukça pratik sorun çözen ve bir mesele problem olmadan onu sezebilen ve tedbir geliştiren yapısı ile Müslümanlar cihadı devam ettiriyorlar ve bir çok fetih yaşanıyor yine devlet teşkilatlanmasında ve sosyal anlamda bir çok yeni gelişmeler yaşanmıştır.Döneminde Kudüs’ün , Mısır’ın , İran’ın fethi dünya siyasetini etkileyen ve sarsan , ses getiren mühim hadiselerdir. Hz.Ömer döneminin ne kadar hareketli ve Müslümanları bile şaşırtacak hadiselerle geçtiğini düşünmek gerekiyor. Nitekim bu güzel insan Mescid de suikasta uğramasından sonra da verdiği isabetli bir kararla Müslümanların idareci seçimini bir heyete tevdi etmiş ve sorunsuz bir geçiş yaşanmıştır.

Hz.Ömer Efendimizin seçimi tevdi ettiği heyet Hz.Peygamber’in iki kızıyla da evlendirdiği ve pek sevdiği damadı Hz.Osman’ı seçti. Hz.Osman Efendimiz ile ilgili kaynaklar hemen onun Mekke eşrafından , nüfuzlu bir aileden olduğunu , zengin olduğunu ifade ederler.Oysa ilk 10 müslümandan biridir. Müslüman olduğu için ailesinden eza cefa görmüştür.  Habeşistan’a hicret eden ilk kafiledendir. Şimdi dönem şartlarıyla düşünün eşraf , zengin ve nüfuzlu bir aileden olan Hz.Osman Efendimiz ilk hicret edenlerden oluyor hem de uzak bir ülkeye bu fedakarlığı ve samimiyetini düşünmek gerekir.

Tabii Hz.Ömer Efendimiz suikasttan 3 gün sonra vefat etmiş olup halifeyi 3 gün içerisinde seçmelerini belirtmesine rağmen daha sonra seçimi ölümünden sonraya ertelettiğinden dolayı heyet onun vefatından sonra seçimi yapmıştır yani yeni seçilen halifeyi Hz.Ömer Efendimiz görmemiştir ve onunla herhangi bir istişaresi olmamıştır. Heyet oylama usulü bir seçim yapmamıştır , Abdurrahman bin Avf’ın bir kişi çekilsin ve kararı o versin şeklindeki teklifine karşı kimse çekilmeyince kendisi çekilmiş ve hakem sıfatıyla bir süre istişare yaptıktan sonra Hz.Osman Efendimiz’i halife olarak belirlemiştir. Esasında heyet burada halifenin seçim usulünü belirlemiş gibi oluyor.

Yine Hz.Osman döneminde de görüleceği üzere valiler , komutanlar fetih hareketlerine ve askeri çalışmalara devam etmekteydiler ve ilk defa Müslümanlar deniz gücü oluşturup Akdeniz adalarına seferler başlamıştır. Nitekim ilk deniz seferi Kıbrıs adasınadır. Bugünlerde ülke gündemimizde sıklıkla bir Doğu Akdeniz meselesi bulunmakla birlikte Müslümanların deniz seferi tarihi de Doğu Akdeniz’le başlamıştı.

Tüm bu güzel hadiseler devam ederken tabii zaman akıp geçmekte , nüfus artmakta , yeni fetihlerle toplum değişmektedir , askeriyeyi , ekonomiyi , teknolojiyi dahi dizayn etmek kolayken insanı kontrol etmek hayli zordur ve üzücü hadiselerin ilki olacak bir fitne Müslümanların halifesini şehid edecek boyuta ulaşmıştır.

Yukarıda da dedik ya , Hz.Peygamber’in vefatı ile müslümanlar hayata küsmemiş ve dinamik hayat devam etmektedir fetihler , ülkeler , yeni idareciler , valiler , komutanlar vesaire bu gelişmeler bir tür siyaseti de beraberinde getirmekte ve insan fıtratı gereği siyasi çekişmeler , makam beklentileri  ve bunun yanında tenkitlerde olmaktadır.Bu hususta gayet doğaldır.

Doğal olmayan hadise ise yine yukarıda belirttik Arapların kabilecilik anlayışının bazı sebeplerle tahrik edilmesidir. Bunlar genelde Irak bölgesinde gerçekleşiyordu. Bazı kaynaklarda Emevi ailesinin yönetimde çok etkinleştiği ve bu hususun tenkit edildiğinden bahsedilse de bazı başka kaynaklarda da Emevi ailesinden valilerin çoğunluk oluşturmadığı ifade edilmektedir.Dolayısıyla huzursuzluğun devletten beklenti içinde Kureyş dışındaki kabilelerin artık cesaret bulmasıdır ve kabileceilik cesareti adamın gözünü kör edebilecek bir cesarettir.

Şimdi tarihe tecrübe olarak bakarız ve tarihte bazı şeyler sebep sonuç ilişkisidir.Daha sonra bir çok devlette devlet görevlileri için okullar kurulması ve belli eğitimi alan kişilerin ataması yapılmıştır. Fakat işte Hz.Osman devrinde böyle bir uygulama yoktu çünkü bu tecrübenin yaşanması gerekiyor , idareciler  başta Kureyş olmak üzere seçiliyorlardı bu o dönem şartları gereği doğal olmakla birlikte Hz.Osman Efendimiz dönemi İslam devleti farklı kültürleri barındıran emperyal bir devlet olmuştu Allah-u Alem bu sosyal değişim fark edilmekle birlikte ne yapılabileceği noktasında oturmuş fikirler olmadığını gösteriyor.

Tabii İslam dünyasının bazı köşelerinde yaşanan hareketlenmeler feraset sahibi herkesi bazı endişelere sevk etmiştir.Fakat yine dönem şartlarında düşünmek gerekirse harekete geçmemiş bir hadise de bu tarz şeylere yeltenenleri caydıracak cezalar ve tedbirler almak başka yönlere çekilir nitekim bu sürecin itidalle çözülmesi düşünülüyordu.

Fakat daha sonra bu isyancılar Medine’ye gelip halifenin evini kuşattılar. Bu kuşatmanın ne kadar sürdüğü ihtilaflıdır. Medinelilerin halifenin öldürülebileceğine ihtimal vermedikleri ifade ediliyor fakat şehid edilmeden on gün önceye kadar evinden çıkmasına dahi müsaade edilmeyen halife ise silahlı bir karşılık vermemektedir ve hilafetten çekilme baskısına rağmen çekilmemiştir.

Burada şu sorular sorulabilir iş kontrolden çıkmış iken halifenin olayları herhangi bir girişimle savuşturmayıp adeta ölümü beklediği yorumu yapılırsa kendisinin ölümüyle bu isyanın ne gibi sonuçlara varacağı konusunda endişe duymuyor muydu ? Rivayetlerden böyle bilgi bulamıyoruz. Ben öldürülür veya çekilirsem Müslümanların bir fitneye ve kaosa düşeceği yeni bir halifenin belirlenmesinin büyük zorluklar içerdiğini acaba ifade etmiş miydi ?

Acaba isyancılara boyun eğip çekilmeyi yeni bir usule sebebiyet vermemek için mi kabul etmemişti. Nitekim böyle bir yol açılsa bu sefer her hoşnutsuz olan bir şekilde isyan eder ve idareciler çekilmek zorunda kalabilirdi.

Hz.Oman Efendimiz isyancılar evini kuşattığında 80 yaşının üzerindeydi tabii olarak belli bir yaşın üzerinde kişiler daha atak ve mücadeleci davranamayabilir nitekim buna benzer bir hadise de elinde imkan olmasına rağmen İkinci Abdülhamit , kendisini tahttan indirebilecek olan hareket ordusuna karşı herhangi bir müdahalede bulunmamıştır oda ileri yaşta ve uzun bir saltanat süresinin sonunda bulunuyordu.

Bu olaylar bir takdiri İlahidir.Peygamber Efendimizin vefatı son derece üzücü ve ağır olsa da sahabe için doğal seyrinde olması nedeniyle toplumsal yönden travmatik olmamış dinamizm ve cihad devam etmiştir.Oysa Hz.Osman Efendimizin şehadeti doğal diyebileceğimiz bir olay olmayıp toplumsal  travmaya sebep olmuş bir hadisedir ve sonuçları devam etmiştir.

Sonda diyeceğimiz şeyi başta diyelim çünkü bu şehadet hadisesinden sonra sular durulmayacak ve fitneler bir birini izleyecektir .Bugün bizim anlamakta zorlanacağımız hadiseler yaşanacaktır ve 10 Muharrem günü yaşanan elim hadise de düşünülürse bu olayların sonucu neden kan dökmeye varmıştır.

Hz.Peygamberden sonra devam eden dinamizm ,  doğal olarak ilerlerken Hz.Osman Efendimizin şehadetinden sonra doğal olmayan bir dinamizme yönelmiştir. Önceden dış dünyaya sarfedilen enerji  daha sonra iç çekişmeye sarfedilmiştir. Bu tespitler muhakkak o dönemde olanalr tarafından da yapılmakta ve itidal tavsiye edilmekle birlikte işte denge bozulduğunda yeni denge sağlanıncaya kadar tahmin edilemeyen hadiseler yaşanabilir. Hep ifade ettik Hz.Peygamber’den sonra bazı münferit durumlar olsa da sahabeler inzivaya çekilmemiştir  hayatın , olayların içerisindedirler hayat bu dinamizmle akarken yaşanan olaylarda o gün için doğaldır bugün bize sahabeler tarafından nasıl böyle davranılabilir diye garip gelmektedir. Çünkü bir siyasi çekişmenin veya kargaşanın içindeysen o dönemin şartları gereği de kılıç kınından sadece mecazi değil fiziken de çıktıysa bu kılıç kullanılır.

İşin ilginci önceki üç halife döneminde herhangi bir idari ve askeri görevi olmayan , ilim ve ibadetle uğraşan Hz.Ali Efendimiz ısrarlar sonucu halifelik makamına gelmiştir. Bu seçim tabii sancılı başlamıştır çünkü geniş bir coğrafya ya yayılmış bir devlet vardır ve devletin tümünde bir biatın sağlanması ve otoritenin tesis edilmesi gerekmektedir fakat daha baştan Suriye valisi Muaviye Ra.  biat etmemektedir.

Yukarıda da belirtmiştik bürokratlar bir okuldan veya eğitim sonucu atanmadığından genelde nüfuzlu kişiler oluyorlardı ve dünya siyasetinde hep vardır başkaca bir amacı olan idareci daha üst yöneticiye itaat etmeyebilir yani bir vali nasıl böyle bir insiyatif kullanıp biat etmez sorusunun cevabı budur. Daha sonra yaşananlar göstermiştir biat etmeyen vali halife olmuştur.

Sadece valiler değil Hz.Ali Efendimize karşı sahabenin ileri gelenlerinden de bir muhalefet vardır hatta bu muhalefet validen daha önce harekete geçmiş ve Cemel  Vak’ası denilen üzücü hadise yaşanmıştır.

Bu konuları tüm açıklığıyla elimizde değerlendirecek bir veri yok ?

Bu muhalefetin amacı neydi ?

İstişare mekanizması niye işlemiyordu ?

Hz.Ali Efendimiz Hz.Osman Efendimizin şehadetine sebep olan tepki vermeme gibi davranışının sonuçları gibi olmasın diye bu sefer harekete geçip silahlı bir karşılık mı veriyordu ?

Bu silahlı karşılık bir sükunete sebep olmuş muydu ?

Son derece üzücü bir hadise olduğu gerçek ama bunlar durduk yerde olan şeyler değil yine ifade ettiğim gibi sahabede olsa hayatın bir dinamizmi var ve bu şekilde fikri değil silahlı şekilde karşı karşıya gelinen bir hadiseden de farklı sonuç çıkmaz. Fakat bu mücadeleler ve daha sonra yaşanan mücadeleler göstermektedir ki Hz.Ali Efendimizin yaşadığı sıkıntılar karşılaştığı imtihanlar hayli farklı ve zordur büyük sıkıntıların içinde kaldığı anlaşılıyor , bu mücadelenin içinde birde bu mücadelenin fıkhını yani hukukunu belirliyor bu ise gerçekten herkesin altından kalkabileceği bir durum değildir.

Bu olaydan sonra ise bu sefer biat etmeyen Şam valisi Muaviye Ra. İle Sıffin Savaşı yaşandı maalesef burası da çok sayıda müslümanın şehid olduğu acı bir hadisedir ve savaş başladıktan sonra sadece askeri değil başkaca taktiklerle sorunun çözümü hakemlere tevdi edildi.Bu hakeme tevdi edilmesine karşı olanda bir ekip çıktı ve birde harici denilen bu isyancı grupla uğraşmak gerekti.Şimdi niye bu kadar ani bölünmeler ve duygusal kararlar çıktığı ifade edilirse de yani bir savaş var ve böyle bir ortamda sağduyulu karar vermek son derece zorlaşır nitekim mesela Hz.Ali Efendimiz istemediği bir hakemi tayin etmek zorunda kalıyor ama bu şartların getirdiği bir sonuç.

Nitekim hakemlerin kararı ile Hz.Ali Efendimizi ve Hz.Muaviye’nin azli ile yeni halifenin bir şura tarafından seçilmesi gerektiği şeklinde karara varıyorlar netice de bir taraf vazgeçmese ve çekişme bir hakeme gitse hakemlerin uzlaşabileceği karar az çok bu minvalde bir şey olur oda olmasın buda olmasın mantığıdır.Fakat ilanı sırasında Hz.Muaviye’nin hakeminin Hz.Muaviye’yi halife ilan eden beyanı ile iş çıkmaza sürüklenmiş ve netice de bu olaydan bir sonuç çıkmamıştır herkes kontrol ettiği bölgede hakimiyeti sürdürmekte olup de facto bir iki başlılık oluşmuştur.

Daha sonra Hz.Ali Efendimizce Hz.Muaviye’ye karşı askeri hazırlıklar devam ederken harici bir suikastçı tarafından şehid edilmiştir.

Şu tespiti yapalım Hz.Ali Efendimiz hilafete güç kullanmak suretiyle seçilmemiş fakat hilafetini devam ettirebilmek için güç kullanmıştır buda son derece meşrudur.Esasında bu bir ilktir ve karşı tarafta bulunanlar da sapıtmış , marjinal gruplar değildir ve meselenin nazik noktası da budur.

Bugün Şiilik denilen itikadi mezhebin temellerinin atıldığı travmatik olaylar Hz.Ali Efendimiz döneminde yaşanan olaylar değildir fakat  daha sonra yaşanan hadiselerdir.

Hz.Ali Efendimizin vefatı ile oğlu Hz.Hasan Efendimize biat edilmiş ve halife seçilmiştir bu arada Hz.Muaviye’de kendini halife ilan etmiştir. Fakat Hz.Hasan Efendimizin etrafında yer alan güçlerin zayıflığı nedeniyle bazı şartlarla hilafeti bırakmayı kabul ettiği belirtilir ve nitekim daha sonra Hz.Muaviye tüm İslam dünyasının tek idarecisi haline gelmiştir.

Bu dönemden sonra tabii ki yeni bir süreç başlayacaktır ve yine dönem şartlarına göre değerlendirmemiz lazım.

Hz.Muaviye Ra. ve taraftarları artık halife seçim işi sükunetle becerilemiyor işte olanlar malum karşı karşıya geldik , muhalefet edenler bir birini öldürüyor , hakeme gidilse olmuyor ona muhalefet edenler oluyor ( haricilik )  vesaire bu işi veraset sistemine çevirelim nitekim veraset sistemi kadim devletlerde uygulanan bir usuldür ve Çin’de , İran’da , Roma’da vesaire bu sistem uygulanıyordu o dönemin büyük güçleri olarak. Bu bu sebeplerle veraset yolu mantıklıdır diye izah etse karşısında ki kişiyi ikna edebilir çünkü yakın bir zamanda yaşananlar gerçekten de böyledir.Bu işin dini boyuttan ve Hulafa-i Raşidin geçmişinden ziyade güncel politik bir realite olarak sunulmasıdır.

Bu sefer bu görüşe karşı çıkanlarda derler ki , Hz.Peygamber’in vefatından sonra diğer halifeler yakınlarını bu işten uzak tuttular , yerlerine istişare ile seçim yapıldı , usul budur , yeniden ailecilik huyunu depreştirip Bizans , Sasani hanedanları gibi Müslümanların emirliğini hanedan haline getirmeyelim diyebilir ever buda daha önceden oluşan usuldür bir kişi bunları dinlese de gayet ikna olur ve doğrusu budur Müslümanlar olarak istişare ile hareket edelim ve halifeyi böyle belirleyelim der.

Bu sefer karşı taraf der ki karşılıklı müzakere edilmemiştir tabii ki ben zihin o zamanki kişilerin zihin dünyasında meydana gelebilecek soru ve cevapları düşünüyorum sadece ,  müslümanların idarecisini seçecek şurayı nasıl belirleyeceğiz ? Evet buda bir sorudur çünkü geçmişte böyle bir şura seçimi için bir kriter belirlenmemiştir. Daha dar kapsamlı şekilde Medine’de ashabın ileri gelenlerinden bir şura veya heyet var fakat genişlemiş bir İslam ülkesinde bu nasıl olacak ? Halife seçmek zaten zor bir konudur bu halledilemezken şura üyelerini seçmek ise ayrı bir zorluktur.Dönem şartlarında genel bir seçim olacağını falan düşünmeyin tabii bu şurada muhtemelen ileri gelenlerin tekliflerinden oluşan bir şuradır.İşin gerçeği güç eğer bir kişi , aile veya grubun eline geçtiyse zaten şurayıda o belirler şuranın kararın ıda o belirler burada kasdettiğim kendini baskıdan uzak hissedecek bir şuranın seçimi meselesi buda o dönem şartlarında git gide zorlaşmaktadır.

Bir diğer soru şu olabilir Hz.Muaviye Ra. oğlunu veraset yoluyla hilafete geçirebileceği  daha öncesinde bilinmiyor muydu ? Bu konu net değildir zira Hz.Hasan Efendimiz hilafetten vazgeçme şartlarında bunun olup olmadığı ihtilaflı bir konudur.

Şimdi Hz.Ali Efendimizin Hz.Hasan Efendimizi varis tayin ettiği Şiilerce iddia ediliyor eğer böyle bir durum varsa böyle bir maddenin konulması bir anlam ifade etmez.Veraset olarak değil ama seçilerek halife makamına geldiğine inanıyoruz fakat netice itibariyle de vak’a olarak Hz.Hasan Efendimiz Ha.Ali Efendimizin oğludur.

Her iki durumda ihtimal dahilinde olmakla birlikte bilinmediği gerçeğini gösteriyor yoksa bilinse Hz.Ali Efendimiz niye varis göstersin veya varis göstermese bile çelişki anlamına gelecek şekilde niye Hz.Hasan Efendimiz seçilsin.

Bir diğer husus veraset yoluna karşı muhalefet edeceklerin nasıl muhalefet edecekleri konusunda yaşadıkları belirsizliktir.Nitekim Hz.Hasan Efendimiz bile etrafındaki güçlerin zayıflığı ve güvensizliği nedeniyle bu feragati ümmetin selameti için gerçekleştirmiştir.Şimdi yeniden Hz.Muaviye Ra. muhalefet edelim dense nasıl bir güç toparlanacaktır nitekim bu muhalefetin merkezi Irak olmakla birlikte Irak halkının güvenilmezliği veya güç karşısında sinmesi diyelim ,  diğer beldelerin sessizliği de verasete karşı yüksek sesle bir itiraz oluşturmuyordu.Nitekim Hz.Muaviye Ra. bu durumu görmüş olmalı ki böyle bir adımı atıyordu.

Hz.Hasan Efendimiz daha sonra Medine’ye çekilmiş ve burada Hz.Hüseyin Efendimiz tarafından faillerini söylemesi istenmesine rağmen belirtmemiş fakat eşi tarafından diye iddia edilen bir zehirlenme hadisesi sonrası vefat etmiştir.Bu suikastta maalesef Hz.Ömer Efendimizin suikastı gibi tam açıklığa hiçbir zaman kavuşamayacak  ama derin mahfillerde tezgahlanmış bir suikast olabilir.

Hz.Muaviye’nin vefatı ile de yerine oğlu Yezid geçti. Sahabelerin sayısı ise giderek azalmış kalanlar ise yaşlanmıştı.Hz.Muaviye Ra. sahabeden olan son halife idi.

Allah’ın bir takdiri işte bu olaylar yaşanacakmış Yezid ise dini yaşantısı ve tavırlarıyla şiddetle eleştirecek huyları bulunduğu malumdur.Sahabe sonrası hemen ilk dönem için içki içebilen , sefahat ve eğlence hayatı yaşayan birinin Müslümanların halifesi olması herkesi hoşnutsuz ediyor muhakkak.

Şimdi yazımızın konusu 10 Muharrem’de yaşanan acı hadiseye geleceğiz.Yezid hilafete geçince ciddi bir itiraz olmuyor ama yine Irak merkezli bazı itirazlar var.

Şimdi Hz.Hüseyin Efendimiz Medine’de idi ama davet Kufe’den geliyor ve Kufe’ye gidiyor burada şu soru sorulabilir , Hz.Hüseyin Efendimiz halife olmak istiyorsa Medine’de niye biat almadı veya hareketi niye Medine’de başlatmıyor ? Muhtemelen halk yine Hz.Ali Efendimizin seçiminde olduğu gibi bir halife seçimi işine bu sefer girmiyor veya girmek istemiyor. Medine sıkı şekilde kontrol ediliyor olup burada başlayan bir hareket Yezid’i rahatsız etmeyebilir ihtimalide var.

Niye Hz.Hüseyin Efendimiz bu mücadeleyi başlatıyor tabii ki haksızlığa karşı bir başkaldırış olduğu ifade edilir fakat daha yaşayan sahabeler ve tabiin varken onlar haksızlık karşısında susmuşlar mıdır ? Şimdi herkes susmuş sadece Hz.Hüseyin Efendimiz itiraz etmiş gibi bir durumda var denemez aslında bu tüm ümmete şamil bir itiraz olmakla beraber Hz.Hüseyin Efendimiz kendisini bu konuda vazifeli addetmiştir.

Çünkü bu hilafet çekişmesi babası zamanında ortaya çıkmış ağabeyi tarafından bir çözüme kavuşmuş fakat şimdi yine problem ortaya çıkmıştır.Ailecek bu acıları , sıkıntıları yaşayan ve mücadele eden kendileridir.Irak bölgesinden veya başkaca bir bölgeden mevcut idareciye bir itiraz varsa bu itirazda başa geçmesi önerilen kişi de Hz.Hüseyin’dir.

Demek ki mevcut durum Emevi veraset sistemine karşı bir istişare mekanizması bir plan veya bu muhalefetin liderliğini üstlenmek üzere istişare ile seçilecek birinin olmadığını gösteriyor yani kimse Yezid’e karşı açıkça bir mücadeleye girişmiyor.Bu itirazı yaparsa Hz.Hüseyin Efendimiz yapacak modern tabirle elini taşın altına koyacak kişi o. Hz.Hüseyin Efendimizin Kufe’ye gidişi ve Kufe’de biat almaya başlaması da Yezid iktidarına karşı bir mücadeleye girişeceğidir yoksa Kufe’ye bir ziayret için falanda gitmiyor buda açık bir konudur.

Hadiseler bu noktaya geldikten sonra Yezid’in her şeyi göze alacağı açık şimdi Hz.Ali Efendimiz bir mücadele yürütürken bunun fıkhını da oluşturuyordu dedik Hz.Muaviye Ra bir tecrübesi var iyi taktik biliyor fakat Yezid bunlardan hayli uzak ve bu husus Hz.Hüseyin Efendimize ifade ediliyor yine Irak halkının sözlerinde durmayabileceği ifade ediliyor fakat Hz.Hüseyin Efendimiz bu yolculuğa çıkıyor işte aslında bu itirazı haklı kılan nokta burasıdır. Kendisinin de böyle bir itirazı reddetmesinin yakışmayacağı bilmektedir.Bu kişisel bir itirazda değildir.Şiiler maalesef bu konuyu bir Ehl-i beyt itirazına dönüştürmüşlerdir öyle olacak idiyse ilk 3 halife zamanı niye bir şey yok niye Hz.Hasan Efendimiz hilafetten vazgeçiyor yani böyle kurmaca bir imamet teorisi dini kaynaklarda olmadığı gibi tarihi kaynaklarla da uyumsuz.

Burada Hz.Hüseyin’in kendisini feda ettiği iddiası şii literatüre ve anlayışa uygundur.Hz.Hüseyin Efendimizin beni öldürürlerse öldürsünler ,ölümüm üzerinden mesaj vereceğim şeklinde bir saikle hareket ettiğini sanmıyorum bu daha sonraki dönemlerde meydana gelen anlayışın ürünüdür.

Yalnız başına mücadeleye girişecek birinin Kufe’ye gitmesine gerek yoktur oysa Kufe’ye taraftarlarıyla buluşmak için gidiyordu bu bir realitedir.

Genelde günümüzde Hz.Hüseyin Efendimizin zulme boyun eğmediği , zulme karşı direndiği vesaire birazda edebi cümlelerle ifade edilir ama yani hangi zulme boyun eğmediği konusu biraz es geçilir.

Bu zulüm neydi. Yezid’in hakkı olmayan bir şeyi yani hilafeti gasp etmesidir. Nasıl ki başka birinin malını almak vesaire zulüm olarak ifade edilirse zulümden kastın bu olduğunu düşünüyorum yoksa zaten halka kendini sevdirmek için uğraşan Yezid’in halife olmakla birlikte insanlara eza cefa verdiği , insanları sürdüğü , cezalandırdığı , öldürdüğü , ibadetlerini yasakladığı vb gibi hadiselerden bahsedilemez.

Yezid gerçekten ehil , insanların gıpta edeceği bir müslüman ve mücahit birisi olsa idi bu şekilde bir hadise yaşanır mıydı ? Geçmişe ilişkin bir tahminde bulunulamaz ama yaşanmayacağı kanaatindeyim her ne kadar veraset yoluyla bile halifelik makamına gelse etraftan onun kötü biri olmadığı yönünde illa ki telkinler olacaktır.

Çünkü daha sonra sahabeden Abdullah İbn-i Zübeyr’de mücadeleye başlamış ve maalesef çok daha acı hadiseler Mekke ve Medine’de görülmüştür bu Yezid’in  her şeyi yapabilecek tiynette bir kişiliğe sahip olduğunu gösteriyor.

İktidarını koruma hırsı ile Kerbela’da susuz bir mevkide sadece aile efradı ile sıkıştırılan Hz.Hüseyin Efendimizin hunharca ailesiyle beraber katli ve sonrasında yaşananlar ise İslam dünyasında derin yaralar açmıştır. Burada eşit şartlarda bir savaş yoktur , savaş hukukunu çiğneyen bir muamele vardır , zalimane bir katl vardır , cesetlere yapılan hakaretler vardır. Peygamber Efendimizin sevgili torununa böyle bir muameleyi yapmak dehşet verici bir sindirme ve halkı korkutma politikasıdır.Nitekim bu şekilde bir muamele yapmadan da eldeki bilgilere göre zaten Hz.Hüseyin Efendimizin Kufe’ye girişine engel olunmuş , Kufe halkı sindirilmiş haldedir , kendisi de Medine’ye geri dönmeyi teklif etmiştir fakat buna rağmen yapılan muamele adeta alelade bir eşkıya grubun ortadan kaldırılması gibi olmuştur.Bu muamele esasında bir hakarettir ve maalesef başta Peygamber Efendimizin aziz hatırasına , hürmetine hakarettir. Müslümanların birliğini ve beraberliğini koruyacak veya fitne çıkmasına engel olacak bir muamele değil aksine Müslümanları bu şok edici katl ile derinden yaralayacak ve daha sonra itikadi şekilde bir mezhep ayrımına sebebiyet olacak kalıcı bir bölünmeye sebep olmuştur. Bu hakaret Yezid iktidarını sağlamlaştıran bir  muamele değil aksine son bulmasına sebebiyet verecek bir muameledir evet bir süre Emevi ailesi Müslümanları yönetmiştir muhtemelen onlar bir daha hilafetin Emevilerden gidebileceğine de inanmıyorlardı ama ancak 90 yıl hüküm sürebildiler ve sonunda bu facialardan kaynaklı ayaklanmalar ile son buldular.Ömer Bin Abdülaziz hariç hayırla yad edileni yoktur.

Tarihi geçmişi buraya kadar biraz detaylıca izah ettikten sonra gelelim 10 Muharrem’in günümüzde algısına.

Şimdi ülkemizde 10 Muharrem günü Hadis-i Şeriflerde ifade edildiği üzere mübarek bir gündür , çeşitli peygamberlerin başına gelmiş hayırlı işlerin olduğu bir gündür ve peygamberimizin bugüne dair oruç tutulması tavsiyesi vardır.Bunların uydurma olduğu yönündeki iddialar pek gerçekçi değildir ve Hz.Hüseyin Efendimizin şehdati unutulsun diye mübarek bir gün uydurulacağı ve bunun Hadis imamları vb tarafından öne sürülebileceği iddiası son derece tutarsızdır. Bu olmayacak bir şeydir.Aşure gününün oruçla , ibadetle , istiğfarla geçirilmesi bugünün ihya edilmesi önemlidir.Bu hususu tartışmaya açmak iyi bir şey değildir.

10 Muharremde Şiiler tarafından tarafından bugün yapılan yas törelerinin de İslami olduğunu söylemek mümkün değildir maalesef bu kültleştirilmiş Hz.Hüseyin sembolü ve kendini kırbaçlamalar , ağıtlar vb bir tür şiilerin kendi inançlarını keskinleştirmek ki bu esasında bir nefreti keskinleştirmek için her sene tekrar ettikleri bir ritüele çevrilmesidir.Maalesef hiçbir şii önder bu anma ve yas hadisesinin makul bir seviyede itidal içerisinde icrasını tavsiye etmemektedir. Bu şiirlerin en büyük sorunudur maalesef bu yas kültürü ile aslı astarı olmayan türlü rivayetlerle oluşan Kerbela faciası mezhebi literatürü ve edebiyatı vs Hz.Hüseyin Efendimizin davasını ve mücadelesini anlatan bir durum değildir. Kendini çaresizlik içinde ölüme atmış bir insan tasavvuruyla dövünen ve öfkesini büyüten bir kitlenin sağlıklı bir inanç taşımadığı açıktır.

10 Muharrem de Hz.Hüseyin Efendimizin şehadeti hiç yokmuş gibide davranılamaz bu tarihi hadiseler ışığında çıkarabileceğimiz dersler vardır , hüznümüz vardır ve Anadolu geleneği bunu en güzel ifade eder halkımız şii olmamasına rağmen edebi sahada , ilahiler , mersiyeler ile bu hüznü ifade eder ,kültürel manada böyle bir meşreb vardır.

Gelelim o gün dağıtılan Aşure tatlısı meselesine bir grup bunun bir unutturma bunun bir bayram gibi kutlama geleneği olduğunu iddia etmektedir.Evet belki tarihsel mana da bu şekilde bir çıkış noktası olabilir fakat bizdeki tatlının yani çeşitli kuru gıdalardan karıştırılarak oluşturan tatlının bu şekilde yapılmış bir kutlamayla alakası olduğunu düşünmüyorum.

İşin ilginci Şiiler ile benzerlikleri olmayan Alevi inanacına mensup vatandaşlarımız esas bu aşure tatlısını pişirip dağıtırlar muhtemelen bu gelenek Anadolu’da daha eskiden batıni meşreb diyebileceğimiz tekkelerde de olabilir oradan halkımıza da yayılıp bugünlerde pek ihtimal dahilinde olmayan Hz.Nuh tufanı ile de ilişkilendirilip pişirilip dağıtılmaya başlanmıştır. Yani bu kuru gıdalardan yapılan bu tatlının dağıtılması tamamen örfi bir gelenektir.Ne Kerbela faciasının unutturulması kökenli bir adetin devamıdır ne de dini bir geçmişi vardır Anadolumuz da sıklıkla görüleceği üzere bir aş dağıtma geleneğidir ve Muharrem ayının 10’una hürmeten bu gelenek sahiplenilmiştir. Alevi vatandaşlarımızda biraz daha farklı yorumlayarak yas günün sonunda bu aş dağıtma hadisesini gerçekleştirmektedirler. Netice de kültürel olarak konu son derece açıktır.

Başka ülkeleri bilmiyorum ama  Muharrem ayı hicri yılbaşı olduğu için kutlanır ama 10 Muharrem sanırım yas maksadıyla ana merkezi İran olmak üzere Irak ve sair yerlerde Şiilerce yas törenleriyle ve Anadolu ve bağlantılı coğrafyalarda da bu tarihi ve kültürel geçmişi birazda içinde barındırılan çelişkilerle mezcetmek suretiyle ki bu zoru iyi başarıyoruz kutlanan sanırım tek ülke.

İnsanlar 10 Muharrem günü genelde oruca teşvik edilmekte , yine bu aşure tatlısı yapımı dağıtımı faaliyetleri hem bireysel hem kamuda , stk’larda falan bir çok organizasyona dönüşmekte , aşure günü tebrikleri yapılmakta , bu sürecin içerisinde bir taraftan insanlar kerbela faciasını hatırlayıp üzülmekte , sosyla medya vb görülebilir mersiye şiirleri paylaşmakta bu hüznü ifade eden ilahiler , kasideler dinlemekte , Cuma günlerinin hutbesinde bu konular beraber yer almakta , hem aşure günü tebrik edilmekte hem Hz.Hüseyin Efendimizin şehadetinin hüznü ifade edilmekte.Eski tekke geleneklerinde vesair bugünler daha çeşitli ritüellerle anılır imiş yine alevi vatandaşlarımızca kendi usullerinde çeşitli oruçlar , yaslar , aşure tatlısı dağıtımı vs oluyor.

Anadolumuz böyledir , halkımızın bazı örfi geleneklerini çok sorgulayıp işin tadını kaçırmamak gerekir , öğrenmek , araştırmak isteyen insanlar için hem dini , hem tarihi hem akademik bilgiler açıktır fakat bu bilgilerden oluşan sosyolojiye müdahale etmemek gerekir.İnsanlar bugünde ibadet yapmak istiyorlarsa yapsınlar , bugünde tebrikleşeceklerse tebrikleşsinler , aşure tatlısı dağıtacaklarla dağıtsınlar.

Yine Hz.Hüseyin Efendimizin şehadetine saf bir hüzün ile üzülmek gerekmekte olup o mücadeleyi bugünle kıyaslayıp mesaj kaygısına düşmekte 10 Muharreme yeni anlamlar yükleme gayreti olup hiç gerek yoktur çünkü bu tarz bakış açıları ile bir tarih oluşturulup olaylara bugünün gözüyle bakılıyor eğer ilahiyatçı ve tarihçilerden bir isteğim varsa bu hadiseleri vatandaş bugünden bakar siz o günün şartları ile nasıl olduysa o şekilde aktarmak ve yorumlamak gerekir. Kerbela hadisesini bugünün dünyasından yorumlamak ve yargılamak değişik anlaşılmalara yol açar.Biz bu acı hadisenin unutulmasını , konuşulmamasını sağlamak gibi bir amacımız olmamalı amacımız bu konuların makul şekilde konuşulması ve tartışılmasını ağlamak olmalıdır.Bu konuları örf adet tartışması , uydurma hadis tartışması , politik tartışmalar , dini tartışmalar zeminine çekmemek gerekir. Bu zemine çekilmeye başlandıkça aşure günü maalesef ülkemiz için yeni bir sorunlu güne dönüşmeye başlar ve şugün bir geçse gitse de şu gına getiren tartışmalar bir bitse dense noktasına geliriz nitekim böyle bir temayülde var.

Muharrem Ayı hicri yılımızın ilk ayı , yeni bir seneye giriyoruz , 10 Muharrem mübarek bir gün bu ayı özlüyoruz , aşure tatlısını seviyoruz onu da özlüyoruz netice de Hz.Hüseyin Efendimiz için üzülüyor rahmet ve dualarla anıyoruz bizim anladığımız bu sade haliyle bu ve bu şekilde kalsın. 03.09.2020

 

Mehmet Emin Başalp

AİLEYİ KRİMİNALİZE ETMEK

Anayasamızın 41.maddesi Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler başlıklı üçüncü bölümünün ilk maddesidir.

“ MADDE 41- (Değişik: 3/10/2001-4709/17 md.) Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.

(Ek fıkra: 12/9/2010-5982/4 md.) Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.

(Ek fıkra: 12/9/2010-5982/4 md.) Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.      “

 Bu maddenin “Sosyal ve Ekonomik Haklar “ kısmında olması da gariptir aslında Temel haklar ve Ödevler arasında olmalıdır ama şimdiye göre yine buna da şükür diyoruz çok başka yerlerde de olabilirdi. Madde metninden yer alan ananın ve çocukların korunması ifadesinin şiddete karşı korunma anlamı taşıdığını düşünmüyorum o zamanlar için bu kavramlar pek yoktu daha ziyade zaten eş yerine ana denmesi de bunu açıkça belli eder    burada kasdedilen muhtemelen ana çocuk sağlığıdır eskiden bu tip merkezler vardı belki hala vardır. Hala mevcut mu bilmiyorum ama Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü vardı Sağlık Bakanlığı’na bağlı.Nitekim devamında da aile planlamasının öğretilmesi ifadesi geçer.

Eski yılları hatırlayanlar için ülkemizin muhafazakar camiası içinde aile planlaması ifadesi geçmişin İstanbul Sözleşmesi idi.Bu planlama ile devlet zamanında gerçekten hayli meşgul olmuş ve medyayı da kullanmıştı.Din alimleri tarafından bunun fıtrata müdahale olduğu , kimi çalışmaların kısırlaştırma faaliyetleri olduğu yine isimleri malum bazı küresel ailelerin ve içerdeki uzantılarının bunları finanse ettiği bolca konuşulan konulardı. Netice-i velkelam bu aile planlaması işi unutuldu gitti zira Türkiye’de artık kalabalık aileler kalmamıştı , nüfus artış hızı düşmüştü bu mantığa göre artık herkes bakabileceği kadar çocuk yapıyordu ve artık devam ettirilmesinin de bir anlamı yoktu.

Son yıllarda ise kadınların çalışma hayatına bazı kolaylıklar getirilmesi ve bazı küçük ekonomik teşviklerle nüfus artışının devlet tarafından teşvik edildiği düşünülebilir yine cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından evlilere en az üç çocuk yapın tavsiyesinin de  bir tür teşvik olduğu düşünülebilir fakat bir alarm seviyesinde nüfus artışı hala tavsiye ve teşvik edilmemektedir.

2010 yılında iki fıkra eklenmiştir bunlar yeni dönemin kriminalize dilidir çocukların ana ve baba ile ilişkisini , metinde  boşanma olarak ifade edilmesi de kastı budur boşanma sonrası için geçerlidir.  Diğer fıkra da şiddet ve istismara karşı çocukların korunmasıdır. Tabii şöyle bir mantık çıkmasın 2010 yılından önce çocuklara şiddet ve istismar cezasız mı kalıyordu ? Tabii ki kalmıyordu ama anayasa da bile ifade edilme gereği niçin duyuldu ? İşte yazımızın başlığında yer aldığı üzere aile kriminalize edildi yani suçlulaştırıldı ve bu yeni yasa dili de kendine aile yanında yer buldu.

Kadın ve erkeğin kadimden bile demeyelim ki ilk örneğini biliyoruz Hz.Adem peygamber ve Hz.Havva validemizden beri birlikteliğinin evlilik müessesiyle sürdürdüğü bu son derece doğal birlikteliğin dinler ve hukuk sadece sonlanması halini düzenlemişlerdir oysa yeni akım bu aileden kaynaklı suçları ve sonuçlarını düşünüyor.

Aile içi şiddet , kadına karşı şiddet  ( eş veya nikahsız birlikteliklerde taraf olan kadın ) tabii bu durumda aile kurumu da tartışılır hale geliyor , kadın cinayeti , çocuğa karşı şiddet , eşe karşı zorla cinsel ilişki , ekonomik , psikolojik şiddet türleri , çocuğun istismarı ve ensest propagandası , çocuğun geniş aile fertleri tarafından istismarı vb gibi günden güne artan ve çeşitlenen suç türleri.

Üçüncü sayfa haberleri olarak geçen ülkede yer alan cinayet , yaralama vb gibi suçlar bir anda ülke gündeminin başlıca temel mevzusu haline gelmiş olup bu suç türleriyle beraber tartışılan konular devamlı surette aile olmuş her nedense bu suç türleri hep aile ile ilişkilendirilip aile kriminalize edilmiştir , suçlulaştırılmıştır.Bu duruma uygun yeni yasalar yeni sözleşmeler yürürlüğe girmiştir nitekim  en fazla tartışılanı ise İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen uluslararası sözleşmesidir.

Aile niye bu hale geldi ? Niye bu hale geldiği kısa süreli bir sebep sonuç ilişkisi olmayıp çok uzun süredir devam edegelen bir akımın sonucudur. Bu batılı ülkelerde başlayan kadın hakları akımının sorunlu düşüncelerle yoğrulmak suretiyle giderek her türlü geleneksellikten kopma ve reddetme temayülü ile genişlemesidir. Birleşmiş Milletler’in Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslarası Sözleşmesi ki Türkiye Cumhuriyeti tarafından da 1985 tarihinde kabul edilmiştir. O sözleşmede “Erkeklerle kadınlar arasında tam bir eşitliğin gerçekleşmesi için kadınlar İle erkeklerin toplumdaki geleneksel rollerinde bir değişiklik ihtiyacı bulunduğunu vakıf olarak, “ sihirli cümle budur , kadın ve erkeğin geleneksel rolleri değişecektir bu geleneksel roller değiştiğinde aile de artık geleneksel bir aile olamayacaktır ve nitekim artık yasal olarak ta ülkemizde ki aileden de geleneksel bir aile olduğundan bahsedemeyiz.İşte bu gelenekten kopmuş aile ise çevre şartlarından daha kötü etkilenmeler sebebiyle hızla kriminalize oldu.Çünkü geleneksel değişimler çok uzun yıllar almaktadır.Eğitim , kültür , din , ahlak gibi ülkelerden ülkelere değişiklik gösteren anlayışa karşı her ülkede söz konusu metinlerin sert bir şekilde uygulanmaya çalışılması ise çatışmacı bir zemin oluşturdu. Ekonomik ve sosyal zorluklarında getirdiği ek sorunlarla birlikte aile içinde şiddet aile birliğini sarsacak şekilde görünür ve görülür oldu.

Bu ne demektir ?  şiddetin artması değildir , Türkiye’nin 1930’lu yılarlına gidildiğinde şehir veya taşra olarak aile içinde kocanın , karısına şiddet uyguladığı istatistiğini bilmiyoruz fakat halkın nesilden nesile anlatısı ile genelde bazen ciddi bazen önemsiz mevzularda dahi kocanın karısını dövdüğü bir vakıadır hatta kayınpeder veya kayınvalidenin gelinini dahi dövdüğü bilinen bir gerçektir. Bu geçmişte biraz ilkel olmakla birlikte kendilerince bir terbiye etme metodudur.

Fakat daha eğitimli daha şehirli hale gelen toplumumuzda bu özellikler hızla azalırken ve bu değişim doğal seyrinde giderken nedir o zaman bu aile içi veya kadına karşı şiddet patlaması ? Bu işte terbiye metodunun önüne geçen kriminalize olmuş bir şiddetin görülür hale gelmesidir.

Bu şiddetin kaynağı ekonomik sorunlar ve ekonomik çekişme olmaktadır.

Bu şiddetin kaynağı aile içi uyumu çözemeyen tarafların bir birlerinden intikam alma ve saldırma güdüsünden kaynaklı şiddettir.

Bu şiddetin kaynağı alkol ve madde bağımlığı yahut ağır psikolojik sorunlar yaşayan tarafların şiddet temayülüdür.

Bu şiddetin kaynağı geçimsiz ailelere ilişkin evliliğin sorunsuz şekilde sonlandırılamaması ve yaşanan ağır sorunların öfkeye dönüşmesidir .

Çocukların ve nafakanın erkek eşe karşı koz olarak kullanılmasıdır.

Bu şiddetin artma sebebi ahlaki dejenerasyon kaynaklı eşler arası tutarsız davranışlarla ortaya çıkan gelenek çatışmaları ve öfke patlamalardır.

Bu şiddetin kaynağı geleneksel aile yapısının uluslarası sözleşme ve yasalarla meydana gelen modern aile  arasında yaşanan değişimin getirdiği çatışmalardır.

Bu şiddet netice de aileyi kriminalize etmiştir. Bunun üstüne birde kadın hakları algısının giderek toplumları dönüştüren küresel güçlerin bir ifsad hareketi projesine dönüşmesi ile medyadan , sanata , edebiyattan , spora , haberden , kanuna , siyasetten , ekonomiye  her yerde aile ve şiddet kavramını bir araya getiren ve bu algıyı oluşturan son derece bilinçli çalışmalar günden güne artmaktadır.

Netice de aile ile suçluluk bir araya gelmiştir. Aile doğallıktan çıkmış sorunlu bir yapı gibi ele alınır olmuştur hatta açıkça ifade edilmese dahi sanki devletlerin bile artık uğraşmaktan usandığı , başından atması gerektiği bir kangrenmiş gibi algılanmaktadır.

Bu sarmaldan nasıl çıkacağız ?

Bir şeyi yıkmak kolaydır ama yeniden ihya etmek zaman alır öncelikle bu bilinçte olacağız.

Kamu idaresi bu bilinci öncelikleyip başta tuzaklarla dolu süregelen yasal alt yapı ve uygulamaları makul olanlarıyla acilen düzeltmelidir.

Bu konuda yaygın eğitim çalışmaları yapıp küresel güçlerin algı faaliyetleri ile mücadele edilmesi gerekir.

Aile içi şiddeti artıran dış etkilerle ve suçlarla ciddi bir mücadele başlatılmalıdır.

Aile konusunda düzelme yaşanacaksa bu ancak kadınlarla olur kadınlarla çatışmacı dili bırakıp sorunu belirleyip ortak bir çalışma zemininde buluşmak elzemdir.

Kadının çalışma hayatı , çocuk eğitimi , işsizlik gibi aileleri ekonomik olarak sarsacak gelişmelere mahal verilmemeli ve kolaylaştırıcı olunmalıdır.

Aile Bakanlığı’nın sorunların takibinde ve çözümünde etkin olması gerekir.Aileyi kolluk kuvvetlerine ve mahkemelere havale etmemelidir.

Batılı dilin ve uygulamaların terk edilerek daha objektif ve istişareye dayalı yöntemler belirlenmelidir.

Bunlar gibi başkaca çok sayıda düzeltici tedbir alınabilir yeter ki bu konuda bir niyet değişikliği yaşansın. 31.08.2020

Mehmet Emin Başalp

Süleyman Seba

seba fotoğraf

Beşiktaşlı filan değilim , Süleyman Seba’yı zamanında absından tv’den vb bilen biriyim , çok tanıdığımı da iddia etmem  , 13 Ağustos tarihi Beşiktaş Jimnastik Kulübü eski başkanlarından Süleyman Seba’nın vefat yıldönümü imiş bende radyoda hayatının anlatıldığı bir programa denk geldim ve muhtemelen bir çok insanı eski günlere götüren hoş bir programdı , keyifle dinledim.

Süleyman Seba , iş adamı olmayan bir büyük kulüp başkanıdır ve beyefendi bir kişiliğe sahiptir son derece düzgün bir Türkçe kullanılır , nazik ve kibardır. Radyo programında bir çok ses kaydı da araya girdi gerçekten şimdilere bakınca futbolun veya spor kulübü yöneticiliğinin daha ehil ellerde olduğunu göstermesi bakımından beni  oldukça düşündürdü.

Maalesef son dönemlerinde ki bu dünyanın bir gerçeğidir , siyasette ve bir çok yerde vardır , yaşlanırsın , dünya değişir ve artık sana karşı yükselen seslere karşı zamanında bulunduğu görevden çekilemezsen efsane bir isim bile olsan çekilmen hiçte tahmin ettiğin gibi olmaz ve kırgınlıklar yaşarsın yani milli şef İsmet İnönü’nün Chp genel başkanlığını genç bir partiliye kaybedeceği akla gelir miydi  ? veya milli görüşün efsanevi lideri olarak ifade edilen Necmettin Erbakan’ın siyasi hayatında son senelerinde artık yalnız kaldığı ve sertçe eleştirildiği görülebilir miydi ? ama bütün bunlar yaşanmıştır , bunlar siyasetten sadece birkaç örnektir ve dünya da çokça örneği vardır.

Nitekim radyo programında Süleyman Seba’nın Beşiktaş stadında taraftarların dönemin futbolcularından Ahmet Dursun’un soyadından ilhamla ürettikleri “ Ahmet Dursun , Seba Gitsin “ diye protestolu tezahüratlarının kendisini hayli kırdığı ifade ediliyor.Nitekim başkanlığı bıraktığı kongrede ki duygusal konuşması da hayli ilginç o konuşma internette yazılı şekilde var orada kendisi de Türkiye’nin istihbarat kurumunun bir çalışanı herhalde oldukça derin bir tecrübesi olduğunu da düşünerek o kısmı alıntılıyorum. Bu sözler son derece manidar aslında dostluk çok değerli bir şeydir ulvi amaçlarla dostluk olursa Allah insanın yardımcısı olur fakat paradır , makamdır , mevkidir , şöhrettir , güçtür yani dünyevi dostlukların sonu ise her zaman bu şekilde bitebilir.Bu sözlerden bu tür bir ibrette çıkarabiliriz.

Kongre’deki veda sözlerinden bir pasaj ;

Üzülerek ifade etmek isterim ki, “16 yıllık bu bilanço ortada iken, bu başarıları birlikte yasadığımız ve birlikte yönetimde yaşanan güzelliklerin kararlarına imza atan ve yine Bjk sayesinde toplumda yer tutan, meslek edinen, ayrıca futbol oynadıkları dönemde emeklerinin karşılığı Bjk tarafından en iyi şekilde verilen bazı kısılırın basın kanalıyla kulüplerini, şahsımı ve sahsımda yönetim kurulu arkadaşlarımı suçlaması nankörlük değil de nedir?

İnsanlarla yasadım, insanı öğrendim,
İnsanlarla yasadım, insanlığı öğrendim,
İnsanlarla yasadım,
İnsanlardan nankörlüğü gördüm,
Dostlarım, dostlarım…
Ama ben dostlarımdan çok korkarım,
Diyen düşünürlere hak vermemek elde değil!

Değerli üyeler,

Onaltı yıl boyunca üzerime gelen okyanus dalgalarının bende yaratmış olduğu hüznü, genel kurulunuzun sessiz ve sakın sahilinde sizlerle paylaşmaya çalıştım. Bunca seneler boyunca bana göstermiş olduğunuz sabır, anlayış, hoşgörü ve desteğe tekrar tekrar teşekkür ediyorum. 1984 yılında, ilk defa huzurlarınıza çıktığımda, kongre konuşmamın basında söylemiş olduğum sözleri hatırlatmak istiyorum:

“Herkesi bir zaman için aldatabilirsiniz,
Bazı kişileri her zaman aldatabilirsiniz,
Ama herkesi her zaman aldatamazsınız! ”
Ben kimseyi hayatım boyunca aldatmadım!

1984 yılında huzurlarınıza hangi heyecan ve duygularla gelmişsem bu gün de huzurlarınızda aynı heyecan ve duygularla basım dik gönlüm rahat ve huzur içerisinde sizlere veda ediyorum!”

Süleyman Seba 2000 yılında başkanlığı bırakmıştır. O yıllarda üç büyükler olarak ifade edilen Galatasaray kulübü en başarılı çağlarını yaşıyor Uefa kupasını Türkiye’ye getiriyordu.Fenerbahçe’de ise bir başkanlık değişikliği yaşanmış ve Aziz Yıldırım seçilmiştir.

İlerleyen yıllarda ise bu üç kulüpten uzun süre başkanlık yapan kişi sadece Aziz Yıldırım olmuştur.Onun dönemi , icraatları , yaşananlar ise spor tarihimizde pek rastlanmayacak türden hadiselerdir. Galatasaray kulübünde bir çok yeni başkan seçilmiş istikrasız dönemler yaşanmıştır. Beşiktaş kulübünde de bir çok başkan değişmiştir.

Burada ilginç olan futbolun sadece yönetimler olarak istikrarsızlaşması değil giderek tatsızlaşmasıdır. 90’lı yıllarda bir kulübün şampiyonluğu , Türkiye kupası alması hatta spor yazarları derneği kupası alması , derbi müsabakaları büyük heyecan ve sevinç oluştururdu. Fakat giderek spor kulüplerinin devamlı mali sorunlarının gündemde tutulması , futbolun sadece spor değil yönetim , gazeteciler , siyaset ve futbolcular arasında ilişkiler üzerinden değerlendirildiği kalitesiz spor programları ile insanların futboldan ve izlemekten soğutulduğu , futbola çeşitli davaların , kumpas davalarının dahil edildiği ortam oluşmuştur. Aynı zamanda taraftar grupları bünyesinde gelişen bir şiddet akaınında arttığı , spor yöneticilerinin sert ve pervasız ifadeleri , kulüpler ve taraftarlar arası dostlukların bozulduğu bir dönem olmuştur.Endüstrileşen futbolda spor adamlarından ziyade , reklam , ticaret , bahis gibi alanların etkilediği bir futbol dünyası dünya ile birlikte bizde de gelişmiştir. Ülke futbolunun kalitesinin düşüp düşmediği belki tartışılabilir fakat heyecan ve zevk düşmüştür. Uefa kupasının alınmasından sonra ciddi bir uluslarası başarı gelmemiştir hatta kulüplerimiz zaman zaman bu müsabakalardan men edilmişlerdir. Tabii şöyle dönüp bakıldığında Seba gibi yöneticilerin futbolu bıraktıkları dönemden sonra bir daha bu tip yöneticiler gelmemiştir.

Bu yazıyı niye yazıyorum 80’li 90’lı yıllar ülkemizin belki siyasi istikrasızlığının yüksek olduğu , ekonomik sorunların yaşandığı dönemlerdir.Nasıl Osmanlı devleti çöküş döneminde şiir ve ha’t sanatında zirve eserler veren sanatçılar yetiştiyse bu dönemimizde de spor gelişiyordu , Naim Süleymanoğlu halterde ülkemize sevinçler yaşatıyor , kulüplerimiz Avrupa futbolu ile daha rekabetçi bir seviyeye geliyorlar , milli takım düzeyinde başarımız artıyordu.Sadece futbol değil bir çok başka sporlarda da başarılar kazanıyorduk. Televole kültürü diye eleştirilmesine rağmen başlardaki futbol magazin bile şimdiki pespaye programlar yanında oldukça kaliteliydi.

2000 yılında başkanlığı bırakan Süleyman Seba muhtemelen 90’lı yıllardan sonra doğanlar için tanınmıyor olabilir ama keşke spor yöneticiliği olarak bu kibar insanlar yeniden örnek alınsa ve örnek olsalar daha farklı bir futbol iklimi inşa etseler fakat bu biraz görgü işidir , insanların diploma sahibi olarak eğitimli olması veya varlıklı olmaları bu ufku sağlayamaz. Yeniden bu anlayışı ve meziyetleri nasıl ihya ederiz bilmiyorum belki bunlar nostaljik sözler olarak da kalabilir ama bu gibi hadisler devamlı suretle değerlendirilmek zorundadır.

Bu konularda belgesel olsun , yayıncılık olsun eserler üretmekte gerekiyor , çünkü geçmişimizin iyi örnekleri unutularak değil hatırlanarak ve model alınarak bugüne taşınmalı ve yaşatılmalı.14.08.2020

 

Mehmet Emin Başalp

AYASOFYA CAMİİ VE YAPACAKLARIMIZ

 

 

ayasofya sıbyan mektebi1934 yılından itibaren müzeye çevrilmiş bulunan Ayasofya Camii nihayet ibadete açıldı.Senelerdir dua edilen , dillendirilen , fikri mücadelesi yapılan bir durumdu.Çünkü Ayasofya bizim için önemliydi.İstanbul’un fethi ile şehirde onların en büyük mabedi camiye çevrilmiş ve simge olarak Müslümanlarca sahiplenilmişti.Fakat müzeye çevrilmesi ile batı medeniyetine adeta bir taviz verildiği açıktı.Uzun uzun bilindik konuları yazmak istemiyorum , çok konuşuldu bu konular.

Ayasofya Camii’nin açılması için yıllardır dua eden yaşayan , vefat eden tüm müminlerden Allah razı olsun.Bu uğurda cami kürsülerinden tut , konferanslarda , yazılarda , tv’ler de her türlü platform da mücadelesini verenlerden de Allah razı olsun.Hukuk mücadelesi verenlerden Allah razı olsun.Nihayetinde bu siyasi iradeyi gösteren cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan da Allah razı olsun.

Hazımsızlar , burun kıvıranlar , hasetçiler , içindeki imansızlığı tarih , sanat şu bu diye ifade etmeye çalışan zihni satılmış insanları , Ayasofya açıldı ama ülkeye ne faydası oldu gibisinden küçümseyenleri , niteliksiz siyaset yapanları vesaire hiç dikkate almayın.Bu hadiseye olabildiğince sevinelim. Bu coşkuyu yaşayalım. Allah’a hamd edelim.

Müslümanlar ümitvar olsun.Yunus Emre’nin dediği gibi “ Bir dem gelir şadan olur bir dem gelir giryan olur “ evet bazen seviniriz bazen ağlarız , ağladık lakin işte gördük seviniyoruz , insanlık tarihi böyledir , insanlar için ise bu sevinç ve üzüntü günlerinde yine kulluktur.Mutlu günde şükür ve çalışma , sıkıntılı günde sabır ve mücadele , tüm bunlara cihat denir. Mutlu günlerde azgınlaşır , şükretmez ve çalışmazsak ardından ağır imtihanlar ve bela gelebilir , sıkıntılı günlerde sabretmez , isyankar olur , mücadele etmez , Allah’tan gayrısına sığınırsak bu belalar üstümüzden kalkmaz. İşte bugün yine olayları tefekkür edelim. Bu gelişmeler Allah’ın bize lütfudur , gerçekleşen dualardır. O zaman , Ey Müslümanlar gelin imanımızda , ibadetimizde ihlas ve samimiyeti artıralım , Allah’a daha çok kulluk edelim , dinimizi ciddiyetle yaşayalım , ibadetlere , cemaatle namaza daha fazla düşkünleşelim , daha çok infak edelim , zikredelim , şükredelim , elimizden bu nimetler gitmesin.

Ayasofya Camii’nin kapalı olması bizi birleştiren , mücadele şevkimizi diri tutan bir olguydu.Artık Ayasofya Camii bizim için tarihi bir camii derekesine düşmemeli.Ayasofya kelimesinin bizim inancımızdaki karşılığı Kur’an-ı Kerim’dir. Ayasofya Camii içerisinde Sultan 1.Mahmud tarafından kurulmuş dönemine göre büyük bir kütüphanedir.Burada dersler verilmektedir. Ayasofya vaizliği Osmanlı’da önemli bir makamdır.

O zaman camilerimize Ayasofya Camii’nin yeniden ibadete açılması hatırasına olmak üzere sanatsal yönüde yüksek kütüphaneler kuralım böyle bir proje başlatalım.Bu kütüphanelerde ders verilmesini teşvik edelim.

Ayasofya baş vaizliği ve diğer vaizler olmak üzere mutad vaazlar başlamalı ve bu vaazlar dijital ortamlarda da yayınlanmalı.Bu vaazların takibi canlı tutulmalı.

Tabii Ayasofya bahçesinde Osmanlı’ya has belli şablon bir planı olan sıbyan mektebi vardır.Cami ile eğitim bir aradadır , uygun camilerimize bu modelden esinlenmek suretiyle devasa yapılar değil cami ile uyumlu medeniyetimizi yansıtan bir veya iki sınıftan  müteşekkil , içinde ilkokul öğrencilerinin ihtiyacını giderecek teknik fiziki donanım bulunan başkaca bir ilkokulun başka mekandaki bir sınıfı olan ilkokul binaları inşa etmeye başlayalım.Ayasofya Camii , sıbyan mektebi şeklinden hiç olmazsa mesela her şehrin uygun bir camisinin yanına bu binaları inşa edelim.Mesela Konya için benim aklıma gelen yer yeni yapılacak olan Millet Bahçesi’ne yapılacak olan caminin yanıdır.

Ayasofya Üniversitesi adıyla bir vakıf veya devlet üniversitesi kurulabilir. Bu üniversite Ayasofya yakınlarında binalarda ders verebilir , fakülte olarak Ayasofya Camii’nde  görev alacak personel için başta bu ruh ile yetişmesi İslami İlimler Fakültesi , restorasyonlar için mimari ve restorasyon bölümleri gibi veya başkaca , kütüphanecilik , geleneksel sanatlar , tarih vb gibi gerekli bölümler ile az sayıda öğrenci alan prestijli bir üniversite kurulabilir.

Ayasofya Camii , müslümanların ibadetlerini yaptığı bir cami olma yanında İslam’ın camii fonksiyonunun gerektirdiği her şey için bir merkez olmalı ilim ve hikmet üreten bir yer haline gelmeli ve canlı kalmalıdır.Hatta bazı önemli konuların istişare edildiği bir yer haline de gelmelidir.

Allah cemaatini bol eylesin. Kıyamete kadar Müslümanların camisi olarak kalsın ve ibadet edilsin. Allah depremlerden , afetlerden korusun.Amin. 13.07.2020

Mehmet Emin Başalp

VİRÜS İLE İLGİLİ İHTİMALLER

Türkiye Covid-19 virüsünde alınan tedbirler kapsamında sayıların azalması ile Haziran ayı itibariyle normalleşme adımlarını arttı. Normalleşme adımlarının artması ile virüs bulaşan hasta sayısını düşmeye devam etmediği gibi bir miktar arttı. Hal böyle olunca da tedbirlere ne kadar uyum sağlayıp sağladığımız konusu yeniden konuşulur oldu dahası vaka sayılarının yüksek olduğu dönemlerde duymadığımız kadar çevremizde hastalığa yakalananları duyar olduk.

Bu hastalığa ilişkin ülkemizde gerekli tedbirler alındı ve iyi tedaviler uygulandı fakat hastalık neden azalma eğiliminde değil.Bu konuda çeşitli iddialar var , insanların tedbirlere uymayıp mesafe kurallarını ihmal ettiği ve yadırganacak toplu faaliyetlerde bulunduğu.

Özel sektörde kısmi bir az çalışma olsa da kamu kurumları baya baya sakinleşmişti. Toplu bulunulan mekanlar kapalıydı.Her yerin faaliyete geçmesi ve yaz ayı itibariyle insan sirkülasyonun hızla artmasına rağmen esasında vaka sayılarının aşırı artmadığından bahsedilebilir.

Gevşeme neden olmuştur bu konuda insanlar evde otururken algıdan kaynaklı devamlı el yıkayıp , kolonya sürülüyordu , markete korka korka gidiliyordu , uzun bir süre aslında insanların böyle yaşaması mümkün olmayıp esas hijyene şimdi ihtiyaç duyarken biraz tedbir yorgunu olduk.

Bence bilim kurulu ve yetkililer halkımıza önümüzdeki süreç ile ilgili sükunet içeren ama ihtimal dahilinde olan durumlardan bahsetmeliler ve kendimizi hazırlamalıyız.

Birincisi temmuz ayı sonuna denk gelen Kurban Bayramı , Kurban Bayramı’nı, Ramazan bayramı gibi evde geçirme imkanımız yok , öncesinde kurban alışverişi için bir insan sirkülasyonu olacak , Kurban Bayramı’nın birinci ve ikinci günü yoğun şekilde kesim olacak , bu kesim kaynaklı etlerin kasaplarca işlenmesi , temizlik vb gibi hizmetlerin aksamaması gerekiyor bu nedenle ne şehir içi ne şehir dışı insan hareketliliğini engelleme imkanı yok. E o zaman insanlara ne tavsiye edeceğiz.  Gereksiz yoğunluğu azaltacak tedbirler almalıyız , mümkün mertebe ziyaretleşmenin de sınırlı sayıda kalması için tedbirler alınabilir , uyarılar yapılabilir.

Bu vaka sayılarından daha az vaka varken okullar tatilken bu sayılarla okulları nasıl açacağız.Çünkü okullarda mesafe şartını sağlamak güç , aynı sınıfta saatlerce vakit geçiren öğrenciler arası bulaşma olmaması imkansız , bu haliyle öğrenci ve öğretmenler eliyle bu hastalığın bir çok haneye taşınması mümkün . O zaman bu sayılarla eğitim nasıl devam edecek ?

Sağlık Bakanlığı , okulları kapatmayan ülkelerde ki durumumu esas alacak.

Okullar aralıklarla kapatılıp açılabilir mi ? Bu uygulamanın bir faydası olabilir mi ?

Okulların hiç açılmaması mümkün mü ?

Bir çok soru var , kanaatimce okulların uzun bir tatil devresine girmesi mümkün değil , hastalık bir şekilde yayılmaya devam ediyor . Bu konuda okullar ile ilgili tedbir artırmak çok zor esas alınması gereken öğrenciler ile riskli gruplar arasında teması azaltabilmek.

Bir diğer sorun herkes özel aracıyla okula gidemeyecek , toplu taşıma kullanımı ile okula giden öğrenciler için ne gibi tedbirler alınabilir.

Okullarda nasıl yemek yenecek vesaire.

Bazı tedbirler ve uygulamalar kaldırılarak daha uygulanabilir tedbirlere geçmemiz lazım.

Birincisi günlük vak’a sayısı açıklama uygulaması son bulmalıdır. Bunun yerine önlem ve bilinç artırıcı açıklamalara yer verilmeli.

Girişlerde ateş ölçme uygulaması kaldırılmalıdır çünkü herhangi bir kalibrasyonu olmayan bu cihazlar son derece gerçek dışı rakamlar verip kişilerin vücut sıcaklığını 33 derece filan ölçmektedirler çoğu zaman ve bir dostlar alışverişte görsün uygulamasına dönmüştür.

Bir diğer gereksiz uygulama camilere bireysel seccade ile gidilmesidir. Bu önleme de gerek yoktur , maske yeterli güvenliği sağlayabilecektir aksi halde buna benzer bir önlem başka bir yerde alınmamaktadır.

Kuaförler , restoranlar , kafeler daha fazla denetlenmelidir. Çünkü bu gibi yerlerde bilinçsiz bir mesafe kullanımı ihlali olabilmektedir.

Cenaze ve düğün gibi toplu organizasyonlar için kontrol görevlileri mutlaka olmalıdır çünkü bu tip kalabalıklarda mesafe kurallarını ihlal yaşanabilmektedir.

Ulaşım araçları yeniden planlanmalıdır , okul saatleri , mesai saatleri ayarlanabilmelidir , esnek olunmasında fayda vardır , bazı kurumlar saat 08:00 ‘de bazı kurumlar 09:00 ‘da bazı kurumlar saat 10:00 ‘da açılmasında herhangi bir sorun yoktur.

Kış aylarının gelmesi ile soğuğun vücut direncini düşürmesi ile grip ve soğuk algınlığı vakalarıda artacaktır , hastanelerde gereksiz bir yoğunluluk olmaması adına , ateşli hastalıklar konusunda bazı kamu binaları da ayrılmak suretiyle ciddiyet durumuna göre ön tarama ve tavsiye konusunda tıbbi başvuru buralara yapılmalıdır.Ciddi vakalar veya ağır belirtiler gösteren kişiler hastanelere sevk edilmelidir.

Defalarca ifade ettim Umumi Hıfzıssıha Kanunu değişmelidir , bir çok tedbirin hukuki alt yapısı bulunmamaktadır. Bu konuda yetki , görev , tedbir ve ceza hususunda gerekli çalışmalar yapılmalıdır.

Tabii birde tıbbi tartışmalar ve gelişmeler oluyor , virüsün etkisi , aşı ve ilaç çalışmaları vb tabii o konuda bir uzmanlığımız olmadığı için yorum yapmamız mümkün değil.

Süreç itibariyle komplo teorisyenlerini haklı çıkartacak herhangi bir gelişme yok , tavsiye edilen temizlik , tedbir , mesafe ve maske gibi önlemler bu önlemlere ciddiyetle uymak gerekiyor , tabii mantıksız önlemlerle insanları sıkmamakta gerekiyor.

Normalleşme sürecine geçmiş olmakla birlikte bence başka bir sürece daha geçip ilerisi için daha anlaşılır ve uygulanabilir açıklamalar , tedbirler gerekiyor.  06.07.2020

 

Mehmet Emin BAŞALP

BAROLAR VE TARTIŞMALAR

Barolarla ilgili tartışmalar son günlerde artmış olup baroların seçim sistemi ve çoklu baro olup olmayacağı yönünde tartışmalar bulunmaktadır.

Bu konu gündeme geldiğinde barolarda “ Baro Seçim Sistemleri Üzerine Bir Düşünce“ adlı yazı yazıp acaba İsviçre Sistemi  uygulanabilir mi ? diye bir soruya cevap aramıştım.

Nasıl bir teklif olacağı bilinmemekle beraber 5000’den fazla avukatın olduğu illerde 2000 avukat ile yeni bir baro kurulabileceği ve Türkiye Barolar Birliği delege seçimi konusunda bazı değişikler yazılıyor.

Esasında konunun bu kadar dar çerçevede değerlendirilmesi kanaatimce ne barolar yönünden ne de avukatlık mesleği yönünden herhangi bir sorunu çözer. Çünkü  1136 Sayılı Avukatlık Kanunu demode bir kanundur.Bu kanun temel alınmak suretiyle yapılacak sınırlı değişikliklerde muhtemelen daha fazla garabeti artıracaktır.

İşin tarihi yönüne gelirsek Avukatlıkla ilgili hem mesleki hem teşkilat kanun değişiklikleri hep gergin geçmiştir. İstanbul Barosu’nda ilk kuruluş aşamasında gayrimüslim etkinlik , bu etkiliğin azaltılması çalışmaları daha sonra saltanat ve hilafet taraftarı olduğu gerekçesiyle Baro başkanlığına seçilen Lütfi Fikri’nin yaşadıkları , İstanbul Barosu’nda mütareke döneminde milli mücadele aleyhinde olanların tasfiye edilmesi sonra geri dönmeleri gibi hadiselere bakılınca genellikle gürültülü geçen süreçlerdir.

Kadir Mısıroğlu tarafından yazılan “Üç Hilafetçi Şahsiyet “ kitabı gibi eserler bulunmasına rağmen Türkiye’de Siyasal İslam taraftarı hukukçular açısından Lütfi Fikri bilinmeyen bir şahsiyettir.

Türkiye Barolar Birliği’de 1969’da kurulmuş olup ilk başkanı Faruk Erem , uzun yıllar başkanlık yapan Önder Sav ve Özdemir Özok’da en fazla bilinen TBB başkanlarıdır. Bu dönemlerde yaşanan siyasi tartışmalar ise hafızası kuvvetli olanlar veya araştırma yapmak isteyenler için durmaktadır. Genellikle çağdaşlık , laiklik , ihl , başörtüsü vb gibi tartışmalar odağında gelişmeler yaşanıyordu.Nitekim 28 Şubat döneminde de hak savunmak yerine yasakçılık savunuluyordu ve Adalet Bakanlığı’nın başörtü ile ilgili genelgesini de tanımayacaklarını ilan etmişlerdi.

Baroların önceki dönemlerde de yoğun siyasi tartışmalar içerisinde oldukları bir gerçektir , laiklik tartışmaları son yıllarda daha az gündeme gelirken bu sefer de farklı cinsel yönelimlerin himayesi gibi toplumun reaksiyon vereceği sansasyonel tartışmalar ile barolar hep yan yana geldi.

En son gelişme ise Barolar Birliği başkanı ile baro başkanlarının çekiştiği başka bir görünüm arz etmektedir.

Avukatlık Kanunu’nda yapılmak istenen değişiklikler ise bu yeni gelişmelerin zemininde ilerlemektedir.

Bu tartışmalar yanında artan hukuk fakültesi kontenjanları ve eğitim kalitesinin düştüğü iddiaları ve sayıca artan avukat sayısının getirdiği ve getirebileceği sorunlar , avukatların ekonomik sorunları gibi başkaca sorunlarda konunun başka bir yönünü oluşturmaktadır. Ayrıca yaşanan mesleki teknik sorunlara da ilişkin zaman zaman yeni teklif ve değişiklikler önerilmektedir.

Bunlar kişisel görüşlerim olmakla beraber Avukatlık Kanunu’muz demode bir kanundur. Bu kanun temel alınmak suretiyle yapılan değişikliler avukatlık mesleğine ilişkin ufuk açıcı olmayacaktır.Tabii bu kanunlardan evvelde hukuk , ceza ve idari muhakeme kanunlarımızda da avukatlık ile ilgili artırılmış yetkiler yoktur.Avukatlar kanaatimce sadece Avukatlık Kanunu ile güçlü olamazlar. Bu konuda Hukuk Muhakemesi Kanunun’da avukat ne şekilde kanunda geçmektedir ne gibi hakları vardır bakıldığında son derece klişe ve basit şekilde atıflar yapıldığı ve davayı yürütmede önemli yetkilerinin olmadığı görülür aynı şekilde idari yargı ve ceza yargısında da aynı şekildedir.Avukatlık Kanunu’ndan önce bu kanunlar ıslah edilmelidir.

Bir diğer husus Adliye teşkilatlarında avukatlar temsil edilmemektedir. Adli veya idari yargı komisyonlarında avukatlar yoktur. Adalet Bakanlığı’nda avukatlar ile ilgili özel bir birim yoktur.

Avukatlıkla ilgili hukuk eğitimi , sınavı , staj gibi konularda kaliteyi artıracak önemli gelişmeler yaşanmamış veya uygulanmamıştır.

Avukatlık Kanunu’nda ise güncel eğitim , ekonomik ve teknolojik gelişmelerle uyumlu bir hukuki dil yoktur , tuhaf yasaklar , kısıtlı yetkiler bulunmaktadır.Baroların teşekkülleri ve yetkileri de uygulanabilirlikten uzaktır.Mesela Kanun’un 110.maddesinde yer alan TBB’nin görevleri neredeyse herhangi bir STK’nında yapabileceği düşünce , görüş belirtmek gibi görevlerdir.Hal böyle olunca gerek barolar gerek TBB’de siyasallaşma sorunu had safhasıyla görülmektedir.Görüş belirtmek gibi soyut yetkilerden ve icrai gücü olmayan kurumların etkisizliği ile herhangi bir mesleki gelişimin yaşanamayacağı açıktır.

Avukatlık Kanunu değişecekse avukatın konumu yeniden tanımlanmalıdır avukat hukuken güçlendirilmelidir , avukatlar ekonomik olarak güçlendirilmelidir , avukatlar idari olarak güçlendirilmelidir. Güçlü avukatlık bir hedeftir fakat güçlü bir baro kanaatimce asla bir hedef olamaz. Aksine barolar daha katılımcı bir yönetim sistemine , daha kolay seçim sistemlerine , daha dar yetkilere sahip olmalıdırlar.Bu konuda mesela ben değişiklik tekliflerinde elektronik oy gibi bir konuyu görmedim yani gelişen teknolojide hala az seçmenli yerlerde bile sandık usulüyle oy kullanmak anlamını yitirmektedir bu konularda kolaylaşma sağlanmalıdır.Baroların daha katılımcı olması için yönetimlerinde temsilin daha fazla artması ve temsilcilerin daha fazla yetkiye sahip olması daha iyi olacaktır nitekim “İsviçre Sistemi “ derken bunu kastetmiştim.

Çoklu baro konusuna gelince bu konunun gerçekten iyi düşünülmesi gerekmektedir çünkü şimdi sayıya bağlı bir çoklu baro sistemi yine dar bir alanda değişiklik olacaktır.

Çoklu baro ile kamu kurumu niteliği mevzusu da ayrı bir garabet olacaktır bu esasında pek de olmayacak bir durumdur. Barolar cemiyet , dernek , birlik gibi bir durumda olsa isteyen istediği baroyu kursun ama böyle bir durum nasıl temellendirilecek iyi düşünmek gerekiyor.Tabii bu konuda esas sorun yasalaşmadan sonra işleyemeyen bir sistem olsa acaba eskiye dönüş daha sancılı bir durum oluşturur mu ?

Bir sıkıntılı durum haberlerden öğrendiğim kadarıyla 2000 üye sayısının altına düşen baronun kapanacağı iyi de herhangi bir siyasi tartışmadan kaynaklı bir iç bölünme ile de baronun kapanması iyice meslektaş hoşnutsuzluğu artırdığı gibi kapanan baronun üyeleri nereye gidecektir gittiği yerde nasıl karşılanacaktır. Barolar arasında çekişmelerde yeni dönemin getirebileceği yeni çekişme konusu olacaktır.

Baroların belli bir siyasi ideolojinin ve görüşün sert açıklamalarla savunulduğu yerler haline gelmesi de zaten temel bir sorundur.Baroların  açıklamalarının oluşturduğu bu sorun ancak iç rekabeti artırmakla mı engellenir yoksa ayrışma ile mi engellenir ? İç rekabet şimdiye kadar bir şekilde uygulandığı halde bu sorun giderilmemiştir.Ayrışma ile hiç olmazsa iç gerginliğin azalabileceği gibi bir görüşte öne sürülebilir , teoride tutarlı gelmekle birlikte baroların konumundan kaynaklı  uygulanabilirliği hususu şüpheler barındırmaktadır.

Bir diğer alternatif isteyen avukatların Adalet Bakanlığı bünyesinde ülke çapında bir sicile kaydolmaları ve bu topluluğun seçim yerine atama yoluyla idareciler tarafından yönetilmesi. Tabii burada da avukatların bağımsızlığı ve disiplin hukuku gibi bir konu ortaya çıkmaktadır.Yani barolarda ideolojik farklılıktan kaynaklı avukatlar mesleklerini idare ettirmişten kamuda bu husus daha zayıf olur kanaatindeyim. Bu hususta düşünülmesi gereken bir alternatif olduğunu düşünüyorum.

Bir diğer alternatif barolar birliğinin tamamen kaldırılması olabilir.Barolar birliği yerine ülke çapında farklı barolardan avukatların ülke çapında özel bir dernek statüsünde avukatlar birliği şeklinde yapılanmaları olabilir.Üyeleri avukatlar olmak zorundadır , kurucu avukat sayısı 1000 olabilir mesela . Türkiye  … Avukatlar  Birliği gibi. Burası sivil toplum kuruluşu şeklinde faaliyet gösterir.Burada TBB başkanının yargının kurucu unsuru avukatları temsil ettiği  ifade edilmektedir.Ülke çapında avukatları temsil eden en üst organ veya temsilci kim olacaktır hususu öne sürülebilir kanaatimce bu hususta en iyi usul tüm avukatların katılacağı bir seçimle seçilen başkan ve yönetim olacaktır artık kazanan kimse ona herhalde herkes razı olacaktır. Çünkü seçim varsa seçilmek veya seçilememek olağandır.

Bu tartışmalar devam edecektir ama gönülüm ister ki son derece kapsamlı değişiklikler olsun.25.06.2020

 

Mehmet Emin BAŞALP